“Kültüre, İktidar Olmak” veya “Kültürel İktidarı Sağlamak” Üzerine Bir Derkenar

06 Mayıs 2021

 

Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan’ın “Kültürel iktidarı inşa edemedik” bağlamındaki sözleri üzerinden farklı kesimler, farklı tartışmaları yaptılar. Cumhurbaşkanı’nın 2017 yılında yapmış olduğu konuşmada “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.” ifadesi, uzun süreli olan tartışmaları da meydana getirdi. İktidar sürecinin üzerinden 15 yıl geçtikten sonra Cumhurbaşkanını böyle bir konuşma yapmayı sevk eden en önemli etken, “yerleşik hegemonyanın” yıkılmadığının bilgisine ve düşüncesine sahip olmasıdır.

Cumhurbaşkanı’nın kullanmış olduğu bu cümlelerin, sarf edildiği mekânın ve kurduğu cümlelerin bağlamından hareket edildiğinde “kültüre, egemen olma” üzerinden bir mücadelenin hâlâ devam ettirildiğini de görebiliriz. Cumhurbaşkanı’nın konuşması üzerinden yapılan bu tartışmalar, kültürün hâlâ önemli bir mücadele alanı ve bunun üzerinden iktidar/güç olma isteği olduğunu göstermektedir. Kökenleri itibariyle yaklaşık 200 yıllık geçmişe sahip olan iki sınıfın rekabetini yeniden ortaya çıkaran bir bağlam olduğunu görebiliriz. Kültür-iktidar tartışmasının, “Mektep-medrese, gelenekçi-modernist, sol-sağ, dindar-seküler, muhafazakâr-yenilikçi” gibi sığ düaliteler bağlamında ve bu düalitelere sahiplenenler tarafından özünden koparılarak tartışıldığını düşünüyorum.

“Kültürel İktidarı” meydana getirme gayesi, Ak Parti ekseninde olan bir “sınıfsal” bir gaye olmayıp kökenleri itibariyle güçlü bir medeniyet tecrübesi yaşamış olan bu toprakların çocuklarının evrensel bir işi ve amacı olması gerekir. Oysa bu gayenin yerine kültürel iktidarı sağlamak, “galip gelmek” ile “mağlup olmak” mücadele ilişkisine indirgenmiştir. Bu galip-mağlup olma düalitesi, tarihsel kökeni itibariyle eskilere dayanır. Başını “yenilikçilerin veya seküler seçkinci elitlerin” çektiği Tanzimat-Islahat-Meşrutiyet (1834-1908) süreçlerinde yani yaklaşık 80 yıllık olan bu süreçte “kültürel iktidar” olma kavgasını görebiliriz. Bu süreç, Cumhuriyet’in ilan yılı olan 1923 yılından itibaren boyut değiştirse de “seküler elitlerin” kendilerinden olmayanı dışarıda bırakmasıyla devam ettirilmiştir. Tahakkümle ilişkili bir durum olan hâkim olma çabası ve gerçekliğini, farklı boyutlarda devlet egemen bir anlayışla varlığını devam ettirmiştir. Ülkede “kültürel iktidar”ın, Kemalist eğilimler bağlamında bir ağırlığa ve etkiye sahip olması gayet normaldir.

Siyasal iktidarı, kültürel iktidar üzerinden sağlama çabası son derece pratik ve geçici bir gayedir. Bu pratik ve geçici gayeden en çok zarar gören, iktidarların aracı haline getirilen ve üzerinde her türlü istismarın yapılabildiği bir unsur haline getirilen “kültür” olmuştur. Nitekim İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kendinden önceki yönetim tarafından basılmış olan kitapların künyesini imha ederek hibe yoluyla dağıtıp tasfiye ettiği 200.000 kitap kültürün araçsallaşmasının ve istismar edilmesinin en büyük göstergesidir. Önceki hafızayı yok etmenin göstergesi olan bu yaklaşım, literatüre ve ilmin ruhuna da uymayan bir ilkelliktir. Çünkü künye, kitabın hafızasıdır, bir kitabın künyesini imha etmek hafızayı imha etmek demektir.  Kültürün unsurları üzerinden (matbuat, sanat veya şahsiyetler vs.) egemenlik gerçekleştirme çıkmazından hiç kurtulamayacağız gibi görünüyor. Bu egemenlik inşasının en bariz örneklerinden biri; Osmanlı Tuğrası olan tabelanın üzerine Latin Alfabeli yazılı tabela yerleştirmektir.

Furet’in dediği gibi iktidara gelenler önceki yönetimlerin şeytanlaşmış olduğu paradigmasını inşa ederler. Nitekim Osmanlı Devleti de bu kaderi -şeytanlaştırma- yaşamış ve nasibini almıştır. İnkılapların ortaya konulma nedeni ve pratikleri, zaten kendi hakimiyet alanını oluşturacağı gayesiyle “kültürel iktidarı” tesis etmek idi. Rejim eksenli inşa edilen “kültürel iktidar”dan anlaşılan ve bununla yapılmaya yapılan şey, yerel düzeyde mikro ölçekli jakoben bir tahakküm meydana getirmekti. Nitekim bu maksadın yani hegemonyanın, hâsıl olmadığı da söylenemez. Sistemin kurucusu ve sahibi olduğu iddiasına sahip olan irade, başta eğitim olmak üzere kültürel alanda “itiraz” edilemez bir nüfuzu meydana getirmiştir. Oysa iktidarların türüne ve meşrebine bakılmaksızın “kültüre, iktidar olmak” veya “kültürel iktidarı sağlamak” gibi gayeler, meselelere ve fikirlere “gettocu” bir düzlemde bakmayı ve tüm süreçleri “gettocu” bir bağlamda okumayı doğurur. “Kültüre, iktidar olmak” veya “kültürel iktidarı sağlamak”, “kendi tıynetinden” adamları bir yere doldurmaktan ibaret olan süfli bir bakıştır. Bu süfli bakıştan kurtulamadığımız süreçte ne felsefileşmiş ne de irfanileşmiş bir medeniyeti inşa etmemiz mümkün değildir.

Cumhurbaşkanı’nın kastettiği “kültürel iktidarı sağlamak” meselesinin; sağlık, ekonomi, imar ve bayındırlık ve askeriyede uluslararası düzeyde sağlanmaya çalışılan itibarın ve gücün eğitim ve kültürde de sağlama çabası olarak algılamak isterdim. Fakat konuşmanın-metnin tamamına bakıldığında kast edilenin “kültürüne ve köklerine yabancılaşmış” yaklaşımlara atıfla “yerleşik bir hegemonyanın” yerinden edilerek yerine farklı bir gücün ikame edilmesi gereği olduğu anlaşılır. Ayrıca siyasal iktidarın, kültürün kurucusu veya inşacısı olmasının ne kadar doğru olduğu da tartışılmalı bir mevzudur. Tıpkı bir dönem “dindar neslin” devlet veya siyasal iktidar eliyle gerçekleştirilmek isteyişin yanlış olduğunu düşündüğüm gibi “kültüre, iktidar” olmayı da yanlış buluyorum ve siyasal iktidarların “kültüre, iktidar” olmasının sorunlu olduğunu düşünüyorum. “Kültüre, iktidar olmayı” veya “kültürel iktidarı sağlamanın” sorunlarına bizatihi Sovyet ve Maocu Komünizmi üzerinden üretilen tecrübeyi, bu tecrübeye şahit olan toplumlar en acı bir biçimde yaşadı. Biz de benzeri bir sistemin ve yaklaşımın üretmiş olduğu tecrübeyi, benzer bir biçimde farklı boyutlarıyla yaşadık. Nitekim felsefileşmiş ve irfanileşmiş bir medeniyet numunesini tesis edemeyişimizin en büyük nedeni, başlangıçta “kuruculuk” vurgusu üzerinden farklıkları tasfiye edici bir “kültürel iktidar” mekanizmasının inşa edilmiş olmasıdır.

Başlangıçta kendini inşa eden “kültürel iktidar” mekanizması, kendini tasvip, tasdik ve takdis etmeyen kültürel yapıları ve kişileri kendinden uzaklaştırmakla yetinmemiş ademe mahkum etmiştir. Bu durumun en bariz iki örneği; Halide Edip Adıvar ve Mehmet Akif Ersoy örneğidir. Kadim geleneğin bilgi anlayışının ve müderrislerinin tasfiyesinin kurumsal en büyük örneği ise Darülfünun’dan İstanbul Üniversitesi’ne geçiş sürecidir. Burada sadece sistem, kadim bir kurumu ve müntesiplerini tasfiye etmemiştir. Niyazi Berkes ve Macit Gökberk gibi kişiler örneğinde kendilerinin Hocası olan Babanzade Ahmet Naim’e karşı sergilemiş oldukları acımasız ve tahkire varan saygısızlık bu tasfiyenin ve tahkirin en açık örneğidir. Bu kişilerin böylesi bir tutum sergilemiş olmalarının nedeni, sistemin adına yapılan “bekçiliğin” gönüllü muvazzafları olmalarındadır. Söz konusu bu örnek, kişilerin indinde de büyük bir toplumsal ve değerler tasfiyenin gerçekleştirildiğinin göstergesidir. “Kültürel iktidarı sağlamak” adına Babanzade Ahmet Naim, Ali Muzaffer Bey, İsmail Hakkı Bey, Ahmet Refik Bey, Halil Nimetullah Bey, Avram Galanti Bey, Ömer Ferit Bey gibi isimler tasfiye edilmişlerdir. Bu kişiler, “üniversite reformu” ve yeni sisteme uymadıkları gerekçesiyle tasfiyeye uğramışlardır. Bu topraklarda hoca-akademisyen olarak yaşamalarına müsaade edilmemiştir. Yine hem Fuat Sezgin’in hem de Nurettin Topçu’nun akademisyen olarak konumlarını sürdürememelerinin nedeni, “mürteci” olarak yaftalanmalarıdır.

Yalnızca akademisyen-hocaların tasfiyesi değil entelektüel-düşünürlerin de sisteme uymadıkları gerekçesiyle tasfiyeye uğramaları veya sistemin dışında tutulmaları söz konusu olmuştur. Hikmet Kıvılcımlı, Nazım Hikmet, Kemal Tahir ve Sabahattin Ali gibi sol-sosyalist eğilim taşıyan kişilere karşı yine Mehmet Akif Ersoy, Eşref Edip, Necip Fazıl Kısakürek ve Nurettin Topçu gibi İslami temayülleri olan kişiler de yaşam alanı bulamamışlardır. Yalnızca fikir dünyası değil bazı sanat türleri ve bu sanatları icra edenler de tasfiyeye uğramışlardır. “Kültüre, iktidar olmak” veya “kültürel iktidarı sağlamak” adına, belli ideolojik kalıpları ve siyasal iktidarları benimsemeyenler daima tasfiyeye uğramışlardır.    

Oysa büyük devletler, kültürel zenginlikleri tasfiye etmekle vazifeli olmaktan daha çok refah ve özgürlük zeminini sağlamakla vazifelidir. Yani devlet; iktisadi, siyasi ve içtimai zemini sağlıklı bir hale getirdiğinde medenileşme ve medeniyetleşme meydana gelir. Kültürel eğilimler ve toplumsal ilişkilerin sağlıklı olması, sağlıklı kişilerin ve toplumların meydana gelmesini sağlar. “Kültüre, iktidar olmak” veya “kültürel iktidarı sağlamak” gibi süfli bir amaç neticesinde gelinen durumda sağlıklı bir toplumu veya sağlıklı kişilikleri inşa edebildiğimizi söyleyemeyiz. Toplumda inşa edilen tüm fraksiyonların yani “sol-sağ, laik-dindar, kentli-köylü” gibi anlamsız düalitelerin muhatapları, birbirlerini anlama gayreti içerisinde bulunmadığı gibi birbirini mahkûm etme çabası içerinde bulunmaktadır.

“Kültürel iktidar olma” söylemini “iktidar” kavramının yalın anlamıyla anlamak yerine hem hikmetle ilişkili olan “hâkim” olma ile anlamak istiyorum. Dünya kültürlerinin esinleneceği, imreneceği ve müracaat edeceği bir kültür olma sürecini nasıl meydana getirebiliriz?  meselesi üzerine düşünmemiz gerekir. Birbirimizi yok saymak veya dövmek yerine birbirimizi anlayarak bu toprakların varoluş düzleminin gereği olarak tüm dinamiklerimizi fikir, sanat ve kültür üretmeye sevk etmeliyiz. Oysa bu asli amacı gerçekleştirmek yerine enerjimizi birbirimizle uğraşarak yok ediyoruz. Bunun en bariz son örneklerinden biri; Cumhurbaşkanı’nın “kültürel iktidarı” sağlayamadık ifadesinin kültürün kendinde bulunduğunu iddia edenler tarafından “bunlar zaten kültürsüz” söylemine indirgenmiş olmasıdır. Böylesi bir yaklaşım, 200 yıllık süreçte var olan “sen-ben” veya kayıkçı kavgasının tezahürü ve göstergesidir.

Yine İbrahim Kalın ile Erkan Oğur'un birlikte yapmış oldukları halk müziği icrasına duyulan ilkel tepki, bu yozluğun ve paçozluğun göstergesidir. “Dindar”  ve “siyasi” kimliğe sahip olan İbrahim Kalın gibi biriyle birliktelik gösteren Erkan Oğur'un linç edilmesi tahammülsüzlüğün diğer bir gösterge türüdür. Oysa türkü, bu ülkenin mayası ve metafiziğidir. Türkü, kendi tarihinden ve köklerinden sonra ortaya çıkmış olan çok farklı müzik enstrümanlarını bile kendini icra ettirmesine müsaade eden bir zenginliktir. Türkü, farklı kültürleri ve kişilikleri bir araya getirecek çok önemli bir kuvveye ve kuvvete sahiptir. Bu kuvvenin fiile dönüşmesi için çaba sarf eden iki farklı sanatkârın iyi niyetle bir araya gelmesi ilkel bir bağnazlık örneğiyle karşı karşıya kalınması durumunu doğurmuştur. Böylesi ilkel bir tepkiselliğin verildiği bir durum, üzerinde ciddi olarak düşünmemiz gereken bir durumdur.

Entelektüel ve akademik kimliğinin yanında müzik ve fotoğrafçılık gibi sanatsal faaliyetlerle meşgul olan, bir siyasetçi olmaktan daha çok bürokrat bir konuma sahip bir kişiyi bir partiye mahkûm etmek (ki bu da olabilir) ve bu mahkûmiyet üzerinden “sarayın adamı” gibi süfli söylemlerle mahkûm etme karşısında kendisini “devrimci” olarak niteleyip daha sonra “hata ettiğini” söyleyen (sanki ayıp işlemiş) yaptığı şeyin arkasında duramayan bir devrimcinin, bir yığın tarafından nasıl “devrildiğine”şahit olduk. Yani kapitalizmin ileri versiyonu olan “dijitalleşmeye”, sosyal medyaya yani twitter’a yenilmiş olan “sol devrimcinin” tecrübesine şahit olundu.

Erkan Oğur'un “Güzel, tok bir sesi var. Bağlamasını güzel çalıyor, deyişler söylüyor. Halk müziğini seven birisi olduğunu sezdiğim için bu işe eşliği kabul ettim. Sanırım bu benim hatam idi. Hatasız bir insan gösterin. Yoksa konumuyla, yaptığı işlerle, bulunduğu pozisyonla alakam yok.” ifadelerinde “tasdik edici”, “sezisinde yanıldığı” ve “hata” vurguları ağır bastığı gibi İbrahim Kalın’ın pozisyonuna duymuş olduğu karşıtlığı da ifade eden bir içerik vardır.

Bu beyandan hareketle Erkan Oğur üzerinden göstergesel olarak görmemiz gereken şey, bu ülkenin kültürü ve sanat insanı olduğu iddia edenlerin, hâlâ “ergin olmayış” durumundan kurtulamayıp, “ergenlere” mağlup olan bir olgunlaşamama durumunu görebiliriz. İbrahim Kalın’ın neden böyle bir şeye ihtiyaç duyduğunu da bilmiyorum. Eğer Erkan Oğur üzerinden kendi sanat yeteneğini meşrulaştırmak ise yıllardır muhafazakârlarda var olan “eziklik kompleksinin” bir tezahürüdür. Bir mahallenin, öteki mahalleye duyduğu kompleksin göstergesidir.

Bu ülkede solun veya Kemalizmin kültürel olarak zengin olduğu meselesi ise şehir efsanesine dayanmaktadır. Bu efsaneye olan inanışı, hem nicelik hem de nitelik olarak yıkacak birçok gösterge vardır. Öncelikle yıllardır mevcut ve kendilerini kollayan sistemin tüm imkânlarını kullanan, muhaliflerini “ötekileştirici” yaklaşımlarını esas ve ilke haline getirdikleri sistemden almış aldıkları güçle varlık buldukları halde sayısal varlıklarının ne kadar fazla oldukları tartışma konusudur. İkinci olarak bu sayısal grubun ortaya koyduğu üretimin ve değerin niteliği de ciddi tartışılması gerekir. “Sağ kültürden anlamaz” şeklinde yaklaşımı çökertecek birçok örneğin göstergesi olan onlarca örnek olan “sağdan” olan onlarca kişiyi ve meşgalelerini örnek olarak verebiliriz.

Avrupa ekseninde 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra solun-marksist düşüncenin etkinliğinden ve hâkimiyetinden bahsedilebiliriz. Fakat Türkiye’de bunun böyle olduğu iddiası da yersizdir. Deniz Gezmiş veya Yılmaz Güney örneği üzerinden kültürün solda olduğunu söylemek yersiz bir hezeyan durumudur. Eğer solun kültürel iktidarı kişiler indinde elinde bulundurduğu iddiası doğru olsaydı “gönüllü sürgüne” razı olan bir “İslamcı” olan Yozgatlı İhsan Efendi’nin mahdumu “çok kültürlü, 5 dil biliyor” diye lanse edilen Ekmeleddin İhsanoğlu’nu tercih etmek zorunda kalmaması lazım gelirdi.

“Sağ” kesimin ise elinde büyük bir sermayesi olmasına karşın kültürle kurmuş olduğu ilişkisi ise tam bir hayal kırıklığıdır. Bu ülkede “sağ, muhafazakâr, gelenekçi, İslami, İslamcı” olarak isimlendirilen entelektüel, akademisyen, yazar, düşünürler; sistemin gadrine, solun yersiz kibrine, maruz kaldığı tasfiye edici pratiklerine, sağ sermayenin ve sağ iktidarın kıymet bilmeyişine karşı direnerek varoluşunu hâlâ sürdürüyor. Sistemin zafiyetlerinden doğan enkaz haline gelmiş toplumsal durumların, ülkede kronikleşmiş bir sağın ürettiği enkazın, molozların ve sorunların ise Said Halim Paşa, Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek, Cahit Zarifoğlu, Sezai Karakoç gibi isimlerle adı anılan İslamcılığa mal etmek ise hem cehalet hem de İslamcılık nazarında İslami düşünceyi itibarsızlaştırma durumudur. Sahipsizmiş gibi görünen İslami düşüncenin ve İslamcılığa karşın “vurun abalıya” tutumudur.

Velhasıl bu ülkede tüm kesimlerin derdi; “kültüre, iktidar olmak veya “kültürel iktidarı sağlamak” olmaktan daha çok ülkenin ruhuna, mayasına ve köklerine saygı duyarak kültürel olarak katkıda bulunmak mücadelesi olmalıdır.  Felsefileşmiş ve irfanileşmiş medeniyetin en önemli şartı farklı unsurların bir arada bulunmasıdır. Twitter üzerinden “devrilmeden" birbirimizle iş yapmayı ve birbirimizi anlama çabası içerisinde olmayı öğrenmemiz lazım.

 

 

Galip BİLGİLİ

Muhterem hocam
Ogünfen önce ve o sözden sonra iktidarın yani hükümetin
Kültürel iktidar olmak için herhangi bir adım attığını gördük mü?
Malum iktidar ağlama yeri değildir
İcraat yeridir.
Hükümet inşaat alanında yaptığının onda birini.bu alanda yap-ma-mıştır

Cu, 05/07/2021 - 15:06 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 1,240 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.