Fikir Coğrafyası okuyucuları için, önce “Celâl Hoca kimdir?” sorusuyla başlayalım yazımıza. Celâl Hoca adıyla maruf Mahmud Celâleddin Ökten 1882-1961 yılları arasında yaşamış, Trabzon’daki ilk eğitiminden sonra İstanbul’a gelmiş ve eğitimini burada tamamlamış Osmanlı bakiyesi aydın ulemadan biridir. “Osmanlı ile Cumhuriyeti barıştıran adam” dersek, bilmiyorum çok mu iddialı bir lâf olur? Evet! Tam da öyle: İmam-Hatip kursları ve okullarının açılmasında imzası olan, hazırladığı plan ve projesini o zamanın Diyanet ve Milli Eğitim camiasına kabul ettiren karizmatik bir kişilikten bahsediyoruz. Batı kültürüne ve felsefesine olan vukufiyeti ile Cumhuriyetçilerin, İslâm ve doğu kültürüne karşı derinliğiyle dindar camianın ittifak ettiği aydın ve münevver bir adam. Bulunduğu toplantılarda o bir söz söylemişse kimse onun üzerine bir şey ilâve edemiyor. Yani tartışmasız son sözü o söylüyor.
65 yaşından sonraki aşk
Celâl Hoca 1882 doğumlu olduğuna göre 1947 yılında 65 yaşından emekli olacaktı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Oysa hoca o yaşına kadar kendi çalışma alanı ile ilgili bilgi ve belgeleri toplamış; felsefe, kelâm, İslam sosyolojisi, ahlâk, Arap dili ve edebiyatı, tarih gibi konularda eserler kaleme alacaktı. Ceffe’l-kalem bir yapısı yoktu, herşeyi ince eleyip sık dokuyan kılı kırk yaran mizacı o zamana kadar eser ortaya koymasına mani olmuştu. Bu konularla ilgili irili ufaklı 80 kadar defterin terekesi arasında bulunduğunu göz önünde bulundurursak, Celâl Hoca adından söz ettirecek kitaplar yazacak ve eser ortaya koyacaktı.
Peki niçin yazmadı veya yazamadı?!
Bu sorunun en kestirmeden cevabı şudur: İmam-Hatipler açıldıktan sonra, önce kurs ve sonra okul olan bu müessesenin ayakta durması için a, b, c’sinden z’sine kadar bütün işleriyle uğraştığı ve tüm yükü omuzunda taşıdığı için eline kalem almaya fırsat bulamamıştır. Daha doğrusu: Ümmetin ve milletin işiyle meşgul olmaktan kitap hazırlamaya zamanı olmamıştır. Tabi burada İmam-Hatip deyince, İstanbul İmam-Hatip okulunun şahsında bütün İmam-Hatip Okullarından bahsediyoruz. Celâl Hoca İstanbul İmam-Hatip Okulunun müdürüdür ve bu okul aynı zamanda Türkiye’de diğer vilayetlerde (İzmir, Ankara, Konya, Kayseri, Adana, Maraş) açılan okullara da öncülük etmiştir.
Celâl Hoca Ankara’dan “bir müdür, bir mühür” anlayışınca İstanbul’da okul açmak için izin aldıktan sonra devlet bir bakıma ona şöyle dedi: Ben sadece fen bilgisi ve sosyal bilgiler alanındaki ders hocalarının maaşını veririm, gerisine karışmam. Meslek dersleri hocalarını sen bulacaksın. Okul için binayı da sen bulacaksın ve bu yapıların tamiratına da karışmam.
Şaka gibi ama gerçek bu! 70 yaşındaki bu adam elinden geleni yaptığı gibi, elinden gelmeyeni de yaptı. Önce İstanbul suriçinde bütün metruk binaları dolaştı. Vefa’da şimdiki İlim Yayma Yurdu’nun yıkılmaya yüz tutmuş virane halindeki ahşap yapıyı Sirkeci esnafını organize ederek birkaç ayda yaptırdı. Üç yüze yakın öğrenciyi de kendisi buldu. Matematik, fizik, kimya hocaları tamam; ancak İmam-Hatipte meslek dersleri hocaları olmazsa olmaz. Onları da çevresindeki arkadaşlarını organize ederek kendisi buldu. Devlet bu okulları gönülsüz açtığından zaten açtıktan hemen sonra kendiliğnden kapanması için her şeyi yaptı. Öyle ki Celâl Hoca’dan sonra İstanbul İmam-Hatip Okulunun müdürlüğüne ateist görüşleriyle tanınan ünlü birini getirdiler. Bu müdür, Anadolu’nun her bir yanından gelmiş fakir ve gariban çocukları çevredeki ortaokullara göndermek için çalıştı ve çoğunu gönderdi de. Argümanı da şu: Ne işiniz var burada? Mezun olunca size göre iş yok. Ölü mü yıkayacaksınız, imam mı olacaksınız? Çünkü bu okuldan mezun olacak öğrencilerin ne yapacağı konusu o zamanlar tamamen muammadır. Böyle bir ortamda ilk girenlerin yüzde doksanı elenmiş, yedi sene sonra ancak yüzde onbeşi kadarı mezun olabilmiştir.
Ondaki aşktan bahsetmiştik. Kurucu müdürlüğünü yaptığı okulda Celâl Hoca’yı o kadar bıktırdılar ki, yaşına hürmeten “çek git” diyemedikleri için ayrılmaya zorladılar. Bir bakıma yaşın yetmiş, işin bitmiş dediler. Artık bu yaşından sonra emekliliğini yaşa hoca, demek istediler. Hayır! Müdürlüğü bırakmak zorunda olduğu tarihten sonra bile ısrarla ve inatla meslek derslerine girmeye devam etti. Hocaefendinin yaşına bile saygı göstermeyen idareciler olmadık kural getirdiler. 75 yaşındaki bu adam onların yüzüne karşı şöyle dedi: “Kural diye günde birkaç kere başımdan bevletseniz bile beni bu okuldan ayıramazsınız.”
İşte ondaki aşk budur. 70’ine kadar kendisine altın tepsi içinde sunulan makam ve mevkiyi kabul etmemiş, masonluk teklifini “cehenneme seccade seremem” diyerek reddetmiştir. İstenilen manevrayı yapsaydı çoğu akranı gibi ünlü bir “felsefe profesörü” titri alabilir, hatta Diyanet İşleri Başkanı bile olabilirdi. Hepsini elinin tersiyle itmiş, surda açılan bir gedik olarak gördüğü İmam-Hatip aşkının yerleşmesi için gayret etmiştir.
Peki, Celâl Hoca’nın başına bütün bu şeyler gelirken İmam-Hatiplerin açılmasına izin veren Demokrat parti döneminin Milli Eğitim Bakanlığı ve Diyanet İşleri Başkanlığı ne yapıyordu diye sorabilirsiniz.
Siyaset literatüründe “İktidar oldular ama muktedir olamadılar” sözü işte o zamandan beri geçerlidir.
Menderes’in suçunu işleyen adam
Celâl Hoca ne yapmak istedi?
Henüz Trabzon’da 15-16 yaşlarında iken birgün bir camide Kur’an-ı Kerim dinledi. Manasını anlamadığı ayetlerin âhengi ve okuyanın ses tonu o kadar hoşuna gitti ki gayriihtiyari şöyle bir cümle döküldü ağzından: “Allahım, Senin kitabının dilini bana öğretirsen, ben de senin dininin tellalı olacağım!” Tellalı yani dellalı, yani o dinin mübelliği, münâdîsi. Dinin mesajını başkalarına duyuran kimse.
Osmanlı bakiyesi bir aydın olarak devrinde yaşanan kuraklığı gördü ve yaşadı. Bunun için yeni nesle bahçıvanlık yapmak istedi. Fuzuli’ni su kasidesinden mülhem söylersek, gül yetiştirmek için kendisini dikenler arasına attı. Bunu bir eli yağda bir eli balda olarak takdim etmediler ona. Yağı da balı da kendisi yaptı. Etinden ve sütünden yararlanılan ineği kesmek istediler, kesemediler. Bu sefer süt veren ineğin memesini kurutmak istediler. Bal yapan arının kovanına çomak soktular. Celâl Hoca yine pes etmedi. Yaşından beklenmeyen enerjiyi onda görenlere, “âh, bendeki aşkı bir bilseniz” diye cevap verirdi.
Neydi ondaki aşk?
Aynen Peygamberimizdeki aşk gibi. Bu davadan vaz geç diyenlere karşı Efendimizin verdiği cevap gibi: “Bir elime ayı, bir elime güneşi verseniz bile bu davadan yine de vaz geçmem.”
Celâl Hoca’nın bu sıralarda çok sık söylediği ve dilinden düşürmediği bir şiir vardır ki onun içinde bulunduğu duruma tercüman olduğunu görüyoruz. Erbilli Esad Efendi’nin kaleme aldığı bir şiirdir bu:
Ne yerden kârbân-ı gam göçer olsa konar bende
Belâ râhında şimdi bir muayyen menzil oldum ben
Tam da bu şiirde anlatılan gibiydi hoca. Anadolu’nun dört bir tarafından ve İstanbul’dan gelmiş bu öğrencilere hem bir hoca olarak hem bir baba olarak yardımcı oluyor ve iltifat ediyordu. Ona göre bu çocuklar yavruları sütsüz kalmış anadan farksızdı. Neylesin ki bu ağlama ve inlemeleri başkasına duyuramıyordu. Bu çocuklarla birebir ilgileniyordu. Çünkü pedagojiyi biliyor, öğrencinin psikolojisinden çok iyi anlıyordu. Onların tek birisinin bile incinmesine, kara propagandanın etkisi altında kalmasına gönlü razı olmuyordu. Bazen tek başına bazen de yanında birkaç arkadaşı olduğu halde savaşıyordu. Kimi arkadaşlarını pasif görünce üzülüyor, en çok da buna kahroluyordu. Böyleleri için “Hem âteşe yan, hem etme eyvah!” diyordu. Ateşler içinde yanan insanların çığlık atmamasına şaşıyordu. Hem ateşte yanacaksın hem ah vah etmeyeceksin, bu nasıl bir vücut demek istiyordu bir bakıma.
Erbilli Esad Efendi bu şiirde ne söylüyor ve söylediğini yaşıyorsa, Celâl Hoca da fazlasıyla yaşıyordu. Şimdi “YouTube”a “Nağme-i aşk ve Erbilli Esad Efendi” yazarak diğer beyitleriyle birlikte bu şiirin estirdiği havayı dinleyebilirsiniz: Toplumumuzun 19. yüzyıla kadar olan yansımasını 20. yüzyıla aktaran Esad Efendi’nin şiirini yüzyılın ortasına Celâl Hoca taşıyarak dillendirdi. Celâl Hoca’nın İmam-Hatipten öğrencisi olan Emin Işık da 21. yüzyılın başında okudu bu şiiri.
Anlayacağınız, dünya boşalmıyor; hakikati seslendiren bir münadi mutlaka bulunuyor. Hepsi de başka mevsimlerde dünyaya geldiklerinden, “gül devri”nin “bülbül”ü olmayı özlüyorlar. Müptela oldukları aşk öyle bir aşk ki, Eşrefoğlu Rumi’nin:
Gökten belâ yağmur gibi yağsa
Başını ana tutmaktır adı aşk
dediği cinsten bir tutkunluk. Emin Işık’ın o yanık sesinden bunu dinledikten sonra aynı iklimde kanat çırpmışken bir de güftesi Yunus Emre’ye ait, Nurettin Cerrahi tekkesinde Muzaffer Ozak’ın bir meşk meclisinde okunan “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” ilahisini de dinleyebiliriz. O zaman Celâl Hoca’nın teselli babında okuduğu şiiri daha iyi anlarız. Kim bilir, yükte hafif pahada ağır nice mücevher ve zebercetlerin yüklü olduğu kervanın konakladığı, âlemlerin yapıldığı menzilden çıkarıyoruz bunu. Kervan göçmüş ve dağlar başında yalnız kalmışların hikâyesini…
Yeni yorum ekle