Kimlik ve kişilik kavramları üzerinde daha önce bir yazı yayınlamıştım.
Özellikle kimlik meselesini apaçık hale getirmek için somut bazı ayrıntılara girme gereği duydum. Burada yapmak istediğim, meseleyi teolojik ve kavramsal zeminden tartışmaktan öte, (zira bu işi akademik kulvardaki teolog, sosyolog ve filozofların yapması beklenir) daha sıradan, günlük ve basit kıyaslamalarla özellikle gençleri düşünmeye sevk etmek.
Özellikle modern dönemlerde daha doğrusu ortak bir coğrafya üzerinde yaşamasına rağmen kimsenin kimseye benzemediği heterojen toplumsal yapılarda, asıl olan şeyin ortak bir yaşam alanı; yani kamusal alanın tesis edilmesi gerçeğinin fark edilmesidir. Bu fark edilemediği takdirde, kişiler kendilerini hapsettikleri kimlikler üzerinden tanımlayacak, kutsayacak ve hiçbir zaman insan merkezli bir anlayış ve pratik geliştiremeyecektir. Teorik olarak bunu tesis etmek çok kolay; lakin iş pratik alana gelince insanın bilişsel ilerleme düzeyi ile duygusal/dürtüsel ilerleme düzeyi aynı olmuyor. İnsan doğası, zihinsel olarak inşa ettiği ideal ilkeleri, pratiğe dönüştürmede pek de yetenekli değil. Sözde tüm insanlığın kardeşliği, barış içinde yaşaması, eşit haklara sahip olması gerektiğini savunurken, eylem bazında bunun pek mümkün olmadığı bilinen bir gerçek. Neden böyle olduğu psikososyal perspektiften daha detaylı analize ihtiyaç duyar. Lakin işin en bariz görünen tarafı, kanımca ilkel dönemden kalan, daha çok güvenlik ve hayatta kalma amaçlı mensubiyet düşüncesi. Yani kimlik edinme ihtiyacı. Bu ihtiyaç, devlet gibi üst düzey güvenlik tesis eden örgütlenme olmasına rağmen devam ettiği sürece kişiler kimlikler üzerinden varoluşlarını tesis etmeye ettirmeye devam edecek ve ideal kamusal alan ve kamusal bilinç hep ertelenecektir.
Meselenin bir başka boyutu ontolojik anlamda tercih edilen dinin (ilkeler değil de) bir kimlik dairesi üzerinden tanımlanması ve bu tanım üzerinden kurtuluş reçetesi sunulmasıdır. İnanç esası üzerinden belirlenen “bir sembol ifade” deklare edilerek girilen din dairesi, kişi için felaha ermede, cennete girmede yeterli olduğu inancı ve insana dönük tüm eylemlerin ana değerleme ve yargı kriterinin bu daireye girme olarak gören anlayışın ne gibi kişisel ve toplumsal arızalara yol açtığını fark etmek için, içinde bulunulan kimlik dairesini bir süreliğine paranteze almak gerekecektir. Bu elbette kolay değil. Aslında bu sorgulama daha sahici ve ayağı yere basan (uydurma ve eklemelerden uzak) bir inanç esasını keşfetme için geçerli usul olarak da görülebilir. Kritik soru şu: Tanrı insandan gerçek anlamda ne istemekte?… Bize, bizim tahkik etmeden kabul ettiğimiz ve ailemizden öğrendiğimiz inanç esasları gerçekten tanrının bizden yapmamızı arzuladığı şeyler mi?.. gibi…
İnancın bir kimlik dairesi içinden yürütülmesi ne anlama gelir. Esasında inanç ilkeler üzerinden tesis edilir. Yapılması ve yapılmaması gereken tutum ve davranışlar üzerinden bir değerleme yapmakla birlikte, "aşkın varlık alanlarına imanı" da esas alır. Aşkın varlık alanı (tanrı, melek ve öte dünya) deneyimlenip ölçülebilir bir alan değildir. Yani kişinin, “ben tanrıya, meleklerine, peygamberlerine ve ahiret gününe inanıyorum, demesinin bir keyfiyeti olabilir mi? Bu ifadeleri gerçekten inanan biri ile hiç inanmayan biri sarf edebilir. Gerçekten inanan ile hiç inanmayanı nasıl ayırt etmek gerekir? Ya da bunu tayin edecek bir makam olabilir mi? Ayırt edilmesi ile ayırt edilmemesi arasında başkaları açısından ne gibi cari bir faydası olabilir?
Eğer kabul edilen inanç sistemi, kişinin erdemli, güvenilir, tutarlı, hak ve hukuku koruyan, yalan söylemeyen, iyilik yapan, kötülükten uzak duran, her ne koşulda olursa olsun kötülüğe karşı duran, cesur, -kısaca iyi insan- olmasını istiyor ise kimliği mi yoksa kişiliği mi esas almalıdır? İnanç kimlik dairesine girdiği halde, sıralanan söz konusu ideal davranışları sergilemeyen insan ile inanç kimlik dairesine girmediği halde bu davranışları sergileyen insan arasında bir tercih yapmak gerekirse, tanrı bunlardan hangisini makbul görür ya da insan olarak biz hangisine güvenip dostluk kurabiliriz?
Meselenin bir başka boyutu ise inancın bir kimlik dairesine hapsedilmesi ve kurtuluşun bu kimliğe girenlerin olacağı düşüncesi/inancıdır. Bu düşünce veraberinde şu kabulü zorunlu kılar: “Bizim inancımız dışındakiler doğru yolda yani tanrının yolunda değiller, batıl yoldalar, onlardan iyilik sadır olmaz, onlar kötülüğü temsil eder ve hiçbir zaman bizim onlarla eşit/denk olma imkânımız olamaz…” Bu düşüncenin tarihte güç kazanması durumunda ne gibi facialara yol açtığını azıcık araştırma yapanlar görebilir. Hatta zamanımızda bile ne gibi zulümlere sebep olduğuna zaten tanık olmaktayız. Asıl önemli nokta şudur: İnsanlığın geldiği düşünsel noktada, aynı apartmanda bile farklı kültür, kimlik ve inanç mensuplarının yaşadığı modern dönemlerde, bu şekilde düşünmenin sahiciliği ve pratik karşılığı ne olabilir.?
İnancımız bir kimlik deklare etmekten öte, kişide davranışı yani kişiliği esas almakta mıdır? Kişilerin iyi olmaları için illa ki bizim gibi düşünmelerine gerek yok, iyilik halinin referansı başka inanç ve değer alanları da olabilir diyebilmekte miyiz? "Mesele, ölçüp gözleyebildiğimiz davranışlar ve bunların bizde uyandırdığı güven hissiyle beraber hepimizin ortak yaşama alanı ve devlet korumasında olan kamusal alanın güvenliğini tesis eden yasalara bağlılığıdır" anlayışını mı kabul ediyoruz?
Yine kritik bir boyut ise, bir inancı dayatmanın ne olduğunun fark edilememesidir.
İnançlar, bir kabuldür. Rasyonel ve ölçülebilir yanları yoktur. Kişinin içsel, sezgisel kritik bir muhasebe sonrası kabul ettiği ya da etmediği duygu hallerdir. Bu duygu halinin kişide bir otorite tarafından dayatılması iki durumu ortaya çıkarır. Kişi ya direnç gösterir; ya da inanmış gibi yaparak klasik tabirle münafık olarak yaşamına devam eder. Aklı başında birileri bu muhkem gerçeği bildiği halde, bir inancı ya da kabul edilen inancın detaylı pratiklerini yaşaması için topluma niçin baskı yapar? Baskı yapmasının tanrısal bir talep olmasının mümkün olmayacağı düşünüldüğünde, neden tarih boyunca ve halen günümüzde baskılar devam etmektedir? gibi sorulara ve sorgulamalara sahici, samimi ve mantıklı cevaplar verilmesi sanırım birçok krizin nedenini ortaya çıkaracaktır.
Yine meseleye evrensel bir bilinçle bakıldığında, iyiliği, kötülüğü ve bunun türevleri bir kimlik üzerinden tanımlanırsa, mensup olunan kimlik dışında olanlara reva görülen zalimane davranışlara duyarsız kalınır. Hatta sevilmeyen, düşman bellenilen kesimlere karşı yapılan hak ve hukuksuzluklara içten içe, ya da doğrudan destek verilir. -İyi oldu, nasıl olsa bunlar batıl yoldaydılar… gibi bir yaklaşılır. Ya da kendi mensup olduğu kimlik dairesine yapılan haksızlığı ve hukuksuzluğu, bu davranışı bir zalim otoritenin varlık inşası değil de, kendilerine düşmanlık olarak algılayacak olanlar hayatı, olay ve olguları hiçbir zaman sağlıklı değerlendirme imkanına sahip olamayıp, yaşamı kendi gibi düşünmeyenlerle sürekli bir mücadele alanı olarak göreceklerdir.
Yurttaş temelli anayasal hukuk devletinde, ne adına olursa olsun kimlikler modern, denetlenen, hesap veren sivil örgütlenmeler değil de, ontolojik bir kabul üzerinden yürütülürse yurttaşlık bilinci, (kamusal alan düşüncesi ve kamusal bilinç) oluşumu hep sekteye uğrar. Yurttaşlık bilincinin oluşmaması, beraberinde her türlü sosyal ve bireysel sorunların ana nedeni olarak karşımıza çıkar. Yurttaşlık, üst düzey bir bilinçtir. Ve bunun teminatı modern anayasal hukuk devletidir. Umarım 150 yıllık deneyim bize bu bilinci kazandırmıştır. Esen kalınız…
Yeni yorum ekle