Paradigmalar kafesimiz mi?

02 Aralık 2025

Yer kalmayıncaya kadar evi eve katanların ve tarlayı tarlaya birleştirenlerin vay haline…” (İncil:İşaya)

Araştırmaktan vazgeçmeyeceğiz

Ve tüm araştırmanının sonunda

Başladığımız yere döndüğümüzde

Orayı ilk kez tanıyacağız

(T. S. Eliot: Küçük Gidding)

 

''…. bir zamanlar diyordum ki: bu Türk'tür, bu Bulgar'dır ve bu Yunan'dır. Ben, vatan için öyle şeyler yaptım ki patron, tüylerin ürperir; adam kestim, çaldım, köyler yaktım, kadınların ırzına geçtim, evler yağma ettim. Neden? çünkü bunlar Bulgar’mış ya da bilmem neymiş. Şimdi sık sık şöyle diyorum: hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: bu iyi adamdır, şu kötü. İster Bulgar olsun ister Rum, isterse Türk! hepsi bir benim için. Şimdi, iyi mi, kötü mü, yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın ki, ihtiyarladıkça da buna bile bakmamaya başladım. Ulan ister iyi, ister kötü olsun be! hepsine acıyorum işte. Boş versem bile, bir insan gördüm mü içim cız ediyor. Nah diyorum, bu fakir de yiyor, içiyor, seviyor, korkuyor, onun da tanrısı ve karşı tanrısı var, o da kıkırdayacak ve dümdüz toprağa uzanacak, onu da kurtlar yiyecek. Hey zavallı hey! hepimiz kardeşiz be. Hepimiz kurtların yiyeceği etiz.''
(Nikos Kazancakis-Zorba film repliği)

Çok boyutlu ve karmaşık yapısı yüzünden kültüre dair genel geçerliliği olabilen evrensel bir tanım yapabilmek pek de mümkün değil. Bu belirsizliğe rağmen genel olarak "kültür", insanoğlunun sonradan doğaya kattığı her şeydir diyebiliriz. Eş deyişle “insani” olan her şey...  

Bu bağlamda alındığında insan düalistik ve şizoid bir varlıktır. İnsan anatomisi, fizyolojisi ve genel olarak biyolojik yapısıyla doğaya ait olan bir varlıkken, kültür ürünler ortaya koyabilmesiyle de kültürel bir varlıktır. İnsanın kültür karşısında hem fail hem de meful konumda olması, kültürel alanla ilişkisinde büyük sıkıntıları yaşamasına yol açabilmektedir. Doğada “kişisel ve kasti” olan hiçbir şey yoktur.  Bu alanda keyfiyet değil tamamen kemmiyet hüküm sürer. Bu yüzden olsa gerek, doğanın ekosistemi kendi içinde sorunsuz, pürüzsüz biçimde işler. Kültürel dünyada olduğu gibi orada ne iletişim kazaları vardır ne çıkar çatışmaları.  O alanda toprak suyla, su havayla, hava toprakla, toprak canlıyla uyumlu ve barışıktır. 

Dillere destan olan meşhur “The Beatles” müzik gurubunun solisti Jhon Lennon şöyle diyor, “kediler içinde bir kedi ya da ağaçlar içinde bir ağaç olsaydık hiçbir sorunumuz olmazdı, sorunumuz insan olmak”. Buna melekler içinde bir melek olsaydığı da eklemek gerekiyor.  Taşta, ağaçta ve melekte olmayıp ta bizde farklı ve fazla olan ne peki?

Doğadaki şey ve olaylar tamamen determine durumdadır, kültürel alanda ise hem determinasyon hem de keyfiyet / özgürlük söz konusudur. Doğadaki şey ve olaylar  “yapmamazlık/olmamazlık” edemez ama kültürel alanda iradi ve ihtiyari bir seçim olarak,  insani alanlarda yapmamazlık, olmamazlık mümkündür. Dolayısıyla insanın kültürel yanını oluşturan özgürlüğü, hem derdi hem dermanı hem zehri hem panzehri hem ödülü hem de cezası hem gazabı hem de kurtuluş ümididir. 

Özgürlüğün güzel olan yanı seni sana teslim etmesidir, seni seninle baş başa bırakıp, gönlüne göre seçimini yap ve yaşa demesidir, ürkütücü yanı ise nihai olarak neyi seçeceğini, isteyeceğini veya istemen gerektiğini bilememendir. Özgürlüğe sahip olmak, onu taşımak ve yaşamak sahiden de zor bir meseledir. Özgürlük içeriye, faile, ona sahip olana doğru işletildiğinde yapıcı-kurucu, olumlu süreçleri getirirken, dışarıya, diğerine doğru işletilirken olumsuzluklarını da beraberinde getirmektedir. Tam da burada J.Paul Sartre’ın “cehennem başkalarıdır” mottosu devreye giriyor. Bir meselde iki kirpi birbirini sevmiş ve dost olmaya karar vermiş, sevgi ve dostluk ve muhabbet yakınlaşma isteği doğurduğu için birbirlerine doğru yakınlaşmışlar ama yakınlaştıkça da okları birbirine batmaya ve canları yanmaya başlamış.  Bir yanda yakın olma isteği diğer yanda da yakın olma isteği oranında da canlarının yanması. Sorunu çözmek için araya bir mesafe koymuşlar, işte o gün bu gündür o mesafeye “saygı-nezaket” çerçevesi denilmiş. Bir başka kıssa-anlatıda ise bu durum şöyle işlenmiş;  insanlar bir zamanlar, henüz diğer türdeşleriyle tanışmamışken, doğada kurtlar misali yalnız yaşayan varlıklarmış. Bu insanların ayakları yerine tekerlekleri varmış ve saatte 180 kilometrelik bir hızla hareket edebiliyorlarmış. Varoluş gayeleri de buymuş ve hiçbir başkaca sorunları olmadan gayet de mutlu, mesut biçimde varoluşlarını devam ettiriyorlarmış. Sonra gel zaman git zaman, birbirlerini tanımışlar ve birbirlerini sevip birlikte, bir arada yaşamaya karar vermişler. Bir arada yaşarken eski alışkanlıklarını birden bırakamamışlar tabi, saatte 180 kilometre hız yapmaya devam etmeye çalışmışlar ama birbirlerine de çarpıp zarar vermeye başlamışlar. Bir yanda var olma biçimlerinden kaynaklanan mutlulukları olan hız yapma isteği diğer yanda da bu isteğin birbirlerinin canını yakıyor olması. Sevdikleriyle birlikte olmak için mutluluklarından vaz geçmekle, mutlulukları için sevdiklerinden vaz geçme dilemmasıyla karşı karşıya kaldıklarında ara-orta bir çözüm yolu bulmuş aralarındaki bilge biri; bulduğu çözüm de “trafik-kuralları olmuş. 

Nazım Hikmet bireyle toplum arasındaki bu gerilimin şu şekilde aşılabileceğini ima etmiş dizelerinde; “Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine”. İnsanlık tarihinin toplumsal serencamına baktığımızda zamanın hiçbir kipinde ve dünya coğrafyasının hiçbir alanında bu olması gerekenin olması bir yana, buna yaklaşılabildiğine dahi tanık olamıyoruz. Peki neden insan “bireyselliği” ile “toplumsallığını” aynı anda birlikte yaşayamıyor?

Felsefeyi diğer alanlardan, bağlam türlerinden ayıran en önemli özelliği “aksiyomsuz” oluşudur. Felsefi düşüncenin gücü, üretkenliği ve devingen olması da buradan gelir. Felsefeden farklı olarak diğer alanların tümünde süreçler “aksiyomlarla” başlar, aksiyomlardan teoremler ve giderek de teoremlerden kuramlar, sistemler ve “yapılar” üretilir. Bilimde, siyasette, sanatta, dinde tüm süreçler bu şekilde, “kurumsallaşmış” birtakım yapılarca işletilir. Oluşan o devasa kurumsallaşma içinde artık hiç kimse “retro aktif”, geriye dönüşlü bir biçimde aksiyomların geçerliliğini sorgulama gereği duymaz veya cesareti gösteremez.  Aksiyomların sorgulanması, yeniden ele alınması gereği bir yana bunun bir tür “cüretkarlığa” dönüşmesi ve cesaret gerektirmesi ise şundan kaynaklanır. Aksiyomlar temelinde oluşan yapılar giderek ilgili alanlarda verili/hazır bir statükonun, düzenin, durumun oluşmasına yol açar. Bu statüko, düzen kendisini meşrulaştırmıştır, normu ve normali belirler hale gelmiştir. Bu normalizasyon süreçleri boyunca da ilginç biçimde bu yapıları kuran ve fail/özne olan insan giderek o yapıların mefulü haline gelmeye başlar. Artık-insan o yapıları işleten, çekip çeviren bir varlık değil de tam tersine o yapılara göre ve yapının bekası için çekip-çevrilmesi ve yapılandırılması gereken bir varlıktır. Devletlerine uygun-vatandaş yetiştirilmesi söz konusudur artık. Çocuk dünyaya gelir, kendi olanaklarına, potansiyeline göre değil, düzenin-sistemin gereklerine göre “giydirilir”, o giydirilenler ona uysa da uymasa da. Bu bağlamda evlerimiz bile “ideolojiktir”, çocuğa göre değil bizim düzenimize göre kurulur ve o düzenlerimize göre de biz çocuklarımızı kurmaya çalışırız. Bağırırız salonda koşan çocuğa, “çocuğum koşma, bir yere çarpıp canını yakarsın”, oysa o salon çocuğa göre değildir ki. Çocuk koşacak, onun doğası gereğidir bu edim ve çözüm de çok basittir : ona mobilyasız bir oda düzenle, yere boydan boya sünger, bir miktar da kenarlara ve sal onu o odaya. Sadece evlerimiz mi ideolojik, okullarımız, sokaklarımız ve tüm aslında yaşam alanlarımız egemen-ideolojiye göre dizayn edilir.

 “Mal sahibi mülk sahibi kim bunun ilk sahibi” misali dünya üzerinde kurulan bu “kültürel” sistemlerin “0 noktasını tarihsel, olgusal olarak bilmiyoruz henüz. Aynı şekilde insan türü olarak da henüz soyumuzu-sopumuzu tarihsel-olgusal olarak bilmiyoruz ama “bilmek de” istiyoruz. Kant şöyle der: 

İnsan aklı öyle özel bir yazgı ile karşı karşıyadır ki ve öyle sorular tarafından rahatsız edilir ki, onları geri çeviremez, çünkü ona aklın doğasının kendisi tarafından verilirler ve gene de onları yanıtlayamaz, çünkü insan aklının tüm sınırlarını aşar

Eğer üzerine düşünülen konu olgusal değilse kaçınılmaz olarak metafizikseldir. Kantın burada literatüre katkısı, metafiziği sadece dinsel-inanç alanıyla sınırlandırmayıp, kavramın kapsamını biraz daha genişletmiş olmasıdır. Örneğin kanta göre ruhun ölümsüz olması gibi özgürlük, sonsuzluk, nedensellik gibi konular da metafizik konu ve problemlerdir. 

Metafiziği bu Kant’çı geniş kapsamıyla aldığımda, insanın kökenine ve ilk-insana, düzene dair elimizde olgusal veriler yok, olgusal veri olmadığında da oradaki boşluğu, inanç, değer dünyalarımıza ve ideolojilerimize göre doldurmaya çalışıyoruz. Bu kökensel ve dolayısıyla anlamsal/değersel, ideolojik tartışmalardan bağımsız olarak kurulan her düzen bir “devrim-sonucunda” kurulmuştur. Devrim sonucunda kurulan düzenler ve düzenlerin dayanağı olan normlar, ilkeler, paradigmalar zamanla işlevsiz hale gelir, kurur ve hatta çürüdüğü halde yine de kendisini devam ettirmeye çalışır ve artık onu yerinden etmek, devirmek oldukça zordur.   Devrim sonucunda kurulan düzenlerin tekrar devrim yoluyla yeniden düzenlenmesi eşyanın tabiatı gereğidir aslında, çünkü her devrim ve düzen “tarihseldir” ve tarihsel olan her şey zamanda-uzaydadır ve zamanda uzayda olan her şey de değişime-dönüşüme tabidir, tabi olmak da zorundadır. Peki hal böyle iken, kim hangi perspektiften olursa olsun, düzenlere karşı devrim yapmakta niye zorlanır, buradaki “zorluğu” getiren unsurlar nelerdir?

Marks “bir geleneğin bin yıllık geçmişi vardır“ veya Einstein “ön yargıları parçalamak atomu parçalamaktan daha zordur” demiştir. Felsefe dışında ve hatta kısmen felsefenin de kendisinde -ne yazık ki- her alanda durum böyledir. Bilimde, sanatta, ideolojide, inançta, siyasette. Bu durum çeşitli alanlarda değişik şekillerde kavramsallaştırılmıştır; örneğin psikoloji alanında buna “algısal kurulum”, sosyoloji alanında “kültürel gecikme”, siyasal alanda “tutuculuk, hegemonya” denilmiştir.  Hepsinin ortak özelliği şudur: Paradigmanın zihnimizi iğdiş ettiği her zaman olduğu yerde yaratıcı düşünmenin, yeninin, devrimci olanın önünde aslında aşılması gereken bir bariyerdir.

Siyasal yelpazenin hangi alanında olursa olsun, devrimci mücadele verenler hep bu kurumsallaşmanın beraberinde getirdiği “geleneğin” duvarına toslamışlardır, her devrimci kalkışmalarında. Örneğin uzmanlık alanı fizik olan bir arkadaş, Einstein fiziğinin genel ve özel görelilik kuramlarında çok bariz hataların olduğunu iddia ediyor yıllardır, bırakın bu iddiaların akademya tarafından masaya yatırılıp incelenmesini, akademyada bunu “dile-getirmesine” dahi izin verilmez… Diyelim ki sanat alanında ve onun özel alanında farklı bir anlayış geliştirdiniz ve bunu deklare etmek istiyorsunuz, hemen o hakim paradigmanın duvarına toslarsınız, diyelim ki inanç-din alanında yeni bir yaklaşım-söylem geliştirdiniz, deklare etmeye kalkarsanız bunun sonu “katli vaciptir” kadar gidebilir veya revizyonistlik, oportünistlik, bozgunculukla suçlanırsınız…

Peki tüm bunlar niye böyle? Yani her alanda, yerde ve zamanda “paradigmalar aslında iflas ettiği”, kuruduğu ve kokuştuğu halde, ısrar ve inatla bu paradigmalar niye devam ettirilmeye çalışılıyor. 

Dünya üzerindeki ve tarihteki o sıfır noktasındaki ilk-düzen bir yana, ondan sonraki süreçlerde ortaya çıkan ve tarihsel olgusallıklarıyla gözlemleyebildiğimiz tüm verili iktidarlarda aslında neyin ne şekilde ve nasıl olduğunu belirleyen şey, mülkiyet-ilişkileridir. Mülkiyet ilişkileri genellikle kapitalizm sonrası süreçlerle daha çok ilişkilendirilir, oysa tarihin-başlangıcından beri vardı bu ve insanların hem kendisiyle hem de bir-biriyle ilişkisini aslında bu mülkiyet ilişkileri belirledi. İnsanlık tarihi boyunca, bu mülkiyet ilişkilenişleri hep birilerinin lehine birilerinin de aleyhine işledi/işletildi ve sonra da “biri yer biri bakar kıyamet bundan kopar” halleri ortaya çıktı. Eşitsizliğe dayalı bir düzen oluştuktan sonra, artık o toplumun tüm derdi, tüm güçleriyle artık o verili düzeni korumaya yöneliktir.

 

J. J. Rousseau’nun şöylesi bir tespiti var; “insanlığın ilk suçlusu, herhangi bir yeri -öz emeğine dayanmaksızın- çitle çevirip, “aha burası da benimdir” diyen ve buna da kendisini inandırabileceği ahmakları bulabilen kişidir” diyor, -mealen-. Eğer oralarda çitle çevrilebilecek başka topraklar varsa, ekim-biçim yapılabilecek sorun da yok ama yoksa, toprağın geçim kaynağının bir şekilde de olsa tek bir kişinin eline geçmesi, işte insanlık tarihinde “yöneten/yönetilen”, aç-tok, devrimci-muhafazakar ayrımlarını başlatan, belirleyen nokta işte tam da burasıdır. İnsanlık tarihinde yaşanan bu mülkiyet ilişkilerindeki zemin kayması/kırılmasıyla birlikte ortaya çıkan eşitsizlik halleriyle birlikte pandoranın kutusu açılmış ve toplumsal alana bütün kötülükler bu kanaldan sirayet etmiştir. Eş deyişle mülkiyet alanında yaşanan eşitsizlikler bütün kötülüklerin anasıdır. 

Bu sorun çözülmeden ne ahlaki ne hukuki ne siyasi ne de felsefi sorunlar çözülebilir. Ne kadar etik-ahlaki, entelektüel, dini, yüce olan üst-aşkın değerlerden söz ederseniz edin, günün sonunda açlığınızla ve mülklerinizle sınanıyorsunuz, sınanacaksınız, demektir. Örneğin, “komşusu açken uyuyabilen bizden değildir” ilkesini, düsturunu yaşamadığınız ve yaşayarak nakşettirmediğiniz sürece ne qçların sorunu çözülecek ne de sizin inancınızın bir anlamı olacaktır. Şairin; “gülemiyorsun ya, gülmek bir halk gülüyorsa gülmektir” demesi misali, insanlık bu dünyada türdeşleri olan diğer bazı insanları bir şekilde de olsa “insanca yaşatamadığı” sürece insani/ahlaki düzlemde erdemli durumdan söz etmeye hakkı olmayacaktır.

Bu yazma çabasını bitirirken, yazının başlığıyla bu konu arasında ne ilişki var arkadaş diyenler şöylesi bir cevap vermeye çalışayım; pandemi dönemlerinde şu anlaşıldı ki, insanlar kendi yarattıkları o hilkat garibesi betondan-(.tanrılara kulluğun zırhı vardır. İ.Özel) evlerine çekildiğinde doğa denilen alan derin bir nefes aldı, insandan azade kendi kendisiyle baş-başa kalınca, kendisini yudu, arlandı-paklandı ve temizlendi. Bu insanlık için “yüz-karası” bir durumdu ama insan bu hallerini inat ve ısrarla göremiyor, adeta bu konularda ar damarı çatlamış bir arsız gibi davranıyor. Üç kuruşluk hedonist konformizmini getirecek kar uğruna sürekli olarak eko sisteme, dünyaya, öz yurdumuza zarar veriyor ve bunu fark ettiği halde o kar hırsından vaz geçip durumu düzeltmeye çalışmıyor.   

Dünyaya, eko sisteme ve bizlerin hayatına kan-kusturan bu düzenleri kuranlar bize şöyle diyor; insanların kaynakları kıt, ihtiyaçları ise sınırsızdır ve “ego-nomi” (Sadettin Mardin) de bu eşitsizliğe ve orantısızlığa dayanır. Onlar bize bunu “bilimsellik-kisvesi” altında yutturmaya çalışıyor ve biz de yutuyoruz. Sormuyoruz “sahiden de insanın ihtiyaçları sınırsız mıdır veya ruj bir insan ihtiyacı mıdır diye.  Sormuyoruz dünyanın kaynakları insan için “sahiden de kıt mıdır” diye ya da kimler için kıttır, kimler için değil?! 

Yine bu düzenin kurucu ve savunucuları şöyle der; Büyük balık küçük balığı yutar ve bu eşyanın tabiatı gereğidir, mukadderattır, insan insanın kurdudur, insan özünde bencildir, rekabet geliştirir, üretir, çoğaltır. Bizi ve aklımızı ve vicdanımızı almışlardır elimizden. Böyle diyenlere şu cevabı veremeyiz;  eğer siz haklı olsaydınız  denizlerde küçük balığın kalmaması gerekirdi, oysa onlar hala orada ve  -dalanlar bilir- denizlerin altı muhteşemdir, sizin o sefil, pespaye “kâr-haneleriniz” olan fabrikalarınız hiç-de benzemez, çek elini-dilini o “masumiyet” alanından. İşin daha da pis yanı bize, bütün bunlar böyle olması gerektiği için böyle oluyor, bu bir yazgı durumudur diyenler, öğle yemeğini Prag’da mı yoksa Paris’te mi yesem diye düşünürken, biz ayın sonunu nasıl getireceğiz diye kara-kara düşünerek kalırız orada, elimizdeki  faturalarla bir başımıza.

Dünyanın içler acısı olan bu ahvali gözlerimiz önünde dururken, iktidarlara karşı, yaşamdan, insanlıktan yana olanların verdiği hak ve özgürlük mücadelesi süreci boyunca kendi aralarında yaşadıkları ideolojik kopuşlar ve kavgalar güç kaybına yol açabilmektedir. Örneğin bence Ebu Zer El Gıfari Marks’tan daha Marksist ve sosyalisttir. O koşullar altında öylesi bir söyleme ve pratiğe sahip olabilmesi,  onu Marks’tan daha Marksist yapabilmektedir. Bu bağlamda sorun Türk, Kürt, Müslüman, Atatürkçü, Milliyetçi Marksist olup olmamak değil, adil, dürüst, merhametli olup olmamaktır. Adil  ve dürüst değilsen  Türk, Kürt, Müslüman; Atatürkçü, Marrksist olman  beş para etmez, ama adil ve dürüst isen  ne olursan ol fark etmez..!

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.