Bilmiyorum.
Ben kırk dokuz yaşındayım ve iki kez büyüdüm.
Yirmi sekiz yaşında genç bir babaydım ama henüz küçüktüm. Sonra bir mayıs günü babamı kaybettim ilk kez büyüdüm.
İki büyük savaşın dünyayı hırpaladığı zamanlarda dünyaya gelmiş, yokluk ve çaresizlik içinde, çetin şartlarda kendisini var etmiş bir baba. Kitaplarda cevabı olan bir soru sorduğumda bana cevap vermeyen, “Git bakalım kütüphaneye, şu kitabı al gel, aç bakalım şu bahsi, bul bakalım şu sayfayı, oku bakalım neymiş?” diyen bir baba. Üniversiteye gitmeden bana bir üniversite bitirten bir baba. Bugün anlamaya dair bütün iştiyakım onun eseridir.
Yokluk zamanlarının çocuklarıyız biz. Yokluk-çaresizlik zamanlarında bizi var etmek için çabalayan, mücadele eden ama asla temenna etmeyen, boyun bükmeyen bir baba. Soy isimlere, statülere, güce, paraya, temenna etmeyen bir çocuk olarak büyüttü babam beni. Bugün haysiyetli bir duruşum varsa babamın eseridir.
Babamın doğruları muhakkak tüm doğrular gibi tartışılabilir. Ancak hiç kimse asla onun doğrularıyla çeliştiğine şahit olmamıştır. Ahlakın, kendi doğrularıyla çelişmemek olduğunu ben babamdan öğrendim. Haddini bilmenin, ötekinin hakkını gözetmenin, kendiyle çelişmemenin ahlak olduğunu ben babamdan öğrendim.
Ne kaldı bana ondan miras? Tenezzül etme!.. Temenna etme!.. Minnet etme!.. Boyun bükme!.. Diz çökme!... Oku, öğren, anlamaya gayret et, Allah’tan gayrıya kulluk etme. Bu miras benim en büyük servetimdir. Babamdan kaldı. Onunla gurur duymayı da büyüyünce öğrendim.
Her genç gibi ben de babamla çatışarak büyüdüm. Sert adamdı, disiplinli adamdı, tavizsizdi. Vefat edeceği vakit “Sabrederim, dişimi sıkarım, atlatırım, ben de bir babayım.” dedim. Babam bir mayıs günü gitti ve o boşluğu bir daha hiç dolduramadım. Odasına girdiğimde elinde bir kitap divanında uzanmış okur bulurum sandım uzun süre ama bir daha hiç bulamadım. Ne vakit ellerime baksam, aynada alnıma baksam, ak düşen sakallarıma baksam babamı gördüm. Ne vakit çaresiz kalsam babamın “Oğlum ölünce geçer, bu dünyada rahat yok.” tesellisiyle avunurken buldum kendimi. Hayatımda eğer varsa birkaç iyi haslet bu babamın eseridir, kusurlarım bana ait.
ve ben elleriyle babasını gömen,
ellerinde babasını gören birinin hüznünü taşıyorum boynumda.
onun için sevmiyorum hatıraları
hatıralar;
dizim acıdı, içim sancıdı, üşüdü kulaklarım ve yoruldum
sonra
tüm babalar gibi bıraktı gitti babam.
babam, ellerimde kaldı bakmaya korktuğum.
sonra çalmayan kapı, gelmeyen ses, çok tanıdık ama yabancı seçemediğim yüzler kaldı hatıralarda…

Üzerinden yirmi bir yıl geçti. Yeri dolmayan bir boşluk olarak kaldı babam. Ve bir eylül günü ikinci kez büyüdüm, öksüz kaldım, köksüz kaldım, bunu anlatmak nasıl mümkün?
İki büyük savaşın dünyayı hırpaladığı zamanlarda dünyaya gelmiş, yokluk ve çaresizlik ateşinde terbiye olmuş; dünyanın en iyi doktoru, dünyanın en iyi öğretmeni, dünyanın en iyi terzisi, en iyi aşçısı, en iyi berberi, en iyi annesi benim annem.
Dört yaşlarındayım, yüzüm kan içinde bahçeden eve, anneme koştum. “Yüzüne ne oldu?” dedi annem. “Kedi tırmaladı anne.” dedim. “Kediye ne yaptın?” dedi. “Bahçede kediyi sevmek istedim, peşinden gittim, o gitti, ben gittim, kulübede köşeye sıkıştırdım, kucağıma alacaktım, zıpladı ve yüzümü tırmaladı anne.” dedim. “Bir daha yapma, kediyi köşeye sıkıştırırsan seni yine tırmalar.” dedi, yüzümü pansuman etti. O vakit hayatı olduğu gibi kabul etmesini öğrendim. Dikenin battığını, ateşin yaktığını, taşın acıttığını, gecenin karanlık, güneşin aydınlık olduğunu ve bunu böylece kabul etmem gerektiğini annemden öğrendim. Hala en çok kedileri severim. Ve onların başına buyruk hallerine saygı göstermeyi, diğer varlıkları bir menfaat olmadan da sevmem gerektiğini ve onların fıtratına saygı duymayı ben annem öğrendim.
Kara taşının üzerinde, karanlık gecede, kara karıncanın görüldüğünü, ayaklarından çıkan seslerin duyulduğunu, varlığın zerreden kürreye bir ve bütün olduğunu ben annemden öğrendim. En gizli iyiliklerin de en gizli çirkinliklerin de asla gizli kalmayacağını, vicdanın daima insanı izlediğini ve hayatı bir anlam uğruna yaşamak gerektiğini, yaratana ve yarattıklarına karşı mesuliyetimiz olduğunu çocuk yaşlarındaydım ve ben annemden öğrendim.
Dişim ağrıdığında, başım yarıldığında, dizlerim kanadığında, canım sıkıldığında şefkatin en iyi ilaç olduğunu ben annemden öğrendim. Babamın “Hanımefendi”si mahallemde gencinden yaşlısına herkesin “Teyze”si, inandıklarıyla ve doğrularıyla asla çelişmeden yaşayan ahlaklı bir kadındı benim annem. Ben ahlakı annemden öğrendim. Onun da doğruları tüm doğrular gibi tartışılır. Ancak kimse onun doğrularıyla çeliştiğine şahit olmamıştır. Doğrularımla çelişmemeyi ben annemden öğrendim. Tekrar tekrar affetmeyi, karşılıksız sevmeyi, şefkatin bir ilaç olduğunu ben annemden öğrendim. Şimdi bende iyi ne varsa babamın ve hanımefendisinin eseridir; hatalarım, kusurlarım, kabalıklarım kendi eserimdir. Kırk dokuz yaşındayım. Bir eylül günü annemi kaybettim, ikinci kez büyüdüm. Annem gitti, öksüz kaldım, köksüz kaldım, boşlukta kaldım…
Hatalarıyla, kusurlarıyla, eksikleriyle, noksanlarıyla ama ahlaklarıyla, tavırlarıyla, duruşlarıyla dünyanın en iyi babası benim babam ve dünyanın en iyi annesi benim annem. Diğer tüm iyi anne ve babalar gibi…
Gittiler, anladım, öğrendim, fark ettim ve büyüdüm.
Yeni yorum ekle