“Sivillik” ve “sivilleşebilmek” üzerine bir başka pencere

18 Aralık 2025

Anlam denilen kurulum harfte, hecede başlamadığı gibi sözcüklerde de başlamaz. Daha uygunu sözcükler tek başına sadece “adlandırma” olarak anlamlıdır veya adlandırma olarak kullanıldığında. Adlandırma işlevinin dışında her sözcüğün anlamı cümle zincirlemesi içinde diğerleriyle ilişkilendirilmesinde açığa çıkar. 

Sivil sözcüğü de diğer tüm sözcükler gibi anlamını nispetinde bulur. Etimoloji sözlükleri “sivil” için şöyle diyor; 

Askeri olmayan veya asker sınıfından olmayan kimse. Üniformasız kıyafete sivil kıyafet denilmektedir. Latince civis (=yurttaş), civilis (=yurttaşlara ait; kibar, nazik), civitas (=yurttaşlık), civicus (=yuttaşlarla ilgili; uygar) ve civilitas (=yöneticilik; kibarlık, nezaket) sözleri mevcuttur. Sivil kelimesi, Fransızca, Sırpça, Katalanca, Arnavutça, Portekizce, İspanyolca, İsveççe, Romence civil; İtalyanca civile, Boşnakça civilni, Almanca zivilist Slovakça civilné, İngilizce civilian olarak bilinmektedir. ‘Medeniyet’ karşılığında, Fransızca ve İngilizce civilisation, Almanca Zivilisation, İspanyolca civilización sözleri aynı kökten türetilmiştir.[i]

Sözcük Latin’ce kökenli ve batı patentlidir, kültürel hegemonya bağlamında da tüm dünyaya yayılmıştır. Temel müttefiki olan sözcükler Latince “civitas/kent” ve “civitat/devlet”tir. Etimoloji kaynakçalarında antik yunandaki site/şehir-kent sözcüğünün “sivil” sözcüğünden türetildiği söylenmektedir.[ii] Bu saptama doğruysa zamanın ruhuna göre bu anakronik bir durumdur, önce sivilin, yurttaşın, şehirlinin ortaya çıkıp sonra ise şehrin, sitenin devletin ortaya çıkması. (Aslında anlam ayrımı tam da bu noktayla ilgili ve bunu daha sonra açmaya çalışacağım)

Batı tarihi boyunca durum buyken, pek de üzerinde düşünmediğimiz, sürekli ihmal ettiğimiz hep oryantalist bağlamda batının gözlüğüyle baktığımız, dünya üzerindeki batı dışı kültür havzalarında durum nedir peki? 

“Devrimcilik” ve “muhafazakarlık” üzerine düşünürken bu kavramların batı tarihi içindeki etimolojik kök anlamlarının ve tarihsel seyrinin izlerini hiç zorlanmadan sürebilmiştim. Ama aynı iz sürme işini batılı olmayan kültür ve dillerde yapamamıştım. Aynı şekilde, sivil, sivil toplum, devlet ve benzeri siyasal içerikli kavramların izlerini batı tarihi boyunca çok da ayrıntılı biçimde sürebilmeme rağmen aynı işlemi Arapça ve Farsçada yapamadım. Çok ilginç biçimde kaynakçalar susuyor veya bu konularda veri sunamıyor. Sanki tüm bir dünyanın veya bizim epistemolojimizi, bilme biçimlerimizi batı epistemolojisi belirlemiş gibi bir hal var ortada. Bu durumu Edward Said şöyle dile getirmiş; 

“Bir kez daha belirtmeliyim ki, savunduğum "gerçek" bir Şarkım yok benim. Ama o bölgenin halklarının ne olduklarına ve ne olmak istediklerine ilişkin kendi tahayyülleri adına mücadele etme güç ve yeteneklerine büyük bir saygım var. Geri kalmışlıklarından, demokrasi yokluğundan, kadın haklarının ihlalinden ötürü günümüz Arap ve Müslüman toplumlarına yönelik öylesine yoğun ve hesaplı bir saldırı var ki, modernlik, aydınlanma ve demokrasi gibi kavramların -oturma odasındaki Paskalya yumurtaları gibi ya varlığı ya yokluğu söz konusu olan- basit ve üzerlerinde uzlaşılmış kavramlar olmadığını kolayca unutuveriyoruz. Dış politika namına konuşan ve hiçbir canlı fikre (veya gerçek insanların fiilen konuştukları dile ilişkin hiçbir bilgiye) sahip olmayan sığ siyaset yazarlarının nefes kesici kayıtsızlığı, Amerikan iktidarının sahte bir serbest piyasa demokrasisi modeli kurmasını sağlayan çorak bir manzara hazırladı - hem de böylesi tasarıların Swiffin Lagado Akademisi dışında var olamayacağı yolunda en ufak bir kuşku duyulmaksızın.”[iii]

Bu yazıda “sivillik” kavramı üzerine yoğunlaşmak istiyordum ancak yazının içeriği gereği kavramın etimolojisine ve tarihsel seyrine dair bazı izler sürmem gerekiyordu. İz sürme sürecinde yaşadıklarımı ve bu alandaki vahim durumu kayda geçirmeden devam edemedim. 

Literatür taraması yaparken şöylesi bir veriye rastladım; “Devlet” kelimesi, Arapça “devle (ﺩﻭﻠﻪ)” kelimesinden Türkçeye geçmiştir. Bu kelimenin aslî harfleri “d د”, “vو”, “l ل”dir. Hans Wher’in A Dictionary of Modern Written Arabic’ine göre, “devle (ﺩﻭﻠﻪ)”, mastar hâliyle, sürekli olarak değiştirmek (to change periodically), ard arda getirmek (to alternate), döndürmek (to rotate), zamanın veya talihin el değiştirmesi, dönmesi (to change, turn [time, fortune]) demektir. Yine devlet, bir anlamıyla, “muzaffer kılmak (to make victorius)”, “galip gelmek (to let triumph)”, “zafer kazandırmak (to grant victory)” demektir.“Devle (ﺩﻭﻠﻪ)” kelimesindeki aynı aslî harfler (“d د”, “vو”, “l ل”), Türkçedeki “tedavül (ﺗﺪﺍﻮﻞ)” kelimesinde de geçmektedir. “Devlet”, kelime anlamıyla, “tedavül eden”, yani “elden ele geçen şey” demektir. Bu anlamda devlet kelimesi, Bülent Nuri Esen’in vurguladığı gibi, “iktidarın el değiştirmesi”ni hatırlatmaktadır.

 

Batıdaki Kelime: “State/État/Staat/Stato/ Estado 

Devlet kelimesinin İngilizce karşılığı ise state, Fransızca karşılığı État, Almanca karşılığı Staat, İtalyanca karşılığı stato, İspanyolca ve Portekizce karşılığı Estado’dur. Bunların hepsi Latince status kelimesinden gelir. Latince status, “hâl”, “durum”, “vaziyet” demektir. Zaten Fransızca État, İngilizce state kelimelerinin de ilk anlamı, hâl, durum vaziyet demektir. Latince “status” kelimesi de “sto/steti/stare” fiilinden gelir. Bu fiilin ilk anlamı “ayakta durmak (se tenir debout)”, ikinci anlamı “hareketsiz kalmak (se tenir immobile)”, üçüncü anlamı ise “sağlamca durmak (se tenir solidement)” demektir.

Modern batı dillerindeki “State / État / Staat / Stato / Estado” kelimelerinin ve keza bu kelimenin kaynağı olan Latince status kelimesi “sta” kökünden gelir. Kökün sıfır hâli “st”dır. Bu kök daima bir “durmayı” ifade eder. Hint-Avrupa dil ailesinde “sta” kökü, “duran şey” veya “durulan yer” anlamına gelir. Bu kökten türeyen İngilizcede, Fransızcada, Almancada, İtalyancada, İspanyolcada, Portekizcede yüzlerce kelime vardır. Bu kelimelerin hepsinde bir durma, değişmeme, sabit kalma anlamı bulunur. [iv]

Özetlemek gerekirse batı coğrafyasında ve tarihinde durum şu; Tarihsel süreç içinde giderek politik bir yapı olan “polisler(civitas)” kuruluyor ve bu toplumda aile örgütlenmesi dışında kalan alana “sivil-toplum” adı veriliyor. Sivillik başlangıçta merkezi-politik örgütlenme anlamına gelirken batı toplumlarında, mutlak ve meşruti monarşilerde merkezin, yönetim aygıtının dışında kalan alanlarda, aydınlanma ve modernizm boyunca giderek yönetilenlerin örgütlülüğüne paralel olarak, sivillik ve sivil toplum merkezi politik örgütlenmenin dışında kalan alan olarak tanzim edilemeye başlanıyor.

Batı dışındaki coğrafyalara baktığımızda ise batıda yaşanan bu düz çizginin oralarda yaşanmadığını veya batının kendi “aydınlanma” ve “modernleşme süreçlerini tüm dünyaya dayatması sonucunda diğer alanlarda da bu sürecin yaşanmaya başlandığını görüyoruz. 

Bu süreci başlatan kırılma ise, dışa doğru sürekli genişleme, iktidarını yayma anlamına gelen imparatorluk şeklindeki devlet geleneğinin 30 yıl savaşları sonucunda varılan Westfalya anlaşması ile imparatorluk esasına dayanan devlet anlayışının yerini teritoryal devlet anlayışının alması olmuştur. Dünyayı değiştiren ve yeniden yapılandıran ulus devlete doğru atılan ilk adım bu olacaktır. Fransız devrimi ile bu süreç tamamlanır ve bugün hala kullanmaya devam ettiğimiz anlam ayrımları belirtik hale gelir. Bir yanda ulus devletin merkezi idari bürokratik ve askeri/militarize “resmi” örgütlülük alanı bir yanda da bunun dışında kalan “sivil” alan şeklinde toplumsal yapılar tanzim edilmiş oldu. 

Bu genel tarihsel ve kavramsal açıklamalardan sonra, sivilliğe ve sivilleşmeye başka bir perspektiften bakmaya çalışacağım. Tarihsel süreci içinde çeşitli nedenlerle ve çeşitli şekillerde toplumlarda “iktidar” denilen mekanizmalar ortaya çıkmıştır. İktidar aygıtı, sadece gücüyle-erkiyle değil, töresi, tüzesi ve kültürüyle birlikte gelip, insanlık tarihinde resmi/formel/biçimsel olanı da belirlemiştir. Sivillik denilen de tam olarak bu resmiyete nispetle ortaya çıkmış bir kavramdır. Dolayısıyla resmi olan belirlemeye, dışsallığa, dışardan “üni-formal” giydirmelere dayanırken siviliğin bir tür kendi-kendisini belirleme, dışsal olandan kaçıp, otantik bir “kendiliğe” yönelme çabası olduğunu görüyoruz. 

(Bu resmi/sivil ayrımını en net şekliyle aslında sembolik düzlemdeki “giyim biçimlerinde” gözlemleyebilmekteyiz. Üniformalara, apoletlere dayanan “askeri” ve “sivil” giyim tarzlarını birbiriyle karşılaştırdığımızda aslında sivil olanla resmi olan arsındaki yapısal, biçimsel ve içeriksel farklılıklar tüm ayan beyanıyla açığa çıkmaktadır.)

Eğer neyin “resmi/iktidar” alanına ait neyin ondan bağımsız ve “kendi-kendisini kurabilen=sivillik” olduğu ortadaysa sorun yoktur zaten, saflar net ve ayrışmış biçimdedir. Resmi/formal=iktidara dair ve ona ait olan kendisini çok açık seçik biçimde ortaya koyar, belli eder.  Uyruğu altında olanların adeta gözüne sokmaya çalışır kendisini, hey ben buradayım, ayağını denk al dercesine. Bu zaten iktidarların “görünen” yanlarıdır. Modern zamanlara gelinceye kadar da bu böyle devam etmiştir. İktidara sahip olan muktedirler tüm biçim ve içerikleriyle onlara tabi olan uyruklarından ayrılmış, ayrı biçim ve içerikler olarak kendi ontolojilerini, epistemoloji ve değer dünyalarını da kurmuştur. Giysileriyle, oturdukları yerlerle ve yaşam biçimleriyle. İşlerin karışması, sınırların belirsiz hale gelmesi tam da yönetilenlerin verdiği “demokrasi” mücadelesi sonrası zamanlara denek düşmüştür.

Geldiğimiz post modern zamanlar ve durumlar itibarıyla, formel ve enformel, resmi/iktidara ait ve gayrı resmi alanlarda farklar artık eski modern öncesi geleneksel toplumlara göre oldukça belirsizdir. Eski toplumun “muktedirleri” (firavunlar, soylu efendiler, aristokratlar, krallar, padişahlar) muktedir olma durumlarından çok da emindiler ve bu yüzden de kendilerini gizleme, saklama, saman altından su yürütme gereği duymadılar.

Modern toplumlarda artık “sivil-alanın” sivilliği çok belirsiz hale geldi. Öyle ki Pazar-piyasa ekonomisi içinde artık sivil-görünümlü “üniformalılar” ortaya çıktı. Tüm demokrasi mücadelelerini sekteye uğratan, başarısızlıkla sonuçlanmasına neden olan da bu sivil-kılıklı üniformalılardır aslında. 

Eskiden, söylemleriyle ve militarize/kaba fiziksel güçleriyle kitleleri zapturapt altına alan muktedirler modern zamanlar boyunca demirden yumruklarına kadife eldivenler geçirerek “demokrasi kisvesi” altında iktidarlarını gizlemeyi kitleler nezdinde başardılar. Sanki sahiden de -mülkiyet ilişkilerine göre şekillenen- iktidar ilişkileri tarih sahnesinden silinmiş, sahiden de dünya üzerine demokrasi gelmiş, toplumsal düzenler buna göre kuruluyormuş ve hayatlar da buna göre yaşanıyormuş gibi bir tür “cilalı yontma teknoloji” devri yanılsaması/simülasyonu yarattılar. Oysa değişen hiçbir şey yoktu hattı zatında, iktidar ve onun gözü, kulağı, eli ve dili eski toplumlarda olduğu gibi ve hatta artan etki gücüyle birlikte hala her yerde hazır ve nazırdı.

Modern zamanların iktidar anlayışları, insanları “öznelikleri-üzerinden” nesne kıldılar ve bunu çok da başarılı biçimde yaptılar. Bugün üni-forma giymeyen herkes kendisini “sivil-giyimli”, üniformasız birer “sivil” zannediyor. Oysa aslında üzerine giydiği “mavi-markalı” kotuyla, ayağındaki “Adidas’ıyla”, altındaki “BMW’siyle” bin bir üniforması olan biri aslında ama o bunun “farkında” değil, onu birileri böyle-giydirerek, gezdirerek onun kendisini sivil, tarz/şahsiyet sahibi özgür bir birey olduğunu sanmasını sağlayabildi. Daha da beter olanı modernizm boyunca temel referans ve kurucu unsur olan akla/rasyonaliteye dayalı olan bilme biçimleri, epistemolojiler artık iktidarın, üniformal alanın kurucusu, işleticisi haline geldiler. 

Artık durum şuydu; M. Foucault’nun da metinlerinde sıkça vurguladığı gibi, artık her bilgi, bilme biçimi belli iktidar ortamlarında, iktidar normlarına göre üretilirken, üretilen her bilgi de var olan iktidarı, rızasıyla birlikte yeniden üretiyordu. Tam da bu noktada iktidarların en sinsi, görünmez hale getirdiği sivil görünümlü/giyimli akademik unvanlı/apoletli sistem, düzen savunucusu olan akademisyenlerdi. Bilgi ve teknoloji çağının asıl hegomonları, -düzene-sisteme biat etmeleri kaydıyla- bunlardı. İktidar aygıtı tarihin her döneminde ve coğrafyasında az çok yönetilenler nezdinde meşruluk sorununu yaşadıkları, yaşamak zorunda kaldıkları için, iktidarlarının kitleler nezdinde meşruluğunu da sağlamak zorundaydılar. Devlet-zorunun dışında, uyruklarının rızasını alarak, kitleler nezdinde iktidarı meşru kılan her zaman norm, değer ve anlamlar içeren söylemler dünyası olmuştur. Modern zamanlar boyunca ve zamanın ruhuna göre şekillenen ulus-devlet yapılanmalarındaki iktidarların kitleler nezdinde meşruluğunu sağlayan, kendisine ram ettiği akademiler ve akademisyenler olmuştur. 

Sivilliği ve sivilleşebilmeyi; her türden dışsal-iktidar belirlenimi dışında, ötesinde insan bireylerinin, “şahısların” kendi-kendisinin/“şahsiyetinin” kurucusu/faili olabilme durumu olarak tanımlıyorum.

Çağımızda artık iktidar her yerdedir. George Orwell’ın 1949 da yayınlanan 1984 adlı romanı o zamanların oldukça, karasından da kara bir distopya örneği olarak değerlendirilmişti. Oysa günümüzde romandaki kurguyu da misliyle aşacak biçimde, bu distopya bir realite olarak yaşanmaktadır artık. İktidarlar ideolojik aygıtları üzerinden yaptıkları gözetim, denetim süreçlerini had safhalara taşımışlar, daha da beteri bilişim/internet ağlarındaki sosyal medya ortamları üzerinden, kendilerinin gözetim ve denetim altında tutulmasını gönüllü biçimde onlara kabul ettirmişlerdir. Gelinen nokta itibarıyla her bir ulus devletin elinde, ona tabi olan tüm vatandaşlarına dair en mahrem verilerine varıncaya kadar her türden data artık ellerinde bulunabilmektedir. Tüm bu ahval ve şerait içinde artık iktidarlara karşı sınır-koymak, onun temel amacı olan endoktirine  etme süreçleri karşısında kendini/şahsiyetini=sivilliğini koruyabilmek sahiden de zor hale gelmiştir ve zorluğu kadar da artık bu elzemdir. 

Tüm bu durumlar, veriler bağlamında,  iktidar diline/söylemlerine  ve odaklarına karşı radikal bir direniş biçimi olarak- sivilliğin ve sivilleşme çabasının şu üç hat üzerinden hala mümkün olduğunu düşünüyorum. Bu üç alanın dışında da kalan tüm kurumsal yapılar, aynı zamanda birer şer-adağı olan iktidar sahipleri muktedirler tarafından ele geçirilmiş durumdadır.

Bu hatlardan birincisi “teoloji” alanıdır. Ama tam da burada sormak gerekiyor, hangi teoloji ve teolojilerin hangi okuma-anlama ve yorumlama biçimleri? Teolojik alanlar, şer-odağı olan iktidarlara karşı sivilleşmek, sivilde kalmak ve olabilmek adına çok önemli iki hamle yapmıştır; bunlardan birincisi “mülk Allah’ındır” ve diğeri de “hüküm Allah’ındır” düsturlarıdır. 

İslam teolojisi, “mülk Allah”ındır diyerek, iktidarın temel kaynaklarından birisi olan mülk edinmenin eşitsizliğe ve kulun kula kulluk etmesine engel olmaya çalışmaktadır.  İslami kaideler ve normlar gereği, ben Müslümanın diyen hiç kimsenin kapitalist işletme sisteminden yana olmaması, eş deyişle anti kapitalist olması gerekir. Ben hem Müslümanın hem de kapitalizmi savunuyorum diyen birisi ya İslam’ı ya kapitalizmi ya da her ikisini de bilmiyor demektir.  İşte böylesi bir teolojik zemine dayalı İslami ekonomi politik ve sosyolojik okuma, iktidarlara karşı -ve kendisine karşı da- sivil cephede konumlanabilecektir.

İslam teolojisinin bu yönde yaptığı ikinci hamle de “hüküm Allah’ın hamlesidir”. Mülk Allah’ındır şiarında olduğu gibi burada da yeryüzü hükümlerinin katılaşıp iktidar üretmemesi ve yine aynı şekilde kulun kula kulluk etmemesi murad edilmiştir. Buradaki en büyük risk, “hüküm Allahındır” ilkesini yine insanlar üzerinde hüküm aracı kılarak, ilkenin amacından saptırılmasıdır. Allah’ın hükmü, insanları zapturapt altına alarak yaşatmak değil tam aksine onların kendileri-olarak, sivil biçimde, kendi içsel-olanak ve potansiyellerine göre yaşayabilmesini sağlamaktır. Burada amaçlanan şey, -şeri de olsa- insanı normun, töre ve tüzenin esiri yapmak değil, onun kendisi-olmasını sağlayabilmektir. Şeriatın veya şeri hükümlerin amacı, şeriatı getirmek değildir veya şeriatı getirmekle amaçlanan şey insanı “özgür-kılmaktır”. Değilse zaten Allah isteseydi, insana tercih hakkı vermeseydi yeryüzünde var olan her insanı doğrudan Müslüman yapma kudretine de sahipti. İslam’ın “kendisi de” amaç değildir, o olması gereken insan modelini ortaya çıkarmak için geliştirilen, ortaya konan bir tedrisattır sadece .

İnsanı sivil kılabilecek ikinci hat, yine İslam’ın ezoterik okuması olan tasavvuf alanıdır. Tasavvufi alandaki düalistik, rasyonel aklın sınırlarını zorlayarak, rasyonalitenin ortaya koyacağı tüm ayrıştırmalara ve ötekileştirmeyi karşı, “vahdeti vücut” anlayışını koyarak insanın eko sistemle ve türdeşleriyle birlikte, barış ve uyum içinde yaşamasını sağlama çabasıdır. Bu çabanın aksine, şer-odağı olan iktidarlar her zaman tam tersi çaba içine girer, “böl, parçala, düşmen et, birlikte olmanın beraberinde getireceği güçten onları düşür, zayıf kıl ve yönet”.  “Yaratılanı sev yaratandan ötürü” düsturu hayata, ontolojiye nakşedilip yaşana bilindiğinde, insanın eko sistemle ve türdeşleriyle arasında yaşadığı bütün ötekileştirmeler, düşmanlıklar ortadan kaldırılabilecektir, insanın doğayla, diğer insanlarla ve kendisiyle olan barışı mümkün kılınacaktır.  

Tasavvuftaki hiçlik/fenafillah mertebesi olası en sivil duruşlardan, hallerden birisidir. Bu mertebeye gelen kişi artık tüm esvaplarından/ giydirilmişliklerinden azade, tüm apoletlerini söküp atmış halde, anadan üryan bir çocuk sadeliğinde ve sağlığındadır. “Terki dünya, terki ukba, terki hesti, terki terk” sürecinin yaşanabilmesi ile birlkte ortaya çıkabilecek sonuçlandırma biçimi, sivilliğin-sivilleşebilmenin en üst mertebesi olacaktır. Çünkü bu yola giren kişi bu terkediş süreçlerinde, onu dışarıdan belirleyecek olan her şeyi, tüm giydirilmiş esvap ve apoletlerinden bir bir sıyrılarak, sabi sübyan saflığını/temizliğine kavuşabilmektedir. 

Sivilliği ve sivilleşebilmeyi getiren diğer bir hat “felsefi nihilizmdir”. Bu bağlamda da bu dünyanın gelmiş geçmiş en sivil insanlarından birisi felsefi bağlamda “aktif-nihilist” tutuma sahip olabilen Nietzsche’dir. Bütün ömrü hayatı zaten sonradan ona dışarıda giydirilen elbiseleri söküp atma çabasıyla ilgilidir. Ben bir put kırıcıyım, olası tüm putları yıkmaya geldim diyen Nietzsche, benden yeni putlar dikmemi beklemeyin de demek zorunda kalmıştır, çünkü her put iktidarıyla ve apoletiyle gelir, ilgilisini sivil=kendisi olmasının uzağına fırlatır.  Tanrı öldü derken kastettiği de “apoletli-tanrıdır”, kendi putlarına insanı taptırmaya çalışan tanrıdır, onun öldürdüğü ve yok saydığı tanrı. Oysa hiçbir tanrı, sahiden de tanrıysa, kimsenin onun “kulu-kölesi” olmasını istemez zaten veya tanrı için “benim kulum-kölem ol demek”=kendin ol demek anlamına gelebilir sadece. Çünkü tanrının ne “kula, ne de köleye” ihtiyacı vardır ama dünya üzerindeki şer-odakları, kulu-kölesi” olan tanrı ister, çünkü onlar böylelikle, yer-yüzündeki insanın insana kulluk ve köleliğini meşrulaştıracak bir dayanak bulmuş olur, hem de ne dayanak, en “ilahi-aşkın” olanından bir dayanak.

Sivilliği ve sivilleşmeyi mümkün kılacak olan diğer bir hat ise, Marksist ve felsefi/sosyolojik bağlamlı Anarşik perspektiflerdir. Her ikisi de her türden iktidarı ve iktidar dilini karşılarına alabilmişlerdir. Bu iki perspektif dışındaki diğer tüm perspektifler, iktidar denilene doğrudan saldırabilme cesaretine sahip değillerdir, çünkü onların derdi iktidarı ortadan kaldırmak değil de “belli bir iktidarı” ortadan kaldırarak “kendi-iktidarlarını” kurabilmektir. Bu ise sivillik ve sivilleşme çabası değil sadece üniforma değiştirme çabasıdır ve üniforma değiştirilerek sivilliği ve sivilleşmeyi sağlayabilmek olanaksızdır. Anarşizmden farklı olarak Marksizm’de olumlanan ve gerekli görülen “sosyalist” devlet, kadim-baki değil, kendi önündeki bariyerleri   ve kendi varlık nedenlerini ortadan kaldırıncaya kadar varlığı kabul edilen devlettir. Kendi varlık nedenlerini de ortadan kaldırmakla ve kendisini de lağvetmekle mükelleftir. 

Her türden varlık ve varoluş birtakım mukavemet testlerinden geçer, bu testlerden başarıyla çıkan varlığını da sürekli hale getirir. Bu noktada test edilen şey aslında “güç-durumudur” ve varlığın var olma hakkını elde edip sürekli kılabilmesi tüm bunlar için gereken güce sahip olup olmaması nispetindedir. Doğada olduğu gibi beşeriyet alanında da güçler savaşı vardır. Beşeriyet alanının dışında kalan doğadaki  güçler savaşı vahşice de olsa masumdur. Bir leoparın ceylanın boğazına dişlerini geçirip ona diz çöktürmesi, totalde ceylan türünün varlığı için de gerekli ve olması gereken bir durumdur, ortada kişisel bir kasıt yoktur.  Leoparın gücü hak edilmiş bir güçtür ve ceylanın ondan kaçamaması aynı zamanda onun ölmesinin de bir gereğidir. Ceylan leoparın bu saldırısına bir şekilde mukavemet gösterebilseydi o kazanmış olacaktı bu kora kor güç mücadelesini. 

Doğanın kendi iç işleyiş dinamikleri beşeriyet alanındaki gibi gücün merkezileşerek bir tür “iktidar sarmalına” dönüşmesini engellemektedir. Doğa ile kültürel olan beşeriyet alanındaki güçler dağlımı ve ilişkisi arasındaki temel farklılık bu noktada devreye girer. Doğadaki güç mücadelelerinde, riya, yalan, manipülasyon yoktur her bir varlık, kendi gücü oranında bir mukavete sahiptir ve buna göre var ya da yok olur. Beşeriyet alanındaki güç savaşlarında, yalan, riya yalan, manipülasyon gibi unsurlar, hak, hukuk ve adalet sorunlarını da beraberinde getirir. Haklı, meşru ve kendisinin kendisinden itibaren kuramayan bir gücün, diğerleri üzerinde iktidar sağlaması ve hak etmediği halde diğerlerini kendine ram edip, kendisi için onları kullanması bir zulüm durumudur. Sivillik tam da burada devreye girer. Sivilleşme ve sivil kalma mücadelesi aynı zamanda zulme ve zalime karşı mukavemet göstermenin adı, dolayısıyla da bir varoluş mücadelesidir. 


[i]  https://aksozluk.org/sivil

[ii] https://www.etimolojiturkce.com/kelime/site

[iii] Edward Said. (Oryantalizm)

[iv] https://www.anayasa.gen.tr/devlet-kelimesi.html#_ftn1

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.