Mustafa Kutlu'nun Masalı

19 Nisan 2020

 

Bir önceki yazımızda, Türk hikâyeciliğinin en önemli isimlerinden biri olan Mustafa Kutlu’nun eğitim yıllarından ve yetişme şartlarından bahsetmiştik. Onun üzerinde ağırlığı ve etkisi olan bazı kişilerin isimlerini zikrederek okuduğu kitapları ve yazarları ele almıştık. Kutlu “masalı”na devam ediyoruz.  

* * *

Mustafa Kutlu İstanbul’da liseli öğrencilerin en çok ziyaret ettiği yazarlardan biridir. Çünkü edebiyat öğretmenleri büyük şehirde onlara ünlü yazar ve sanatçıları ödev olarak verir ve onların da kolayca ulaşabileceği bir kişidir. O da gençleri kırmaz, telefonla ulaşan öğrencilere kapısını her zaman açık tutardı. Bu grup ziyaretlerinde talebelerden biri, Tanpınar’ın “herkesin bir masalı var” sözünden hareketle “sizin masalınız nedir?” diye sordu bir defasında. Ünlü hikâyecinin cevabı şöyle: “Bu yaşadığımız modern, teknolojik dünyanın bize sunduğu hayat biçiminin dışında, geçmişten bize intikal etmiş olan, sanayiden çok tarıma yakın, berrak sular, güzel havalar, meyve bahçeleri arasında daha sakin ve daha huzurlu bir hayat diliyorum hem kendim hem de başkaları için. Oysa dünya bunun tersine gidiyor. Nerede bir güzellik varsa, oraya hemen iş makinelerini, buldozerleri yığıyorlar, orayı asfaltlıyorlar. Dünyanın güzelliklerini, havayı ve suyu kirletiyorlar. Bu modern teknoloji dünyanın güzelliklerini elimizden alıyor. İnsanoğlu böyle bir çıkmaz yola girmiş durumda. İklim değişikliği insanoğlunun hırsı yüzünden meydana gelen şeyler. Dünya bize yeter ama insanlar nefislerine uyuyorlar ve hırsları yüzünden petrole bağlı savaşlar oluyor. Benim masalım berrak bir gökyüzü; burada kuş sesleri, akan ırmağın şırıltısı duyulur. Daha pastoral bir hayat biçimi hazırlamaktayım. Benim masalım bu…”

Bazı yazarların yazdıklarıyla yaşadıkları arasındaki çelişki Mustafa Kutlu’da yoktur. Aynen Akif gibi. “Hayır, hayâl ile yoktur benim alışverişim…/İnan ki; her ne demişsem görüp de söylemişim” diyor ya İstiklâl Marşı şairi! Onun hayatı yazdıklarını nakzetmez. 1970’lerde bıraktığı yağlıboya resme otuz sene sonra nostaljik olarak geri dönüp resim yapmaya başladığı zaman fırça darbeleriyle şunları anlatır: Uzanıp giden bir bozkır, hafif eğimli tepeler, dere yatakları, tek tük ahlat ağaçları… Hep bir bahçem olsun istedi. Orada tere, maydanoz, domates yetiştirmek istedi. Ömrünün son yarım asrını metropolde yaşadı ama kırları bayırları özledi hep. Herkesin gitmek için can attığı sahil beldelerine değil, mesela Kaçkar dağlarına, Birgi’ye, Tosya’ya uzanmanın hayâllerini kurdu. İlerleyen yaşlarında Göynük’e, Ermenek’e, Şebinkarahisar’a gitmenin planlarını yaptı. Çünkü bu saydığı yerler, bütün olup bitenlere rağmen fizikî olarak tarihî dokusunu nispeten koruyan yerlerdir.

Eski beldelerimizde geçmişten gelen unsurların bir bir yok olmasına üzülür yazarımız. Çağdaşı Turgut Cansever gibi, Sadettin Ökten gibi. Bir tüketim toplumu haline gelen Türkiye’deki şehirleşmeyi en büyük deprem olarak görür. Ne yazık ki, der, bizim nesiller böyle bir vakte maruz kaldı. Eski şehirler yıkılıyor ve yeni yerleşim yerleri bir ur gibi etrafını sarıyor. Buna örnek olarak Kayseri’yi, Malatya’yı, Maraş’ı gösterir. Şehirlerimizdeki mahallenin kaybolmasından şikâyetçi. Benliğimizi sıcacık kuşatan eski yerleşim yerlerindeki mescidi, bakkalı, çınar ağacını arar. İstanbul’u dolaşarak Bir Demet İstanbul yazıları yazan ünlü hikâyecimiz, medeniyetimize başkentlik yapmış bu şehre özel bir önem verir. Sonra bu yazılarını Şehir Mektupları ve Akasya ve Mandolin adı altında iki kitap halinde topladığını görüyoruz. İçinde yaşadığımız şehri tanımadığımızdan dert yanan Kutlu, İstanbul’u sokak sokak dolaşarak aradığını bulmaya çalışır. Ne aradığını biliyoruz ama bulduğu aradığı mıdır, işte onu bilmiyoruz!

Herkesin rağbet ettiği yerleri görmek istemez Kutlu. Buralarda bizim nesillerin artık bir daha görme imkânına sahip olamayacağı geleneksel hayatın hâlâ devam eden bir takım kesitlerinin var olduğuna inanır. Mesela şehirlerin civarında bağların bulunması, o bağların ve bağ evlerinin arasındaki yollara hiç otomobilin girmemiş olması, hâlâ üzümlerin meyvelerin merkeplerle taşındığını sanması, masere damlarında pekmez kaynatılıyor olması... Bu bizim hangi hayattan çıkıp geldiğimizi göstermesi bakımından şahit olacağımız, tanımakla çok şey kazanacağımız ve her geçen gün de yok olmakta olan resimler olarak görür buraları. İşte bu resimleri görmemiz lazım, der. Çünkü bütün bunlar dünden bugüne gelen kendi hayatımızın ne manaya geldiğini keşfetmek bakımından çok önemli. Ben büyük bir şehirdeki cafede olmaktan ziyade, Ermenek’te altından su akan çınarlı, çardaklı bir kahvede oturmaktan daha çok zevk alırım, sözü ile ne demek istediğini varın siz hesap edin.   

Yazarımızın özel hayatı ve mizacı da bu karakterine yatkındır. Mesela kalabalığa karışmaz, tartışmaya girmez, panellerde görünmez, kendi adına düzenlenen törenlerde bile bulunmaz, cep telefonu yoktur, araba kullanmaz vs. Modern dünya ve teknoloji ile kavgalı. Otomobili, bilgisayarı, televizyonu yirminci yüzyılın üç beter icadı olarak kabul eder. Buna rağmen, “Siz teknolojiyi kullanmazsanız, o sizi kullanır” sözü de ona ait. 1974 yılında aldığı Smith-Corona marka daktilo makinesi eskidikten sonra bilgisayara geçmedi. Bilerek geçmedi. Onca hikâye ve yazılarını kalemin büyüsüne kapılarak bizzat kalemle yazdı. 

Dışarıdan bakınca herkes Mustafa Kutlu’yu fildişi kulesinde yaşayan bir sanatçı sanabilir ama değil. Meselâ 17. yüzyılda yaşasaydı bir tekkenin postnişini olabilirdi. İddiasız, gösterişsiz, samimi, kalender ve rind-meşrep bir mizaca sahip. Sade hayatı içinde içten ve bizden biri. Halk otobüsüne biner, kahveye gidip oturur, vatandaşla çay içer. Hikâyelerini çoğu zaman o ortamda yazmıştır. Anadolu’ya bir yere gittiği zaman önce müdüre kaymakama uğramaz, çaycı ile sohbet eder. Kahvehane alışkanlığı İstanbul’da bile yıllarca sürmüştür. Bayazıt Divanyolu Caddesi’ndeki Erenler arkadaşlarıyla buluşma yeri olmuştur hep. O kapalı, dışarıdan bakınca bunaltıcı gibi gelen o mekânlarda uzun yıllar yazı yazmıştır. Yetmiş seksen kişilik kalabalıktan kaynaklanan uğultular ona adeta ninni gibi gelirdi. İlk gençlik yıllarından beri süre gelen alışkanlık işte. Derviş Çay Bahçesi’nde, Sultanahmet Camii’nin duvarlarının dibinde çalıştığı da görülür. Senaryolarının ve hikâyelerinin bir kısmını Bayazıt’ta Çınaraltı’da, Yazarlar Birliği’nin bulunduğu Kızlarağası Medresesi’nin bahçesinde kaleme almıştır.       

Bir konuşmasında Mustafa Kutlu şöyle der: “Ben kötü alışkanlıkları olan biriyim. Sokaklarda okuyan, kahvehanelerde yazan, kütüphanesi olmayan, savruk, derbeder bir adamım.” Gerçekten de kahvede okur, kahvede yazar. Öğrencilik ve öğretmenlik yıllarında da öyledir, kahvede ders çalışır ve yazılı kâğıtlarını okey şakırtıları arasında okurdu. Fazla çalışmaz, işini bir-iki saatte bitirir. Yazdıklarını defalarca tashih eden yazarlar vardır, o öyle değildir. Yayımladığı hikâyelerin yüzde sekseni ilk yazdığı haliyledir. Yer yer imlâ kurallarında aksamalar da olsa metne fazla dokunmaz. Evinde ne çalışma masası vardır, ne de kütüphanesi. Eve iş getirmez, evde sadece okur. Her yazarın kitapları yüzünden eşleriyle kavgalı olduğunu biliyoruz. Sevgi Hanım bu bakımdan çok şanslıdır ve kocasıyla hiç çatışmamıştır. Çalıştığı yerlerdeki masasının üstü tertemizdir, üstünde hiçbir şey bulundurmaz. Oturmadan önce masasının üstünü kolonyalı bir mendille siler, tertemiz olsun diye değil, güzel koksun diye.  

Hikmet ve âhengin peşinde

Mustafa Kutlu’nun 1979’dan sonra hikâye vadisinde yeni bir arayışa girdiğini görüyoruz. Cemil Meriç’in ifadesiyle “mâzîyi âtîye bağlamak” istiyordu. Ama nasıl? Eskilerin ifadesiyle bu konuyu imâl-i fikr ederek yola koyuldu. Edebiyat tahsil etmişti ve ansiklopedi çalışmasının tam göbeğindeydi. Madde yazarlarına konu siparişi veriyor, kimin hangi maddeyi yazacağına kafa yorduğu günlerdi. Kaynaklarla haşir neşirdi. Ne, nerede, nasıl bulunur biliyordu.   

Sözü uzatmaktan hep kaçındı. Dilde, bize has bir edebiyatın köklerini araştırırken ‘tasavvufî ifade biçimleri’nin sanatımızın hemen her sahasındaki (minyatür, mimari, musiki, hat vb.) köklerini tespit etti. Eski musikimiz ve şiirimizden tasavvufu çıkarın, geriye dişe dokunur pek bir şey kalmaz, der bir konuşmasında. Bu zengin ve bakir birikimden olabildiğince faydalandı. Ancak bu faydayı bugün için, bugünün insanlarına ve bugünün dili ile iletmeliyim, diye düşündü. Böylece yeni remizler peşinde koşan, şiire yatkın bir ‘ifade biçimi’ üzerinde çalıştı. Şair değildi ama şiirsel bir dili vardı. Bu Böyledir’in satır aralarında sözkonusu ettiğimiz ‘biçim’ görülebilir. Yoksulluk İçimizde bir bakıma çağdaş bir Leylâ ile Mecnun hikâyesidir. Bir taklit uğraşından çok kökü mazide olan ‘yeni’ bir şey peşinde dolaştı. Her sanat eseri bir arayışın mahsûlüdür diyen Kutlu, aramaya devam etmeyi gücüm yettiğince sürdüreceğim, der başka bir konuşmasında da.

 Kur’an’daki bir takım kıssalara, menâkıb ve tabakat kitaplarındaki hikâyelere, halk hikâyelerine, masallara, mesnevi ve darbımesellere âşinâ olanlar; Mustafa Kutlu’nun hikâyelerini okurken hiç yabancılık çekmezler. Bunun yanında Erzincan ağzından, Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nden, Dede Korkut’tan, atasözlerinden, mahalli deyimlerden, İstanbul Türkçesinden esintiler taşır ve hepsi bir araya geldiği zaman kendi dili ve üslûbu olarak ortaya çıkar.

Batı medeniyeti dairesine girmeden önce ülkemizdeki hakim zihniyetin “hikâye”den genellikle kıssa manasını çıkardığını söyleyen Kutlu, bir konuşmasında mazideki birikimlerimizle ilgili şöyle der: Çok önemli ayrıntılar dışında gereksiz teferruattan kaçınılır. Metinler ufak, gerilimi büyük, etkileyici bir ifade taşır. Mesela İbrahim Edhem’le ilgili kıssalar onun bütün hayatını bir roman gibi kapsamaz. Parça parça gerekli görülen yerlerde işlenir. Anlatılan olayların bir “hikmet”i vardır. Okuyan veya dinleyen bu parçaları kendi kafasında birleştirerek ortaya bir İbrahim Edhem olayı çıkarır. Bu aynı zamanda edebi esere okurun veya dinleyenin aktif katılmasıdır.

Mustafa Kutlu Yeni Devir gazetesinde Ahmet Özalp’ın kendisiyle yaptığı bir röportajında Şarkta sanatın iki şeyin peşinde olduğunu belirtir: Hikmet ve ahenk. İşin özü hikmettir. Yazdıklarınızın, konuştuklarınızın hikmeti yoksa susun daha iyi, der. Bu sebeple Şarkta söze önem verilir. Söyleyecek sözü olan biraz fantezi ile söyleyelim -kendisine hikmet nasip olmuş kimse- konuşmalıdır. Türkçede “söz dinlemek” önemli bir deyimdir. Nasihat almak, öğüt tutmak manasına gelir. Ben de bütün bunlara kıyasla yazmak istiyorum. Sözü yontmak, billurlaştırmak, yoğunlaştırmak istiyorum. Bunu bir biçim özelliği olarak da uygulamak istiyorum.

Kutlu hikmet ve âhenk peşinde koştuğunu, 1984 yılında Yaşar Kaplan’ın Aylık Dergi’de yaptığı bir konuşmada da vurgular. Bu konuşmada yazar Türk hikâyeciliğinde bir çığır açmak istediğini anlatır. Yine aynı konuşmada tasavvufî dil üzerine çalıştığını, yazdıkları kitapların kalıcı olacağını umduğunu söyler. Kalıcı olmak der, edebiyat tarihine geçmek değildir, bugün olduğu gibi yarın da hitap ettiğiniz insanlara ulaşabilmek, onların yarasına merhem olabilmektir. Ayrıca Doğuda sanatın hikmet ve ahenk üzerine bina edildiğini, bunu birlikte götürebilen sanat eserlerinin kalıcı olacağını düşünür.

Aradan 40 yıl geçtikten sonra görülüyor ki Mustafa Kutlu kendi vadisinde bir çığır açmıştır. Bu çığırı açarken aynı zamanda “arkadaşlığı, kardeşliği, muhabbeti çoğaltarak” gerçekleştirir. Kendisini bir dev aynasında görmez. Sanatçıyı zanaatkâr olarak kabul eder. Orijinal eser bırakanların dünyanın her tarafında böyle olduğunu, Osmanlıda da bundan farklı olmadığını, “Sanatçıdır, ne yapsa yeridir!” anlayışının yanlışlığını anlatır.

Bu söylediklerini Kutlu’nun yazdıklarında olduğu kadar hayatında da bizzat gözlemlemek mümkün. Ayağını her daim bu topraklara basan yazar, “Okuyucular benim yazdıklarımı okuduğu zaman, bu fotoğrafta ben neredeyim diye bakar?” der bir röportajında. İnsanlar o fotoğraf karelerinde kendine yer arar ve bulmakta da hiç zorlanmaz.

Gelenekten geleceğe   

Melek Paşalı tarafından Kardelen dergisinin bir sayısında, “hikâyesinin poetikası” üzerine Mustafa Kutlu ile yapılmış önemli bir konuşma vardır. “Kendi hikâyemin yapısı üzerine çok yazdım ve konuştum” diyen yazar genellikle hikâyemizin, Şark hikâyesinin bugün için modern bir halkasını oluşturmak istediğini belirtir. Mantıku’t-tayr, Hüsn ü Aşk gibi mesnevileri bilhassa zikrederek, kesretten vahdete giden yolda bu hikâyeleri tasavvufî düşüncenin bir tezahürü olarak kabul eder. “Sanat öteyi kurcalamak ister; öte müphemdir, bilinmezlik ve sonsuzluk” diyen Mustafa Kutlu buna rağmen anlaşılır ve açık olmayı her şeyin önünde tutar. Yazdıklarında da böyle olmaya çalışır. Ancak ne kadar açık olduğu okuyucularının ve edebiyat tarihçilerinin verebileceği bir karardır. Çünkü muğlaklık ve kapalılık sanat eserinin tabiatında vardır. Ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, belli bir dereceye kadar açık olunabilir. 

Geliştirdiği bu yeni tarzla ilgili olarak yazar, zaman zaman okuyucuları nezdinde bir takım sorulara muhatap olur. Meselâ “Niçin böyle yazıyorsunuz?” derler. Cevabı da kendine göre: Hikâye tarifi ve hikâye anlayışı meselesini bir tarafa koyalım. Bu tarz yazmak benim söylemek istediklerime, mizacıma, bu işi sürdürmeme uygun düşüyor. Bir yerde gerekli “ritm”i sağlıyor bana. Önemli olan şu tarzı veya bu tarzı benimsemek değil. Bir iletişimi mümkün olan en mükemmel şekilde tesis etmek. Mustafa Kutlu bu iletişimi sağlarken yazdıklarının Türkiye gerçeklerinden ayrı düşmesini hiç bir zaman istemez. Ayağını hep bu topraklar üzerine basar. Yazdıkları metinler tarihî kültürümüzden, Halk edebiyatından ve Divan edebiyatından motifler taşır. Bütün bunlar ister ferdî olsun ister sosyal, kendi ifadesiyle “terceme-i âh”ının tezâhürüdür.

Bizim kendimize özgü edebiyat türlerimiz vardı. Ancak Batılılaşma hareketiyle birlikte bunların tümünden vazgeçtik. Yakın dönemde gelenekten yararlanarak yeni tarzda nasıl eser verebilirim sorusuna kafa yormuş yazarlarımız yok değildir. Yahya Kemâl başta olmak üzere, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Sezai Karakoç bunların ilk halkasını oluşturur. Bu isimler geleneği taklit etmemiş, geçmişten tevarüs eden geleneğin özünden yararlanarak yeni bir formda eser ortaya koymuşlardır. Şiirlerinde bunu açıkça görmek mümkündür.

Mustafa Kutlu’nun bunu kendi alanında başarıyla uyguladığını görüyoruz. Ona göre geçmişte vücut bulan kıssalar, destanlar, mesneviler, halk hikâyeleri; ancak bugün için tekrar edilmesi mümkün olmayan unsurlar şeklinde edebiyat tarihinin konusu olarak ele alınmalıdır. Ancak biz onların hem şekil hususiyetlerinden, hem öz hususiyetlerinden faydalanarak ondaki özü ve biçimsel unsurları da tevarüs ederek, onlardan yeni bir çığır açmak zorundayız.

Nasıl ki çırak olunmadan kalfa olunmazsa, kalfa olunmadan usta olunmaz. Mustafa Kutlu bu aşamalardan geçerek bugünkü konumuna gelmiştir. Yolculuğu biraz uzun sürmüştür ama gelmiştir. Çünkü çağdaşları ve akranları arasında bu uğurda nice yolda kalmışlar vardır. Onun çabası, geçmişte bize ait olan fakat iki asırdan beri terkedilen klasik sanatımızla bir bağ kurmak ve onu bugünün ifade yollarıyla yeniden canlandırmak. “Ben Türk edebiyatına temelleri maziden gelen ama bugünü aksettiren ve geleceğe uzanan yeni bir tarz ve kendime has olduğunu söyleyebileceğim bir tarz getirdiğime inanıyorum” diyen Mustafa Kutlu kendi sesini bulmuş bir yazardır. Yatağını bulmuş, üslûbunu oluşturmuş bir yazar da diyebiliriz. Orijinal olmak için aykırı davranmak, numara yapmak, uçlarda oynamak değildir onunkisi. Kendisi olmak. Ortaya konan metni görenler bunun farkına varır zaten; üründen anlayanlar sahte olanı yutmaz. Önemli olan, bugünün insanına bugünün diliyle yazmak.

Yukarıda isimlerini andığımız şairler gibi Mustafa Kutlu da gelenekten faydalanma konusunda çok meşgul olmuştur. Klasik manada bir tekkeye girmiş, bir şeyhe bağlanmış kişi değildir. Ancak tasavvufun eski kültür ve edebiyatımızdan bir şekilde kitaplara yansımış olan çehresini tanımaya çalıştı. Kaynaklara yakın durdu. Bu onun için bir anahtar rol oynadı. Meselelere yaklaşımında bir metot, bir usul kolaylığı getirdi. Bir ara Kanal 7 televizyonunda İstanbul tekkeleriyle ilgili belgesel hazırlarken tekkelerin yapısı, işleyişi, şeyh-mürid ilişkileri, geçmişte ve günümüzde bu hayatın nasıl yürüdüğüyle ilgili bilgiler edindi. Ayrıca 1960 sonrası Türkiye’nin toplumsal değişimini yakından takip etti ve bizzat içinde yaşadı. 

Şunu da belirtelim ki yazılarında dili bir gergef gibi işleyen Mustafa Kutlu dilde yenilikçi değildir. “Dil anlayışım Türkçenin tabii oluşumu paralelindedir” dedikten sonra “ne bir adım ileri ne bir adım geri” diye de bu görüşünü teyid ve tekid eder: “Sun’ilikten nefret ederim. Kültür ve medeniyetimizin, bin yıllık tarihimizin, dünya görüşümüzün temelini teşkil eden İslâm düşüncesinin asıl kavramlarını karşılayan ve halkımızın büyük bir ciddiyetle sahip çıktığı kelimelerden asla vazgeçmem. Bir düşünceyi yaşatmak, o düşüncenin işlendiği dilin muhafazası ile, düşüncenin gelişimine uygun olarak dili geliştirmeyle mümkün olabilir. Düşünce durmuşsa dil de eskimiş, donmuş olur. Görevimiz İslâm düşüncesinin tabii gelişimini devam ettirmek, paralelinde dili de işlemektir.” görüşü ona ait.

Bilhassa 1970’li yıllarda moda olan “Ecevit Türkçesi”ne hiç iltifat etmedi. Yakası açılmadık Türkçe deyimleri arayıp buldu, argo kullandı ama o tilcikli kelimeleri kullanmadı. Bu işin bayraktarlığını yapan Ahmet Kabaklı’nın bile âhir ömründe kullandığ “sorun, yanıt” gibi bugün herkesin diline pelesenk ettiği sözcükler onda yoktur. Yazdığı ve iddialı olduğu “hikâye”ye yanında “öykü” denmesine karşı çıkmaz, ancak kendisinin bu kavramı kullandığı hiç görülmemiştir. Ama hiç! Öykü kelimesinden hoşlanmaz, bunu insanların bilir bilmez kullandığını, öykünün öykünmekten gelen tırı vırı bir şey olduğunu, kelime olarak uyduruk ve kavram olarak birşeyi karşılamadığını belirtir bir konuşmasında. Bu tavrını Yaşar Kaplan’ın Aylık Dergi’de kendisiyle “öykü” üzerine yaptığı konuşmada da görürüz. Kaplan muhatabına soruyu sorarken, tam 19 kez “öykü” demesine rağmen, Mustafa Kutlu konuşmasında tek bir kez bile kullanmaz bu “tırı vırı” kavramı, protesto edercesine “hikâye” demekte diretir.

Türkçe kelime ve kavramları bu denli önemseyen yazarın kitabına “Chef” adını koyması da aynı endişe yüzündendir. Kitaba neden Fransızca bir kelime olan Chef adı verildiğini kitabı okuyanlar anlayacaktır, der. Neden? Kitapta banka müdürü olmak için çırpınan Hüseyin Hüsnü Şen anlatılır. Karısı Arzu, arzuları peşinde ömür tüketen bir kadın. Oğlu özgür ise üç günlük dünyada özgürce hayatın tadını çıkarmaya çalışır. Yani “Bir toplum kendini değiştirmedikçe,  Allah o toplumu düzeltmez.”

 

 

kıyas onat

Normalde bu tür yazılar okunmam..Ama buna başlayınca okudum..Akıcı bir dille yazılmış..Sürükleyici..Ayrıca M.Kutlu hakkında baya bir bilgi sahibi oldum..Hiç ummadığım gibi bir yazarmış..

Pt, 05/11/2020 - 16:57 Kalıcı bağlantı

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 488 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.