
İlk çağlardan bugüne, dilin gücünü keşfeden ideologlar, hatipler, peygamberler, politikacılar, sermaye sahipleri kitleleri sözün ve anlatının gücüyle biçimlendirmiş, onları bir amaç uğruna örgütlemiştir. Burada merkezde duran şey, anlatının ta kendisidir. İnsanların algılarını belirleyerek onları bir amaca uygun olarak harekete geçirmek aslında basit anlamıyla bir manipülasyondur. Ve insanlık tarihi aslında manipülasyonun da tarihidir. İnsanın bir eşyaya, bir araca, hatta bir silaha dönüşmesi algının yönetilmesiyle mümkündür.
Anlatı, insanın bilinmez ve belirsizlik karşısındaki “haberdar olmak” arzusundan beslenir. İnsan, açıklayamadığı şeylere dair anlatılara susamışlık duyar; tıpkı çölde susuz kalan birinin suya hasret çekmesi gibi. Bu susuzluk, onu ikna olmaya, anlamaktan çok inanmaya yöneltir. İşte tam da bu noktada, anlatı ve anlatıcı “kurmaca”yı devreye sokar. Kurmaca, iknanın en kadim ve en kestirme yoludur. Kurmaca gerçeğin tekrar inşası, dolayısıyla yeni bir hakikat iddiası içerir. “Mahir anlatıcının” muhatabı olan insan, susuzluğunu dindirdiğini sanarken, aslında zehri içiyor olabilir.
Tarih boyunca bu mekanizma verimli bir şekilde işletilmiştir. Mitolojiler, destanlar, kıssalar ve menkıbeler, net bir çatışma ve mesaj üzerinden kitleleri harekete geçirmiş, onları taraf olmaya zorlamıştır. Taraf olmak ikna olmak ve karar kılmaktır. Burada inanç, ideoloji, ahlak, anlayış ortaya çıkar. Sonrasında da insanın toplum ve insanlıkla münasebetleri bu bağlamda gelişir. Bu noktada devletler kurulur, savaşlar yapılır, insanlar bazı değerler için ölmeye bile gönüllü olur.
Modern çağda anlatının biçimi değişmiş, bilimsel iddialar ve sosyal bilimlerin dili kullanılmaya başlanmıştır. Ancak amaç değişmemiştir: Kitleleri belirli bir tipolojiye uygun hale getirmek. Kapitalizm, bu bağlamda, insanı bir tüketici tipine indirgemiş ve bu dönüşümde sinema, tiyatro ve medyanın kurgusal gücü belirleyici olmuştur.
90’lı yıllarla birlikte teknoloji, anlatı üretimine radikal bir biçimde dahil oldu. Montaj ve Photoshop gibi kavramlar, gerçekliği bükmenin yeni araçları haline geldi. 2000’lerden sonra ise yapay zeka ve dijital animasyon teknolojileri, işi daha da ileri götürdü. Artık yapay zeka tarafından üretilen görselleri ve videoları gerçeklerden ayırt etmek neredeyse imkansız hale geldi. Bu, sadece teknolojik bir ilerleme değil, aynı zamanda insan ve hakikat arasındaki mesafenin tehlikeli biçimde açılmasıdır.

Teknoloji, yapay zeka ürünü videoları tespit eden araçlar da geliştirecektir. Örneğin, bir video ile karşılaşıldığında, onun yapay zeka ürünü olup olmadığını sorgulamak için özel uygulamalar geliştirilecektir. Bu uygulamalar, ortalama bir kullanıcıya bir içeriğin gerçek mi yoksa yapay zeka tarafından mı üretildiği konusunda bilgi verebilecektir. Ancak, yapay zeka aynı zamanda bu denetim mekanizmalarını aşacak, daha gelişmiş ve üst düzey uygulamalar yaratacaktır. Sonuçta, bir yandan tespit araçları gelişirken, diğer yandan sahteleri daha da mükemmelleşecek ve bu, sonu gelmez bir kovalamacaya dönüşecektir.
Özellikle, haz ve korku sarkacında yaşayan, hayatın olağanüstü hızına ayak uydurmaya çalışan kalabalıkların, durup düşünecek vakti yoktur. Kendi varlığını, hakikatin bilgisini sorgulayacak zamanı bulamayan birey, hızlı bir şekilde maruz kaldığı görsel mesajlarla yönlendirilir. Aynı mesaj, yüzlerce, binlerce kez zihne ulaştığında, artık kişinin algısını ve inancını belirler hale gelir.
Ne ilk çağlarda ne de modern dönemde insanların çoğunluğunun, bir bilginin gerçekliğini araştırmaya yönelik derin bir çaba içine girdiği pek görülmemiştir. Tarih boyunca, kalabalıkların inançlarının, siyasi düşüncelerinin ve yaşam biçimlerinin, işittikleri ve gördükleriyle şekillendiği bilinmektedir. Kalabalıklar, temelde yaşamda kalma ve haz alma dürtüleri etrafında hareket eder. Bu denklem içinde, "hakikat nedir?" sorusunu sormak yerine, manipülasyona kendiliklerinden rıza gösterirler. Demokratik sistemlerde meşruiyetin kaynağı olarak görülen bu kalabalıklar, bu konumlarına rağmen eleştirel düşünceden uzak dururlar. Rıza üretme süreçlerine hakim olan güç odaklarıysa istedikleri sonucu kolaylıkla elde ederler. Sonuç olarak, yapay zeka ve dijital teknolojinin gelişimi, insanlık ve medeniyet açısından büyük imkanlar ve kolaylıklar sunma potansiyeline sahipken, aynı zamanda büyük riskler ve zorluklar da getirmektedir. Ancak kalabalıkların doğası kolayı arzulamaya meyillidir.
Rızanın üretimi bağlamında; şartlar, imkanlar ve yöntemler insan ve hakikat için olumsuz anlamda gelişirken “güç odakları” için son derece olumlu biçimde gelişecektir. Bu da insanın kaçınılmaz olarak nesneleşmesi anlamına gelecektir.
Bir ülkenin soykırım yaptığına dair üretilmiş sahte videolar, kitleleri savaşa sürükleyebilecekken; buna karşılık gerçek belgeler, “yapay zeka ürünü” denilerek reddedilebilecektir. İnsan, neye inanacağını, kime güveneceğini bilemez bir halde, derin bir güven bunalımına sürüklenecektir. Resmi kurumlara, tarihi belgelere, görsel ve işitsel kanıtlara duyulan güven sarsıldıkça, insan zihni geri dönülmez bir şekilde dönüşecektir.

Bu, “dijital menkıbeler” çağının başlangıcıdır. Güç odakları, yapay zeka destekli propaganda malzemeleriyle, insanların zihinlerini ilkel çağlardan daha etkili bir şekilde biçimlendirebilecektir. İnsanlık, özgürleştiğini düşündüğü modern çağdan, algıların ve olguların ters yüz edildiği yeni bir tür krallıklar dönemine geri dönebilir. Eleştirel düşünmeyen, sadece haz peşinde koşan ve korkuyla yönetilen kalabalıklar, bu dijital efsanelerin pasif tüketicileri haline gelecektir.
Sonuç olarak, insan ve hakikat arasındaki bağ, teknolojinin yardımıyla örülen bu kurgusal evrende giderek zayıflayacak gibi görünüyor. Gerçeklik, yerini “gerçeklik efekti”ne bırakırken, insanın anlama ve anlamlandırma çabası, yerini manipülasyonun sarmalında bir varoluş bunalımına bırakıyor.
İşte bu noktada, insanlığı ayakta tutan en temel sorulara geri dönmek zorunlu hale gelecektir. "Ben kimim?", "Varlık nedir?", "Hakikat nedir?" Bu sorular, insanlık açısından birer başlangıç sorusuydu ve bugünkü medeniyeti inşa ettiler. Modern çağda insan, her şeyi anlayıp yönetebileceğine inanarak bu kadim sorgulamayı arka plana itmişti. Ancak içine sürüklendiğimiz hakikat krizi, bizi bu en temel sorulara cevap verme zorunluluğuyla yeniden yüzleştirecek. Çünkü yeni bir zihin, yeni bir insan demektir; yeni bir insan ise yeni bir ahlak ve yeni bir hukuk anlamına gelir. İnsanlığın tırmandığı bu teknolojik zirve, onu tam da başlangıçtaki varoluşsal temellerine dönmeye zorluyor. Bu, bir son değil, belki de insan olmanın anlamına dair temel meseleleri nihayet ciddiyetle sormak için yapılan bir çağrıdır.
Yeni yorum ekle