Gazeteci Ahmet Dönmez 20 Eylül 2025 günü Dücane Cündioğlu ile “Cemaat'e Dair Hariçten Gazel” başlıklı bir youtube programı yaptı.
Neredeyse dört saat süren bu uzun youtube programını fasılalarla da olsa baştan sona izledim.
Bence, Dücane Cündioğlu’nun hatırlanmasını çok da istemeyeceği bir program oldu.
Cündioğlu’nun söylediği her şeyi kategorik olarak reddedenlerden değilim.
Ondan kişisel olarak nefret edip, onun fikirleri ile kendileri arasına duygusal duvarlar örenlerden hiç değilim.
Bilakis Cündioğlu’nun fikirlerine kıymet veririm, dinlemeye, yorumlamaya, üzerinde düşünmeye layık bulurum. O ağır ağır konuşup daldan dala gezerek tamamladığı uzun solo programlarından pek çoğunu baştan sona izlemişimdir. Somut bir şahsa yönelmediği müddetçe kibirli sözleri bile beni o kadar rahatsız etmez.
Onun sözlerinden dolayı uğradığı hücumlar üzerine şu x mesajını yayınlamıştım:

Bir videosunda söyledikleri üzerine düşüncelerimi aktarmak üzere “İnsan Her Şeyin Ölçüsü mü?” başlıklı bir yazı da kaleme almıştım.

Fakat Cündioğlu bu programda beni derin bir hayal kırıklığına uğrattı.
Ekran başına bir röportaj izlemek üzere oturmuştum. Fakat Cündioğlu, gazeteci Dönmez’le adeta savaşarak röportaj formatına müsaade etmedi.
Zaten kendi kanalında uzun monologlar çekebiliyorken neden röportaj sorularına tahammül edemedi, neden bu programı da bir monoloğa çevirmeye çalıştı bilmiyorum.
Her şeyden önce Ahmet Dönmez’in misafiri olduğunu unuttu. Dostlar alışverişte görsün kabilinden sarf edilmiş birkaç samimiyetsiz süslü sözü kenara bırakırsak, program boyunca oldukça kabaydı.
Cündioğlu, programın başından itibaren Dönmez’in sorularını yarıda kesip soruyla alakası olmayan şeyler anlattı. Aslında Dönmez’in sorularını dinlemeyen kendisiyken Dönmez’i kendisini dinlememekle itham etti.
“Söz kesme zamanlaman çok harika Ahmetciğim. Evet buyur. İstersen kapatalım.” gibi “pasif-agresif” sözlerle anlamsızca kaprisler yaptı.

Dönmez’in Cemil Çiçek'ten aktardığı bir ifadeyi, sanki karşısındaki neyi nasıl aktaracağını gayet iyi bilen profesyonel bir gazeteci değilmiş gibi önce "E orada ifadeyi doğru aktarıyor musunuz bilmiyorum” diyerek sorguladı, sonra “bakmak lazım ama zaten demiş olabilir. Böyle de demiş olabilir.” diye devam etti.
Dönmez’in sorularına “Ben böyle şeyleri çoluk çocuğa bırakıyorum.” “Bu işlerden anlamayan amatörler filan böyle zannedebilir”, “Bence süreci biraz daha yavaş takip edersen iyi olur”, “Bence biraz daha okumaya… okumakla olmaz… biraz daha düşünmeye ihtiyacın var”, “Ben tam yükselirken sözümü kesme” gibi böyle bir programda “ayıp” sayılacak cümlelerle cevap verdi.
Bir normalleşme beklentisini dile getiren Dönmez’e, sanki “bugünkü hükumete danışman olsam ne demeliyim” diye sormuş gibi, “Seni danışman yapsaydık eğer aptalsan bu kavga bitsin barışalım helalleşelim filan gibi laflar ederdin” diyerek açıkça hakaret etti.
İtiyadı üzere serbestçe, bölünmeden konuşmak istedi ama karşısında soruları olan bir gazeteci vardı. Sözleri sorularla kesildikçe, tiratları itirazlarla bölündükçe medeni, kibar, görgülü bir konuşmacı hüviyetinden sıyrılıp uzaklaştı ve kabalaştı.
Hem de onu ekran başında izleyen benim gibi insanları utandıracak kadar…
Almanlar bu hisse “Fremdschämen” diyorlar, İngilizcedeki karşılığı “vicarious shame” ya da “second-hand embarrassment”…
Ahmet Dönmez’i bu barbarca monoloğa, sinsi ve sevimsiz istiskallere, manasız laf çarpmalara tahammül edebildiği için tebrik etmek lazım.
“Usül esasa tekaddüm eder” fehvasınca önce usulde gördüğüm problemlerden bahsettim.
Şimdi gelelim esasa, muhtevaya dair itirazlarıma...

Programın başında, Ahmet Dönmez sorularıyla cemaat ve birey olma üzerine bir tartışma başlatmak istedi. Ama Cündioğlu onun sorularına kayıtsız kaldı. Dönmez’in ısrarlı çerçeve çizme çabalarına rağmen sürekli hatıralarını anlatarak asıl konudan uzaklaştı Cündioğlu.
Sık sık “ad hominem” safsatası yapan Cündioğlu, kendisine yöneltilen bazı sorulara doğrudan yanıt vermek yerine, Ahmet Dönmez'in bilgisini veya niyetini sorgulayan yanıtlar verdi. Dönmez cemaate yönelik sıkı eleştirileri yüzünden cemaatin nefret objesi haline getirdiği bir gazeteciyken zaman zaman ona cemaatin sözcüsü muamelesi yapmaya kalktı.
Biraz daha derli toplu olması adına eleştirilerimi başlıklandırarak aktarayım:
Teleolojik ve Komplocu Düşünce
Cündioğlu, kendisinin ve Türkiye'nin entelektüel tarihindeki yaşanmış hadiselerin, belirli bir sonuca ulaşmak üzere bir takım “büyük güçler tarafından” çok önceden tasarlanmış projeler olduğunu ileri sürdü.
Örneğin, gençliğinde önce “ülkücü” sonra “İslamcı” olmasını “ABD'nin bir projesi” olarak nitelendirdi!
Bu tüm bireyleri iradesiz kuklalara indirgeyen komplocu zihniyet çok problemli. Karmaşık tarihsel süreçleri ve bireysel tercihleri, basitleştirilmiş bir nedensellik zincirine, yani bir “üst aklın” planına bağlama eğilimi, zihinsel becerileri, derin düşünme pratikleri çok gelişmiş olmayan toplum kesimlerinde çok yaygın. Ama maalesef zaman zaman muteber entelektüellerimizin de bu zihniyet kalıbının etkisinde yorumlarına şahit oluyoruz.
Bu tür bir teleolojik düşünce, olayları sadece belli bir sonuca ulaşmak üzere tasarlanmış bir zincirin halkaları olarak görmekle kalmıyor, aynı zamanda bireysel ve toplumsal aktörlerin irade ve eylemlerini de büyük ölçüde değersizleştiriyor.
Fatalizm ve Bireysel İradenin Reddi
Cündioğlu’nun görüşlerinde, bireysel eylemin gücü ve etkisi konusunda bir tutarsızlık dikkat çekiyordu. Cündioğlu, bir yandan cemaatin resmi bir temsilcisi gibi gördüğü Dönmez’e “aklını kullanma cesareti gösterenleri destekleyin” gibi beylik tavsiyelerde bulunurken, bir yandan da insanın “büyük güçlerin oyuncağı” olduğunu, “hiçbir şey yapamayacağını”, “hiçbir tercihte bulunamayacağını”, “kendi tercihlerini yaptığını sansa da bunun bir yanılgıdan ibaret olacağını” savundu. Bu, bireysel iradeyi ve seçim özgürlüğünü reddeden fatalist bir bakış açısı.
Bireysel sorgulamayı teşvik eden bir entelektüelin, aynı zamanda insanı kaderin, toplumun, tarihin pasif bir nesnesi olarak görmesi ciddi bir tutarsızlık.
Devlete ve iktidar yapılarına bilinmezlik ve dokunulmazlık atfetme
Cündioğlu’nun, özellikle devletin eylemlerini sorgulanamaz gören bir yaklaşımı benimsemesi hayret vericiydi. Hikmet-i hükumet (raison d'état) kavramını sanki herkesin itibar etmesi gereken bir kavrammış gibi aktardı. Şeyh efendilerin, cemaat liderlerinin süblimasyonunu eleştirirken kendisi de -sanki onu teşkil eden bireylerin iradelerinin ötesinde kutsal bir iradenin neşet ettiği bir ocaktan bahsediyormuş gibi- “devlet” süblimasyonu yaptı!
“Biz tabii devletin mekanizmalarını bilemiyoruz. Dışarıdayız.” dedikten sonra o bilmediği mekanizmalardan çıkan “karardan” sanki mutlak, sorgulanamaz, hatta “ilahi” bir karar gibi bahsetti. Devleti veya belirli güç yapılarını, eleştirel analizin ve sorgulamadan azade tutan bu bakış açısı, modern düşüncede bireysel özgürlüğün temelinde yatan "iktidarı sorgulama" ilkesiyle çelişiyor. Bu yaklaşım, devletin eylemlerinin her zaman meşru ve sorgulanamaz olduğu gibi sorunlu bir ön kabulü barındırıyor.
Machiavelli ve Carl Schmidt’in zulme ve faşizme zemin hazırlayan fikirlerine teslimiyet
Cündioğlu, (tabi ki itiyadı olduğu üzere en yüksek perdeden ve kuvvetli bir özgüvenle) gücün ve zorbalığın doğal bir gerçeklik olarak kabul edilmesi gerektiği yönünde argümanlar dile getirdi. Doğrusu bunları ondan işittiğimde büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Siyasi şiddeti ve zulmü, doğadaki acımasız rekabete benzeterek meşrulaştırmaya çalıştı. Güçlü vahşi hayvanın zayıf olanı avlaması örneğinden hareketle siyasi zorbalığın “doğal” olduğu sonucuna ulaştı. Bu analojiyle, insanlık tarihindeki zorbalık ve katliam gibi olayları ahlaki eleştirinin konusu olmaktan çıkarıp, "doğanın kaçınılmaz bir gerçeği" olarak sundu. “Doğada ne hukuk vardır ne ahlak vardır.” dedi.
Sanki binlerce yıllık temeddün gayreti hep o “doğal” vahşetten uzaklaşmak için gösterilmemiş gibi… Sanki akıl, binlerce yıldır o “doğa halinin” dehşetinden kurtulmanın yollarını aramamış gibi…
Cündioğlu’nun Giorgio Agamben, Carl Schmitt ve Niccolò Machiavelli gibi düşünürlere atıfları, genellikle bu filozofların karmaşık fikirlerini basitleştirip, otoriter ve fatalist bir dünya görüşüne hizmet edecek şekilde kullandığını da üzülerek söylemek zorundayım.
Tiranların zulmünü meşrulaştırmak için ortaya atılan bu yaklaşım, bir ölçüde yukarıda bahsettiğim teleolojik zihniyet yapısından türüyor; etik ve ahlaki sorumlulukları ortadan kaldırarak, baskı ve zulmü sadece bir iktidar aparatı, bir kaba kuvvet şovu olarak ele almanın yolunu açıyor.
Carl Schmitt “Egemen, istisnai duruma karar verendir” der. Bütün diktatörler kitleleri bir istisnai hâl yaşandığına ikna ederek kontrol ederler. Çünkü istisnai haller istisnai tedbirler gerektirir. Ölüm kalım savaşı verirken hak, hukuk, hürriyet, adalet gibi en temel insani değerler rafa kaldırılabilir. Ama tiranların iktidara gelmek ve iktidarlarını sürdürmek için benimsedikleri bu yöntemi tespit etmek başka bir şey o yöntemin meşru, doğru, normal ya da insani olduğu sonucuna varmak başka!...
Buradaki mantık hatasını somut bir örnek üzerinden şöyle açıklayabilirim: Şimdi Netenyahu bin bir türlü şeytani politik vasıtayı kullanarak yüzbinlerce insanı katlettikten sonra Gazze’yi ilhak etse, yaptıkları yanına kâr kalsa, hayal ettiği büyük İsrail’i kursa neticede başarılı olduğuna bakarak yaptıklarının doğru, doğal, meşru olduğu söylenebilir mi? Elbette hayır!
Bazı teori, fikir ve kavramların "mutlak doğrular" gibi sunulması
Cündioğlu, programda bahsettiği bazı düşünürlerin fikirlerini, kavramlarını tartışmaya açık teoriler gibi değil de, sanki evrensel ve sorgulanamaz gerçeklermiş gibi ele aldı. Bu, özellikle Hitler, Mussolini hatta Netenyahu gibi eli kanlı zorbaların eylemlerine meşruiyet sağlama potansiyeli taşıyan bir yaklaşım. Totaliter rejimlerin eylemlerini “acı gerçekler” veya “doğanın kanunları” olarak sunmak, bu rejimlerin kurbanlarının yaşadığı acıyı ve bu eylemlerin ahlaki ve hukuki boyutunu göz ardı etmek anlamına geliyor.
Örneğin, Agamben’in homo sacer (kutsal insan) veya istisna hali (state of exception) kavramları, devletin aşırı güç kullanımını eleştiren ve bu gücün sınırlarını sorgulayan teoriler. Ancak, Cündioğlu bu kavramları, sanki ejderhalaşan devletin başındaki tiranların zulümlerini meşrulaştıran kavramlar gibi kullandı. Agamben bunu asla söylemiyor.
Hulasa…

Argümanlarının içeriğindeki dikkat çekmeye çalıştığım zayıflıklar, çok verimli olabilecek bir tartışmayı maalesef daha genel, daha derin ve daha felsefi bir düzlemden, kişisel anılara ve determinist, teleolojik, fatalist ve komplocu bir okumaya çekti.
Bireysel ahlaki sorumluluğu ortadan kaldırarak, yaşanan her türlü şiddeti ve zulmü basitçe kaderin oyunu, doğanın kanunu ya da mahiyeti meçhul yeryüzü tanrılarının karşısında durulamaz projelerinin adımları olarak açıklama sığlığı Dücane Cündioğlu’nunki gibi parlak bir zihne yakışmıyor.
Neyse… En meşhur futbol yıldızlarının bile formsuz maçları olur. Bir maçta beklenen performansı gösterememeleri onların kıymetini azaltmaz. Bu programı öyle bir maç sayalım. Umalım ki Dücane Cündioğlu hocamız yeniden form tutsun ve tutarlı, insicamlı, ayağı yere basan fikirleriyle bizi aydınlatmaya devam etsin…
Yeni yorum ekle