Herkesin bir kamplaşma, bir kulüpleşme peşine düştüğü günümüzde bazı kavramlar kafamızda öyle karışık ki. Yıllar içerisinde hepimiz mesleğimiz ile ilgili hep aynı sorulara maruz kalır dururuz. Hepimizin dilinde hazır klişe cevaplar, geçiştirir hemen sıradaki güncel sohbete atlamak için can atarız. “Bıktım kardeşim bu sorudan” diyemezsiniz saygı ve sevginiz gereği. Ama bazı sorular var ki artık gün geçtikçe canınızı acıtır ve dur demek istersiniz içinizden sessizce bağıran o sesle.
İşte bizim ülkemizde de çokseslilik kavramının üzerinde böyle kara bulutlar dolaşıyor. Hala demokrasi yolunda paldır küldür yürüyen bir toplumun elbette ki müzik konusundaki çoksesliliğe de bakışı biraz garip olacaktır.
“Nedir bu?” diyenler için bence en güzel örnek sinema sektörü ile benzeştirme ile olacaktır. Her ne kadar konunun güzelliğini etkilemese de sinemada iki boyutlu (2D) ve üç boyutlu (3D) oynatma teknikleri mevcut artık, buna hepimiz aşinayız. Görsel olarak iki boyut ve üç boyut arasındaki derinlik ve alınan keyif gerçekten farklı. Bunu da hepimiz çok iyi biliyoruz. İşte ben bu örneğe bayılıyorum.
Müzikte tek seslilik iki boyutlu bir film gibiyse, çok seslilik de üç boyutlu filme karşılık gelir. Kafamızı karıştırmasın sakın, bu söylediğimin filmin konusu ve hikâyesi ile hiç ilgisi yok. Yani müzikte de işlediğiniz konu ve tarz ne olursa olsun dinlemede keyfi arttıran bir şeyden bahsediyorum. Zorluğu da aynı. Nasıl üç boyutlu filmler birden fazla objektif ve aynı anda kayıt ile yapılabiliyorsa, müzikte de her çalgı ayrı notayı çalar ve bunu bir bütün olarak duyarız.
Buraya kadar her şey güzel. Peki, korkutan soru ne? Nedir bunca okumuş güngörmüş insanımızın “çoksesli müzik” korkusu. “Ne gerek var canım çoksesli müziğe, bence aslını bozuyor. Gerekli mi sence?” cümlesi hemen dökülüveriyor ağızlarından. Demiyorum ki eskisini atalım, yerine bunu koyalım. O zaten mükemmel bir şekilde yerinde duruyor. Ama gelin müziğimizi üç boyutlu duyalım sevelim ve yayalım. Elbette başlarda biraz zor gelebilir anlamak dinlemek. Hemen burada sinema örneğine tekrar dönmeye bayılıyorum. Üç boyutlu izlemek için o gözlüğü takmak zorundasın. Çoksesli müzikte de bu gözlük, bilgidir. Yani önce bilmek gerekir; dinlerken düşünmek, anlamaya çalışmak, üçüncü boyutu duymak gerekir.
Eğer senfonik müziğin bir batı eğlencesi veya sanatı olduğunu düşünüyorsak, dünyadaki örneklerini hiç bilmiyoruz, demektir. Dünyanın en iyi bestecilerinin bence Ruslardan çıkması, halen dünyanın en iyi çalan orkestralarının ve solistlerinin artık ağırlıklı Uzakdoğu’dan çıkıyor olması seni ikna eder diye düşünüyorum. Yani bu bir dünya dili artık. Siz o dili alıp istediğinizi anlatın ve tüm dünya sizi anlasın ve hatta sevsin. Bunca yıllık mirasımızı küçük sohbetler arasında yerimizi belli etmek kulüpleşebilmek adına heba etmeyelim. Hem muhafazakâr olup hem de senfonik çoksesli müziği sevebilmelisin. Ya da tam tersi klasik müziğe bayılırken Dede Efendi ile huzur bulabilmelisin.
Bence, özellikle devletin üst kademesinde olanlara, yani söz sahibi olanlara çok iş düşüyor. Onlar bu korkunun üzerine gitmeliler. Bu bilgisizliğin önüne geçmeliler. Nasıl Mevlana’yı, Yunus’u İngilizceye çevirerek tüm dünyanın anlamasını sağlamayı istiyorsak; müziğimiz de dünyanın dili olan çoksesli orkestral müziğe adapte edilmelidir. Elbette ki bu çevirme esnasında kayıplar ve farklılaşmalar olacak. Sanki metni aynen mi çeviriyoruz İngilizceye. Ne derler çeviri üstatları: “ Şiirde çeviri olamaz, ancak o dilde yeniden söylenebilir”. Gelin biz de müziğimizi evrensel müzik dilinde yeniden söylemekten korkmayalım. O zaman daha iyi anlayacağız dünya ile birbirimizi. O zaman kültür ve sanat mirasımıza daha iyi sahip çıkmış olacağız.
Özetle çok seslilikten korkmayalım…
Yeni yorum ekle