Her toplum, dünyadaki var oluşunu farklı kavramlar ve önceliklerle tanımlar. İnsanlar gibi toplumlar da kendileri için önem atfettikleri bazı değerler ve kavramlar için mücadele eder ve olmak istedikleri yere doğru ulaşmaya çalışır.
Güncel siyasi gelişmelere odaklanıldığında, çoğunlukla toplumları harekete geçiren ve motive eden unsurlar gözden kaçabiliyor. Her toplumun kendi tarihsel şartları içinde oluşan bir milli aidiyet hissine sahip olduğu ve bu his çerçevesinde kendisine biçtiği role uygun olarak hareket etmekte olduğu unutulabiliyor.
Rusya, eskiden beri akılla idrak edilmesi zor bir ülke olarak bilinir. Meşhur şairlerden Tutçev’in, “Rusya akılla anlaşılmaz ve arşınla ölçülmez” dizeleri ile başlayan şiiri Rusya’yı tanımlayan en yaygın ifadeler arasında yer alır. Akılla anlaşılamayan bu ülkeyi anlamak için Tutçev’in önerdiği şey “ona inanmaktır”. Rusya’ya inanmak, onun tarihsel misyonuna, dünya üzerinde müstesna bir konuma ve role sahip olduğuna inanmak demektir.
Rusya’nın tarihte oynaması gereken rol nedir sorusu, Rus düşünce geleneğinin en can alıcı sorularından birini oluşturur. Kendisini diğer toplumlardan farklı kılan özelliklerini ortaya çıkartmak, bu özelliklerin dünyanın gidişatına nasıl bir katkıda bulunacağını sorgulamak Rus düşünürlerinin en çok yaptığı şeydir. Bu tartışmalar sırasında Rus halkının “hak ve batıl mücadelesinde hakkın tarafında olduğu”, “adaletin dünyada hakim olması için mücadele ettiği” ve “kurtarıcı halk” olduğu gibi ifadeler öne çıkar.
Rusya’nın tarihsel misyonu da bu tanımlarla birlikte anlam kazanır. Sonuçta karşımıza, dünyada olup bitenlere karşı sessiz kalması durumunda Tanrı tarafından kendisine verilmiş olan ulvi görevi yerine getirmeyerek kendi var oluş anlamına ihanet edeceğine inanan bir toplum çıkar. 1917 sosyalist devriminin başka bir ülkede değil de Rusya’da gerçekleşmesi de bununla açıklanır. Ruslar için sosyalist devrimi meşrulaştıran düşünce süreci şu şekilde işliyordu: “Kapitalizm mazlum insanları sömürüyor ve onlara hayat hakkı tanımıyorsa, onu yenmek biz Rusların görevi olmalıdır”. Sadece kendi ülkelerinde değil, dünyanın tamamında bu mücadele verilmeli ve mazlum insanlar, sömürü ve adaletsizlikten kurtarılmalıydı. Bu iddialarla yola çıkan Rus sosyalizminin sonunda nasıl bir yere evrildiğini ise hepimiz biliyoruz.
Rus imparatorluğunun yayılma sürecinin de yine “kurtarıcı” (mesiyanik) misyon ile meşrulaştırıldığını hatırlamak gerekiyor. Özellikle Balkan halklarının Osmanlı’dan ayrılmasında “ezilen halkların esaretten kurtarılması” söylemi, Rusya’nın Osmanlıya karşı verdiği savaşlar sırasında en bilinen sloganıydı.
1990’lı yıllar, Rusya’nın “küresel vizyonundan” artık vazgeçtiğine dair bir yanılsamanın ortaya çıkmasına neden oldu. Sosyalizmi kurmak için yola çıkan ve bu amaç uğruna milyonlarca insanını kaybeden bir ülkenin, bu başarısızlıktan sonra artık kendi içine kapanacağı varsayıldı. Konjonktürel olarak bakıldığında böyle bir beklentinin ortaya çıkması normaldi. Yenilmiş ve bütün iddialarının geçersizliği kanıtlanmış bir ülkenin dünyaya artık daha temkinli bakacağını beklemekten daha doğal ne olabilirdi ki?
Oysa Ruslar açısından durum böyle değildi. Yenildikleri doğruydu. Ancak bu yenilgi, tarihsel misyonlarının sona erdiği anlamına gelmiyordu. Sadece bir tecrübede başarısız olmuşlardı. Bu ise, başka şeyleri tecrübe etmemeleri gerektiği anlamına gelmiyordu.
Toplumların tarihsel hafızası ve milli hisleri kısa vadeli ve konjonktürel değişimlerin ötesinde bir derinliğe sahiptir. Bu yüzden bir devletin veya topraklarının kaybedilmiş olması o toplumun sahip olduğu bütün iddialardan vaz geçeceği anlamına gelmiyor. Osmanlı sonrası Türk toplumunun bütün çabalara rağmen tarihsel misyon duygusunu kaybetmemesi ve şartlar olgunlaştığında yeniden bu misyon ruhuyla hareket etmeye başlaması buna iyi bir örnektir.
2000’li yıllarda karşımıza çıkan Rusya da bu kanaati doğrulayan adımlar atmaya başladı. Rus mesiyanizmi yenilenmiş bir dille yeniden sahneye çıktı. Dünyanın tek bir güç merkezi tarafından yönetilmesinin adil olmadığı söylenerek ABD merkezli tek kutuplu dünya sistemine savaş açıldı. Batı’nın, insanlığın geleneksel değerlerini yıkmaya çalıştığı, kurduğu sömürü düzeni ile kendisi dışındakilere var olma hakkı tanımadığı gibi ifadeler Rusya’da en çok dile getirilen ifadeler olmaya başladı. Rus halkının bu söylemler etrafında kolayca kenetlenebildiğini de söylemek gerekiyor. Sovyetler Birliği dönemine on yıllar boyunca yetiştirilen nesillerin zihninde Batı zaten, karanlığın ve kötülüğün timsali olarak kodlanmıştı. Sosyalizmin mücadelesi “Kapitalist Batı’ya” karşı verilen mücadeleydi. Dolayısıyla yeni dönemde Rus halkını yeniden
Batı karşıtı söylem üzerinden mobilize etmek zor olmadı. Ancak bu defa Batı, “kadim insanlık değerlerinin düşmanı”, “din düşmanı”, “aile düşmanı” olarak tanımlandı. Bu söylemler öylesine etkili oldu ki, Rusça’da “Yevropa” olarak telaffuz edilen Avrupa kelimesi son yıllarda halk arasında ironik bir dille “GeyRopa” şeklinde telaffuz edilmeye başlandı. Bu tespitlerimiz elbette Rusların Avrupa’ya kategorik olarak düşman olduğu anlamına gelmiyor. Paris’in, Viyana’nın, Roma’nın Rus halkı için nasıl bir cazibe merkezi olduğunu Rusları bir nebze tanıyan herkes bilir. Ancak bu durum Batı karşıtlığının yeni Rusya’nın ana misyonu haline gelmesine engel olmadığını görüyoruz.
Bugünlerde, “Rusya ne yapmaya çalışıyor?” sorusunu artık daha sık duyuyoruz. Önümüzdeki dönemde de duymaya devam edeceğimiz bir soru bu. Bu sorunun cevabını Rusların kendilerine biçtikleri “kurtarıcı” rolünü anlamadan cevaplamak mümkün değil gibi görünüyor.
Yeni yorum ekle