Kaç paralık olduğumuzu kim belirleyecek ya da neden yalan söylememem gerekiyor

27 Kasım 2025

“KAÇ PARALIK OLDUĞUMUZU KİM BELİRLEYECEK YA DA NEDEN YALAN SÖYLEMEMEM GEREKİYOR”

(…)şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin

kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin(…)

 

(.)Biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler!

Kapçıklar! Evraklılar! Örtü severler!

Çığlıklardan çadır yapmak şanı bizdedir

Bizimdir yerlere tükürülmeyen yerler(…)

 

(…)Biz şehir ahalisi,üstü çizilmiş kişiler

Kalırız orda senetler,ahizeler ve tren tarifesiyle

Kimbilir kimden umarız emr-i b'il-ma'ruf

Kimbilir kimden umarız neyh-i ani'l-münker

Bize yalnız oğulları asılmış bir kadının

Memeleri ve boynu itimat telkin eder.(…)

(İsmet özel)

 

Bütün ahlak felsefesi aslında şu soru kipiyle ve cevaplarıyla ilgilidir veya buna indirgenebilir; “neden yalan söylememeliyim?”  İnsan denilen varlık, “tanrılık” statüsüne sahip ol(a)madığı ve olamayacağı için, pozitif değil de negatif ontolojiye sahiptir.  O bilgileriyle, bedeniyle, fizyolojisiyle, düşünceleriyle, …+N malul olan bir varlıktır ve “varlığı-da” buna dahildir..  Öte yandan insan denilenin negatif/eksiltili bir varlık olması tam olarak da onun var-olma çabasına yol açan “kurucu-dinamosudur”. Çünkü her türden oluş ve olma çabası eksiklikten, yoksun olma durumundan kaynaklanır. 

Elleri küçük, zayıf ve hantaldı başlangıçta, büyük arzularını, umutlarını, düşlerini kavramaya yetmiyordu, bu yüzden olsa gerek taşları birbirine vurup yontmaya başladı ve taş-aletleri yaptı ilkin. Sonra o taşa bir sap-ekleyip onu balta haline getirerek vuruş-etki gücünü artırdı, ellerini kullandıkça beyni gelişti, beynini kullandıkça da ellerinin işlevselliği artı ve geldik bu günlere. 

Ellerimizin sınırlarını zorladığımız gibi, gözümüzün sınırlarını, yetersiz hallerini de zorladık, teleskoplar, mikroskoplar yapar hale geldik. Anatomik ve fizyolojik olarak da yetersizdik, gördüğümüz diğer canlılara göre, onların hepsinin kendi-giysileri vardı, biz ise tüysüzdük ve urbalar yaptık biz de onların tüylerine eşdeğer. Baktık bazılarının kanatları var, göklerde özgürce ve ihtişamlı biçimde uçuyorlar, onlara özendik önce, taklit ettik, Hezarfen Çelebi  olup bir çift kanat takıp uçmaya çalıştık, düştük-kalktık bir daha denedik, bu şekilde olmayınca başka yolları, usulleri denedik ve sonunda göklerde uçmayı başardık ve geldik bu güne.

Sadece teknik, teknolojik bağlamda değil her bağlamda var olan sınırlarımızı zorluyorduk sürekli olarak, adete “hükmü zamanının elinde olan dama tahtasında oyun oynayan çocuklar”[1] gibiydik adeta. Sadece anatomik, fizyolojik sınırlarımıza isyan etmedik, “hayvani, nefsani-olan” yaşam biçimimize de isyan ettik. Olan yaşam biçimleri bize yetmedi ve olması gereken normatif değerler üzerinde de düşünmeye başladık. Sürekli birbirimizle savaşıyorduk, birimiz Habil bir başkamız Kabil olarak hep karşı karşıya gelip savaşıyorduk. Bu savaşlar canımızı yakmaya başladığı andan itibaren bir hedef olarak kendimize “barış” ülküsünü/idealini koyduk ve o gündür bu gündür hala kendimizle ve diğeriyle “barışmaya”, barışı mümkün kılmaya çalışıyoruz. 

Çeşitli nedenlerle kendimizden ve ötekinden nefret eder haldeydik ve dedik ki, nefretin yerine “sevgiyi koymalıyız” ve türdeşler olarak birbirimizi tüm farklılıklarımıza rağmen sevmeliyiz ve işte o gün bu gündür hala birbirimizi sevmeye çalışıyoruz. 

Bu bağlamda aldığımızda insan için rahatlıkla şu analizleri yapabiliriz; İnsan henüz “barışçıl” değildir ama olmaya çalışmaktadır. İnsan henüz bir “seven/sevgili” değildir ama olmaya çalışmaktadır. İnsan henüz adil değildir ama olmaya çalışmaktadır. İnsan henüz iyi değildir ama iyileşmeye çalışmaktadır. İnsan henüz adil değil ama adil olmaya çalışmaktadır ve aslında tüm bu parçaları toplayıp da toplamında okuma yaparsak, insan henüz insan değildir ama “olmaya-çalışmaktadır.

Bir yanda dünyanın, insanın, yaşamın olan halleri var bir yanda da formalize ettiğimiz, olması gerekenlerimiz var. Bu dünyanın, insanın, hayatın hali ortada. Tüm o tarihsel çabalarımız rağmen, tüm çağlar, zamanlar boyunca olanlar alanımızdaki bu sefaleti gidermekte yetersiz kalıyoruz, kaldık. İlkçağın insanı ortaçağdan, ortaçağın insanı yeni çağdan, yakınçağın insanı içinde bulunduğumuz çağın insanından genel olarak, kamusal alanlar itibarıyla daha mı iyi veya kötüydü, daha mı mutluydu veya mutsuzdu soruları kayda alınması ve üzerinde düşünülmesi gereken önemli sorular/sorunlardır. Eşitlik, kardeşlik,  özgürlük, adalet, barış, erdemli olmak gibi onca ülküsel ve güzel “olması gerekenlerimiz” olmasına ve bunlar uğruna bunca savaşlar vermemize rağmen tarihsel süreç içinde bu yolda bir arpa boyu da olsa ilerleme sağlayamıyoruz. Onca savaşıma, çabaya, emeğe rağmen hala bir şeyleri değiştiremiyorsak, değiştiremediysek o zaman, nerede neyi hatalı yapıyoruz, yetersiz kalan ne diye sorup, sil-baştan süreci yeniden ele almamız gerekmiyor mu? 

İşin ilginci, kamusal alanda durumlarımız böyle olduğu gibi/kadar, bireysel/mahrem hayatlarımız da böyle. Bir yanda olanlarımız var bir yanda da olması gerekenlerimiz. Çağın insanı bin bir suratlıdır, yaşamın giderek karmaşıklaşması bize çok fazla toplumsal statüler ve roller yükledi, polis, avukat, mühendis, işçi, anne, öğretmen, sevgili, yoldaş. Her birimiz bu statülerden bazılarını işgal edip, onların gereği olan rolleri yerine getirmeye çalışıyoruz. Her birimiz biliyoruz iyi-bir ebeveyn olmanın gereklerini ama “olanımızı”, bu “olması gerekenimize” yakın kılamıyoruz, her birimiz biliyoruz bir siyasetçide olması gerekenleri ama gereğini yerine getiren kim? Veya gereğini yerine getirmediğinde ona hesap sorması gereken – ki bu da bir olması gereken- kim? Nerede? Niye yoklar bunlar? 

Geçenlerde bir arkadaş bir diğer arkadaşa kızmış, sadece kızsa iyi, ayrıca bir de kırılmış, ikisi çakışınca ilgilisinde çok şiddetli bir duygu durumu ortaya çıkarabiliyor, yaşadığı/maruz kaldığı o hayal kırıklığının etkisiyle ağza alınmayacak şeyler söylüyor onun hakkında. Hakaretin, küfürün, eleştirinin biri bin para. Örneğin onun hakkında şöyle diyor: “meğer beş para etmezin tekiymiş, yazık, yazıklar olsun onun için harcadığım emeklere”. İşin aslını bilmiyorum, kim haklı haksız, ilgiyle onu dinlerken bir yandan da ona/duruma dair gözlemler yapmaya çalışıyor ve düşünüyorum, insan gerçekliğini anlamaya çalışıyorum. Şu noktayı çok merak ettim örneğin: Bir başkasını bu denli sert-acımasız biçimde eleştiren birisi, acaba aynaya baktığında kendisinde ne görüyor, örneğin ona “meğer ciğeri beş para etmez biriymiş” dediğinde, peki senin ciğerin kaç paralık desem, diyebilsem ne derdi, ne düşünürdü acaba? 

Bu konu hakkında o kadar çok gözlem yaptım ve elimde o kadar çok veri var ki… Bu toplumun tüm bireylerine tek tek sorsanız, hepsi de iyi anneler, babalar, doktorlar, işçiler, zenginler vs. Yani maşallah hepimiz iyiyiz, sordum da zaten, bunu gözlemledim de, “ben kötüyüm” diyen çıkmadı. Biraz üzerine gidince insanların tavrı şu oluyor: “Tamam canım melek olduğumu iddia etmiyorum, sonuçta insanım ama çoğunlukla, genellikle iyiyim”. Daha da üzerine gidiyorum, “peki orana-vursan” diyorum, “kendinde ne görürsün?”. Bugüne değin yüzde 70’in altına ineni henüz  görmedim. 

Düşünüyorum, bu toplumda herkes yüzde 70 oranında iyi ise yaşadığımız hayatlar niye bunca kötü. Benim bildiğim iyi insanlar iyi hayatlar yaşar, peki niye okullarımıza, hastanelerimizde, evlerimizde yaşadığımız hayatlar bu kadar kötü. 

İnsanlık tarihi bize şunu gösteriyor, insan dışarıdan “ıslah” edilemiyor, yer yüzünde şimdiye değin kötüye karşı en acımasız savaşlar verildi, kana-kan, göze göz kıssası uygulandı, kırbaçlandı, hücre hapsine alındı, elektrikli sandalyeye, yağlı urgana, giyotine. Sayısız peygamberler geldi, tebliğini yaptı, cennetle muştuladı, cehennem azabıyla tehdit etti ama bu insanoğlu “bana mısın” demedi, anlaşılan o ki hala da demiyor ve demeyecek. 

Bu toplumda sorunlar, kötülükler, dertler, açmazlar söz konusu olduğunda herkes diğerlerini suçluyor, kimse yoğurdum ekşi deme cesaretini gösteremiyor, kimse önce iğneyi kendisine batırmıyor, sanırsın herkes çok iyi ama “ilk taşı en günahsız olanınız atsın” denildiğinde de ortalıkta kimseyi bulamıyorsun. Eleştiri kültürü henüz bu toplumda yok, eleştiriye açık olmak daha da yok öz-eleştiri denilen ise hiç-yok.  Eleştirel süreçler “eleştiri-öze eleştiri” diyalektiğinde/birlikteliğinde anlamlı ve işlevseldir. Öz eleştiri – ki vicdan denilen şey öz-eleştiri yeterliliğinden başka bir şey değil kanımca- yapamayan veremeyen kişinin eleştiri gücü de yoktur, buna gücü/yeterliliği olsa bile eleştirme “hakkı” yoktur, eleştiri hakkı öz-eleştiri yapabiliyor olmaktan geçer. 

Eleştiriye açık olma ve öz-eleştiri yapabilme, kendine güvenden geçer, kendinden, düşüncelerinden, fikrinden, inancından “emin” olan bunları eleştiriye de açar ve hatta bunu bir tür-ihtiyaç olarak yaşar, kim ister ki yanlış bir kanının/sanının ağırlığını taşımayı ve eğer benim algı-anlam, değer dünyam dışarıdan alacağım eleştiri ile yıkılacaksa, varsın yıkılsın gitsin zaten. 

Bu kültür veya genel olarak bu coğrafyada insanların eleştiriye kapalı olması ve öz-eleştiri dinamiklerini devreye sokamamalarının temel nedeni; düşünceleri, fikirleri, zikirleri ile kişisel/kimliksel bütünleri arasında bir tür özdeşlik kurmalarından kaynaklanıyor. Ben=düşüncelerim, inançlarım, değerlerim diyor. Oysa böyle değil, bende duran-alınan değerlerin, düşüncelerin, fikirlerin “yanlış-olma” olasılığı her zaman vardır, çünkü bunlar mümkün dünyanın,  zamanla değişebilen ve aslında değişmesi de gereken değişenleridir. Denklem böyle kurulmadığı için bu kültürde herhangi bir insanın, düşünce içeriklerine, fikirlerine dair yöneltilen eleştiri, ilgilisi tarafından hakaret olarak algılanabiliyor. Oysa eleştiri hakaret değil. Hatta insanın eleştiri yapana teşekkür etmesi, minnet de duyması gerekir, çünkü olasılıkla onu bir dertten, yükten de kurtarabilecektir. “Ben “şeytanımdan hız alırım” demiş bir tasavvuf erbabı, Nietzsche, “insan dostunda en azılı düşmanını da bulabilmeli” diyor…

Bu devletler nezdinde de böyle aslında. Kendi iktidarından emin olan devlet eleştiriye veya özgürlük alanına kapı aralayabiliyor ama kendi iktidarına dair  güveni yoksa eleştiriye kapanıyor, iktidarını “militarize güçlerle” destekli güvenlik politikalarıyla sürekli kılmaya çalışıyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti bunun en net/tipik örneklerinden birisi. Amerika’da veya diğer ileri demokrasi kültürünün olduğu ülkelerde ABD devleti Vietnam, Kızılderililerle ilişkisi vs. noktalarında eleştiri aldığında ilgililerini “vatan-haini” ilan etmiyor, Türkiye’de ise sıkıysa ermeni mezalimini anlatan bir film yap, yap da başına gelenleri görelim veya devletin Kürt politikasını eleştirebilen bir metin yaz, film çek!. Daha Kürtçe şarkı bile yapmadan, “Kürtçe kaset çıkaracağım” diyen Ahmet kayaya yaşatılanlar unutuldu gitti. 

Mutluluk/huzur insanın en temel arayışlarından birisi ve bu güne değin buna dair çok şey yazıldı, söylendi. Sinemalar, romanlar, şiirler. Sen mutluluğun resmini yapabilir misin diye soruldu, şairane biçimde. Bana göre mutlu olan insan “olanı-ile olması” gerekenleri arasındaki makası, açıyı daraltabilen insandır. Bu açıyı sıfırlamak insanın “doğasına” aykırıdır ama o açıyı azaltabilmek mümkündür.  İnsanlar genelde kendileri ile ilişkisini “başkaları-üzerinden” kurmaya çalışıyor. 

Geçenlerde bir arkadaş bana şöyle yakındı, ya sen benim paylaşımlarımı niye “beğenmiyorsun” dedi, ben de yoo onu da nerden çıkardın, ben senin yazdığın her şeyi ilgiyle ve beğeniyle takip ediyorum dedim. Nasıl olur hiç beğendiğini göstermiyorsun deyince durumu anladım. Oysa kalemi çok güçlü ve dile çok hakim yazdıkça dili-düşünceyi titreştiren birisi ve ilgiyle de okurum onu. O ise “beğenildiğini-görmek” istiyor. Kapitalizm oyunu sahiden de çok iyi oynuyor, basit, sıradan ihtiyaçları arzuya dönüştürüp onları “doyumsuz” hale getiriyor. Bir telefon “ sadece bir telefondur” ve işlevi için varlıktır, onu o yapan işlevidir, alır onu işlevi için kullanırsın ama hayır, sana diyor ki bu sadece bir telefon değil, ona sahip olduğunda, o kotu giydiğinde, o arabaya sahip olduğunda “tarz” sahibi de olacaksın, “kendin-olacaksın”, kim-liğini bulacaksın. şaşılası bir durum ama bu “satıyor”, sistem sürekli olarak şeyleri arzu-nesnesine dönüştürüyor, ihtiyaç giderilir, doyurulur, karnın acıkınca yersin ve doyarsın ama arzunun nesnesi kayıptır (Lacan) ve arzu nihai olarak doyurulamaz,  işte tüketim-toplumunun, kapitalizmin sürekli kendisini yeniden üretebilmesini sağlayan mekanizma. 

Bir diş hekimi arkadaş anlatmıştı, akademisyen bir kadın arkadaş diş renginden memnun olmadığı beyazlatmak isteği ile kliniği olan arkadaşa baş vuruyor, arkadaş dişlere bakıp hiçbir sorun olmadığını, diş renginin de aslında doğal tonunda olduğunu söylemesine karşın ısrarcı oluyor ve arkadaş şu ek açıklamayı yapma gereği duyuyor, insan dişinin kendi doğal rengi sarımtıraktır, reklamlarda size satılmaya çalışılan şey doğal değil, kar amaçlıdır buna rağmen kadın ısrarcı olunca son kozumu oynadım diyor, yaparım, bir güzel paranızı da alırım ama dişiniz zarar görür dedim ama buna rağmen ikna olmaması üzerine de kibarca onu kovdum diyor. 

Kapitalizm böyle işletiliyor, seni tarz-sahibi sen yapacağım derken aslında insanın bütün olabilecek otantik özelliklerini ondan soğurup alıyor, geriye kalansa “özne-görünümlü” tüketim toplumunun kuklaları oluyor. Heidegger “herkesin olduğu yerde hiçimse yoktur” diyor mealen, dünya giderek herkesleşiyor, büyük bir oranda ve hızda.

İnsanların hem kendileriyle hem de diğerleriyle barışa dayalı ilişkiler kurabilmesi öz-eleştiri süreçlerinden geçerek gelir ya da gelmez.

 


 


[1] Herakleitos’a “öykünme”, aslı şöyledir sözün; Zaman, dama oynayan bir çocuktur; hükümdarlık gücü, bir çocuğun gücüdür(fragmanlar) 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.