Bir toplumdan söz edebilmek için bazı asgari müştereklere ihtiyaç vardır. Birkaç başlıkta ortaklaşabilen topluluklara toplum demek mümkündür. Ancak bizdeki kalabalıkların neredeyse ittifak ettiği tek mesele bu topluluğun bir toplum olmadığıdır. Zira sadece asgari müştereklerini kaybetmekle kalmayıp birbirinden nefret eden irili ufaklı düşman yapılara dönüşmüş, parçalanmış bir kalabalık var. Artık tüm kesimlere yayılmış bir güvensizlik pandemisinden söz edilebilir. “Öteki”ne güvenin tümden yok olduğu bir durum söz konusu. Daha dikkat çekici olan artık çoğunluk daha önce güvendiklerine de güvenmiyor. Haliyle bu topluluktan toplum diye söz edilemez.
Bu parçalanma, çözülme ve her bir parçanın da kendi içinde çürümesi sürecinde karşımıza iki kavram çıkıyor:
Eleştiri ve özeleştiri. Türkçede "elemek", Yunancada "krínō", Arapçada "nakada" fiillerinden doğar. Latince "criticus" olan eleştiri kavramı buradan Yunanca, Fransızca, İngilizceye geçer. Kabaca tüm dillerde kavramın kök anlamı ayırmak, seçmek, ayırt etmek; yargılamak, hüküm vermek gibi anlamlara gelir. Özeleştiri ise bu faaliyetin kişinin kendisine yöneltilmiş halidir. Yani kişinin kendisiyle ilgili ölçme, tartma, iyiyi kötüden ayırma faaliyeti anlamına gelen kavram.
Tabi her dilde benzer anlamlara gelse de tarihi süreç içinde bu kavramların macerası kültürden kültüre muhakkak farklılıklar göstermiştir. Bu serencamı anlamaya çalışmak uzun bir çaba gerektireceği için biz daha ziyade içinde yaşadığımız iklim, zaman ve zeminde bu iki kavramla münasebetimizi anlamaya çalışacağız.
Öncelikle "eleştiri" ötekini bertaraf etmenin bir aracına dönüşmüş durumda. Aile içi iletişimden politik düzleme kadar muhatabını alt etmek, onu yenmek, onu itibarsızlaştırmak için bir silah olarak kullanılıyor. Muhatap her kim ise onu eleştirirken konuya göre en ideal, en üst standartlar belirlenip muhatap bu bağlamda kuyumcu terazisinde tartılır ve ortaya çıkan sonuç muhakkak bir takım kusurlar barındıracağından eleştirilen kişi için hüküm verilir:
“İyi bir baba, iyi bir evlat, iyi bir işçi, iyi bir lider, iyi bir vatandaş vb. böyle olmayacağı için…” diye gerekçeler de bir kuyumcu hassasiyetiyle sıralanıp hüküm verilir: Sen çok kötüsün.
Bu bağlamda; insan ve toplumun kusursuz olmayacağı, şartların insanı daima hataya zorlayacağı, yaşamda idealin ancak bir ütopya olduğu kesinlikle dikkate alınmaz. Katı, net ve abartılı biçimde “doğru, yanlış, iyi, kötü” kavramları kullanılır ve tabiri caizse sanık mahkum edilir. Halbuki hayat bu keskinlikte ne yaşanabilir ne de anlaşılabilir.
Eleştiri kavramında bundan daha kötü olan bir durum daha vardır. O da eleştiri ve hakaretin aynı kabul edilmesidir. Yukarıdaki kusurlu da olsa katı tutumu bile sergileyemeyen kalabalık bir kesim de muhatap ile ilgili hükmü doğrudan hakaretle verir: Ahlaksız, şerefsiz, dolandırıcı ve çeşit çeşit küfür… Bunlar da eleştiri başlığında kabul edilir. Bu noktada sövgünün-küfrün fikir kabul edildiği görülür. Yukarıdaki katı tutum iklimi zehirlerken bu tutum da iklimi çürütür. Artık bu iklimde asgari müşterekler kaybolur ve parçalanma başlar. Bu parçalanma da düşman parçacıklar meydana getirir. Hem günlük iletişimde, hem geleneksel hem de sosyal medyada, hem politik yaşamda bunun sayısız örneği görülebilir. Kendisi kantara çıkarken muhatabını kuyumcu terazisinde tartanlardan muhatabıyla ilgili olumsuz hiçbir fikir belirtmeden küfür edenlere kadar geniş bir kesimde eleştiri kavramı artık bir “doğruyu yanlıştan ayırt etme” vasıtası olmaktan çıkmış rakibini değersizleştirme, işlevsizleştirme aracına dönüşmüştür.
Bu parçalanmanın yanı sıra ahlaken çürümenin de nedenlerinden biridir. Eleştiri, sağlıklı bir zemine oturmadan bu kalabalıktan bir toplum çıkmaz. Bunun için de adalet ve ahlak anlayışının insanlarda yerleşmiş olması gerekir. Zaten eleştiri kavramının artık başlangıçta işaret ettiği anlam alanından uzaklaşmış olmasının sebebi de kalabalıkların adalet ve ahlak noktasında bozulmuş olmasıdır. Zira adalet duygusunu yitirmemiş, ahlaken olgun insanlar eleştiri kavramını doğruyu yanlıştan ayırmak maksadının dışında kullanmaz.
Özeleştiri kavramı ise aslında eleştiri kavramından daha önemlidir. Neredeyse içinde yaşadığımız iklime tamamen yabancı, kalabalıkların neredeyse tamamen unuttuğu bir kavram özeleştiri. Vicdan muhasebesi biraz daha ahlaki-manevi bir anlam zemini kursa da özeleştiri de bir çeşit vicdan muhasebesi sayılabilir. Özeleştiri kişinin konu her neyse o konuda “hata, kusur, yanlış, eksik”lerini anlama çabasıdır. Kişi kendisini mutlak biçimde “iyi, doğru, adil, ahlaklı, dürüst, kusursuz” görüyorsa böyle bir şeye ihtiyaç duymaz. Bu da tanrı rolüdür. Çağın insanının çeşitli biçimlerde tanrı rolüne soyunduğu bir vakadır. Çok sayıda örnek vermek yerine kendini hatasız-kusursuz bulmanın tanrılık iddiası dışında bir izahı olup olmadığını düşünmek yeterlidir. Özeleştiri yapmayan, vicdan muhasebesi yapmayan kişi ahlaken sorunludur. Ötekini eleştirip salt ötekinin hatalarını dillendirmek ancak çürümüş bir ahlakla mümkündür.
Sağlıklı biçimde özeleştiri yapmayan kişinin tekamül etmesi söz konusu olamaz. Konu toplumsal düzleme geldiğinde özeleştiri kültürü olmayan tüm yapılar hızlıca bozulur, çürür; zulüm ve kötülük üretir. Hangi ideal etrafında hangi yüce dava için kurulmuş olursa olsun “tüm yapılar” bu sonuca mahkumdur.
İnsanın kendisi için özeleştiri kültüründen yoksunluğu ahlaken tefessüh etmesinin sonucuyken toplumsal bağlamda bu hem ahlaken çürümenin sonucudur hem de bir dayatmanın, bir mecburiyetin sonucudur. İçinde yaşadığımız toplumun örgütlü yapılarında özeleştiri kültürü “özellikle” yok edilmiştir. Bir inanç, bir ideoloji etrafında örgütlenmiş vakıf, dernek, parti, tarikat, cemaat gibi yapılarda hızlıca bir başkanlık tesis edilir. Ölü ya da diri bir lider hızlıca kutsallaştırılır. Dava, inanç, ideoloji de “mutlak hakikat” olarak dayatılır. Artık dava ve lider “kutsal” sayılır. Bu kültürde “Gök tanrının yeryüzündeki kılıcının, zillullah fil arz'ın, halifenin, ulu önderin, ebedi şefin, kâinat imamının, gavsul azamın, mürşidi kamilin, zamanın kutbunun, başbuğun” lider sıfatları olarak seçilmişliği bir vakadır. Bu coğrafyada, bu kültürde liderler tüm zamanlarda tanrısal, yüce, kutsal addedilir. “Öteki”nin liderleriyse şeytanlaştırılır. Bir türlü liderlerin insan olduğu gerçeği kabullenilmez. Ya ilah ya şeytan. Bu iklimde akıl ve vicdan değil duygu hakimdir. Haliyle böyle bir vasatta örgütlenen hiçbir “yapı”da özeleştiri kültürü olamaz ve de olmamıştır. Yüce, kutsal, tartışılamaz addedilen beşeri yapıların tamamı bozulmaktan, adaletsizlik üretmekten kurtulamaz. Bu yapıların dini ya da seküler olması fark etmez. Hepsinde mesele genelde aynı biçimde cereyan eder.
Yücelik, kutsallık, tartışılmazlık daima o yapının elitleri için türlü çıkarlar üretir. Özeleştiri bu çıkarları ifşa edeceği için büyük günahlardan sayılır. Bu yapıların mensupları, her olumsuzluğu, hatayı ve günahı, 'ötekilerin' düşmanlığına bağlar ve ötekileri eleştirerek ferahlarlar, sakinleşirler. Kendi yapılarının, inanç ve ideolojilerinin başındaki kişilerin hata ve kusurlarında bir hikmet ararlar. Aklın ermeyeceği bir mecburiyetle bu hataların olduğunu düşünürler. Bu zeminde yine de bir eleştiri ya da özeleştiri gelişirse derhal o “ajanlar, hainler, sapıklar, nasipsizler” yapıdan dışlanarak bir arınma hissederler. Böylece dünya saltanatı sürer gider. Rakiplerini, düşmanlarını yani “öteki”leri kuyumcu terazisinde tartan, her başlıkta onları en idealin ölçüsünde ölçen bu son derece kendinden emin tipler; mesele kendi inanç, ideoloji, lider, kurumlarına gelince hemen gayet mistik, sosyolojik, tarihsel bazı gerekçeler bulup kendilerini mazur, makul, kusursuz görmek konusunda mahirdirler.
İnsanın içinde bulunduğu yapılara karşı yöneltilen eleştirileri düşmanca karşılaması ve özeleştiri ihtiyacı duymaması yapının kutsallaştırılmasının bir sonucudur. Eleştirilere kulak verilir, özeleştiri ortamı oluşursa o ideolojinin, inancın, tarikatın-cemaatin bazı kusurları olabileceği ortaya çıkar ve kutsallık zırhı ortadan kalkar. Kutsallık zırhı olmayan bir lider, inanç ya da ideoloji bağlılarını dilediği gibi çekip çeviremez, onlardan faydalanamaz ve elitlerin saltanatı çatırdar. Haliyle bu iki kavram bizde hep “öteki” için dayatılır kimse kendi ait olduğu çevre için bunlardan söze etmez.
Sonuçta sosyolojik olarak birbirine düşman parçacıklara ayrılmış, her biri kendi içinde çürüyen, topyekûn bir ahlaken çürümenin yaşandığı bir iklim ortaya çıkar.
Eleştiri ve özeleştiri.
İnsanın ve toplumun tekamülü de çürümesi de bu kavramlarla şekillenir.
Yeni yorum ekle