Din/inanç, esas itibariyle güven esasına dayalı, tekil sezgisel bir kabuldür... Kişiler başlangıçta doğup büyüdüğü (birincil olarak muhatap olduğu) aile içinde inancını bir miras olarak devralır. Ve ikincil etki alanı olarak yaşadığı toplumda kültürün bir parçası olarak bu inancını kurumsal hale getirir. Bu serüven, kişinin düşünce biçiminde bir kırılma göstermediği sürece bir sapma olmadan ömrün sonuna kadar aynı istikamet üzerine devam eder. Lakin bu serüven farklı sebeplerden dolayı doğrusal olarak aynı çizgi, aynı kabuller üzerinde devam etmeyebilir.
Kişinin mizacında azıcık huysuzluk, biraz düşünme, kritik etme, merak, endişe ve olup biteni sahici ve samimi olarak anlama kaygısı baş gösterdiyse ve kişi biraz da cesaretliyse miras olarak devraldığı inanç ve diğer tüm düşünce/ideoloji/değer alanlarının aslını öğrenmek ister. Hayatın içinde olup bitenleri nesnel bir zihinle değerlendirmeye yönelen kişiler, öncelikle inandığı dinin aslını öğrenmek isterler. Çünkü tarihe/geçmişe ait ve var olan/tecrübe edilen pratiklerin, vicdan ve evrensel ahlakla çelişiyor olması doğal olarak akılları karıştırır. Çağın ürettiği bilinç ve kavrama düzeyi ile geçmiş dönemlerde üretilen bilinç ve kavrama düzeyi arasındaki mesafe ve çelişkilerin gündeme gelmesiyle birlikte, miras olarak devralınan geleneksel kültür ögeleri sorgulanmaya başlar. Meseleye kültür ekseninde bakınca bir problem olmaz; ancak meseleye varoluşun anlamını inşa ettiğin inanç esasları (teoloji) ekseninde bakınca durum değişmeye başlar. Çünkü işin içine tanrı buyruğu girince, tanrının ne istediğinin net olarak bilinmesi gerek. Eğer bu netlik belirginleşmez ise tanrı adına her türlü eylemin icrası mümkün olabilir. Yani tanrı adı kullanılarak iyiliğin (maruf) tesisi mümkün olmakla birlikte, her türlü kötülüğün /günah/suç/ (münker) gerekçesi de olabilecektir.
Klasik ve şartlandırılmış gerekçeler üzerinden, "vardır bunda bir hikmet/ hocanın/üstadın/liderin bir bildiği var" kandırmacaları artık günümüzde iş yapmıyor. Öncelikle ilk tepki/endişeler olarak, -bize anlatılan din bu olmamalı, yanlış giden bir şeyler var, tanrı böyle bir şeyi murat etmemeli gibi kaygı ve sorgulamalar kişinin zihninde belirmeye başlıyor. Bu sorgulamaların kişiyi getirdiği yerler kademe kademe değişmeye başlıyor.
İlkin vahyin mahiyetini tanımlayan/şekillendiren kelimelere yüklenilen tanımlara yeni anlamlar yüklenerek işe başlanıyor. Burada kullanılan sözcük aslında şimdiye kadar bize anlatılan şeyler değil, aslında bu kelime şu anlamı ihtiva etmekte gibi, modern tanımlar üzerinden yeni anlam yüklemeleri yapılıyor.
Bir sonraki aşama ise, yorumlarda anakronikzme düşmeden, dönemin biliş, algılayış ve kültür düzeyi üzerinden açıklama yapılarak, insanın düşünsel ve bilinç düzeyindeki değişime paralel olarak bazı olguları sabit, bazı olguları dinamik olarak kabul ederek, güncelliğini yitiren tanım ve yorumları askıya alarak tarihselci bir bakış açısıyla, bir açıdan hükümleri eleyerek yeni bir teoloji inşa etme çabası oluyor.
Esas itibariyle tarihselci bakış, ardışık duraklar takip edildiğinde köprüden önceki son çıkış olarak da görülebilir. Velev ki, tarihselci bakış açısının sunduğu açılım ve açıklamaların da kişileri mütmain etmemesi durumunda, devreye felsefi/antropolojik sorgulamalar girmeye başlıyor.
Burasını kritik bir eşik olarak değerlendirmek gerek.
Tüm bu aşamalardan sonra artık kalbiniz, aklınız neye yönelim gösteriyorsa oraya doğru ilerliyorsunuz. İmanla, düşünme ve bilim arasında bir korelasyon olduğunu kabul edenlerle, "bunlar arasında hiçbir korelasyon yok, her disiplin birbiriyle bağlantısı olmayan farklı kategorilerdir" diyenlerin başşını çektiği iki ana yönelim çıkıyor ortaya. Bu tartışma, yani inancını akılla temellendirmeye çalışanlar ile bu yöntemi tutarlı bulmayıp fideist olarak (sorgulamadan, olduğu gibi) inanmaya devam edenler arasındaki tartışma her daim güncelliğini sürdürüyor.
Bu serüven(düşünme/sorgulama/cedelleşme) neticesinde, (inancın içinde kalan ya da dışına çıkan) herkesin ortaklaşa kabul ettiği baskın bir gerçek var; meselenin özünü kendi çabasıyla, emek vererek, sahici ve samimi olarak kritik eden kitlelerden şöyle bir serzeniş duyuluyor: "bizler kendi bilgisizliğimiz, düşüncesizliğimiz yüzünden farklı emellerin kullanışlı aparatı olarak ömrümüzü boşa harcamışız, bizler aldatılmışız"... "Bir mefkureye ömrümüzü adamıştık, lakin hepsi bir projeymiş" gibi yakınmalar başlıyor.
Kişi için hayatın en enerjik döneminin aldatılarak geçtiğini düşünmesi ve bu psikolojiyle mevcut vaziyetini değerlendirmesi ciddi travmalara yol açıyor. Bu serüvene tuz biber eken katalizörler olarak (sosyal) krizler çıkıyor.
Örneğin doksanlı yıllarda çok ortaklı olup, ancak yasal zemini olmayan sözde ekonomi modelleriyle binlerce insanın sermayeleri heder edildi. Birileri bu sermayeler üzerinden resmen soygunculuk yaptılar. Bu, ekonomi alanında yaşanan bir krizdi. Asıl kriz daha teolojik merkezde olandı. Sözde hizmet hareketi olarak gündeme gelen ve yürüttüğü yüksek stratejiyle ciddi sosyal/ekonomik/bürokratik pozisyon elde eden fetö hareketinin neleri yapabileceğinin somut olarak görülmesi, toplumun genelinde (belki etkisi tam görülmese de) önemli sorgulamaları gündeme taşıdı. Bu hadisenin öncesi/ortası ve sonrasındaki yaşananlar, din/dindarlık algısının derinden sorgulanmasına kapı araladı. Çünkü bu hain girişimin teolojisi ile ona hunharca tepki gösteren benzer yapıların teolojisi aslında aynıydı... İnsanları yıllarca manipüle eden bu yapının diğerlerinden farkı, güçlenmiş olmasıydı... Yani aynı nitelikte olup güçlenen tüm yapılar aynı potansiyeli taşımaktadır.
Şimdi kendini benzer bir örgütlenmeye ait gören kişiler bu tespite "-hayır efendim, biz öyle değiliz, biz vatan/millet/devlet sevdalısıyız" diyecekler doğal olarak. Oysa, bağlı/bağımlı bulundukları merkezden talimat gelse, -devletin yasası yerine, aldıkları talimatı öncelerler. Çünkü kendilerine gelen emrin/talimatın hacı/hoca/şeyh vasıtasıyla ilahi bir buyruk olduğunu daha işin başında kabul etmişlerdir. Bir kimliğe, özellikle dinsel kimliklere sorgusuz, sualsiz teslim olan kişilerin bu serüvenleri yaşamaları elbette mümkün değil. Ancak musibetler öylesine net, keskin ve güçlü gelmeye başladı ki, en azından yeni nesiller ortada olup biten şeyleri yalın, basit bir muhasebe ve kıyasla bağlantısız bir akılla değerlendirmeye başladılar. Olup biten birçok şey basit/yalın/anlaşılır olmasına karşın, ön yargılı/savunmacı/bilindik ezberlerden yola çıkıldığı/payende yapıldığı için bir o kadar karışık gibi görülmekte, sağlıklı değerlendirmelere fırsat verilmemekte.
Oysa mesele çok basit… Senin dinin sana, benim dinim bana. Senin tercihin sana, benim tercihim bana. Toplumun uzlaşabileceği alan kamusal alandır. Eğer toplum kendi geleceğini düşünüyorsa yapacağı öncelikli şey, uzlaşı bulamayacağı öznel tercihler üzerinde cedelleşme yerine, uzlaşabileceği ortak yaşama alanı/kamusal alanın nasıl tesis edileceğinin yollarını aramasıdır. Yani barış ve kardeşlik içinde bir toplum inşası, evrensel ilke/prensipler zemininde, birbirinin hak ve hukukuna saygılı olunmasıyla mümkün olacaktır. Esenlikle
Yeni yorum ekle