2. Dünya Savaşından bu yana uluslararası sistem ilk kez bu kadar radikal bir dönüşüm sürecinde. Hâkim güçlerin yeni döneme ilişkin rol modellemeleri her zamanki gibi kan ve gözyaşı üzerine şekilleniyor. Kartların yeniden dağıtıldığı bir dönemde Türkiye’nin “bekle gör” gibi bir politikayla kaybedecek zamanının olmadığını görüyoruz.
Aklı selim devletler yeni bir devlet felsefesi ile var olmalarının gerektiğini biliyorlar. Bu süreçte Türkiye’nin de devletin kuruluş felsefesine yeni bir bakış açısı kazandırması lazım. Güncel gelişmeleri dikkate aldığımızda bunun ipuçlarını görebiliyoruz. Bu nedenle radikal bazı politik açılımları anlamlandırmakta ve yönetmekte zorlanıyoruz.
Osmanlı bakiyesi üzerine kurulduğu düşünülen Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluş felsefesi, yüz yıldan bu yana hız kesmeden tartışılmaya devam ediyor. Bugün düşünsel veya siyasi anlamda tartışmaya lüzum gördüğümüz her ne varsa, kökenlerini Osmanlı’nın son dönemleri ile Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerine gönderme yapmadan tartışamıyoruz. Jön Türkler, İttihat ve Terakki, Atatürkçülük, milliyetçilik, laiklik ve İslamcılık yüz yıldır bütün tartışmaların göbeğinde yer alıyor.
İlk yarım yüz yıllık dönemde bunun çok doğal olduğunu kabul etmeliyiz. Lakin sonu gelmez bir girdabın içine girmiş isek oturup nerede hata yaptığımızı düşünmeliyiz. Anadolu’nun aydınları sanki bu girdaptan besleniyormuşçasına bir melankoli içinde.
Kronikleşen ve içinden bir türlü çıkamadığımız yüklerimizden kurtulmak için gösterdiğimiz gayretler de yeni sorunların ve tartışmaların kaynağı oluyor. Öyleyse yapmamız gereken şey “referans baz dönemi”ni değiştirmektir. Türkiye’de içinden çıkamadığımız etnik ve din temelli sorunlar başta olmak üzere, yaşadığımız ideolojik savaşlara yeni bir dönemi baz almak suretiyle tartışmanın vakti gelmiştir. Devletin kuruluş felsefesinin farklı bir dönem baz alınmak suretiyle tartışılması durumunda Kürt sorunu ve Alevilik başta olmak üzere çok önemli sosyolojik sorunlarımıza da yeni açılımlar getirebiliriz.
Nedenler sonuçları bir çıkmaza sürüklemiş ise, sonuçları yeni nedenlere bağlamak gerekebilir. Öyleyse içinde bulunduğumuz problemlerin çözüm merkezini tarihte biraz daha önceye götürmek suretiyle referans baz döneminde bir değişiklik yapalım. Bu keyfilik iktisatta bir gereklilik olarak adlandırılabilse de tarihte bunun yapılabilirliğini sorgulayabilirsiniz. “Saat 12.44 Dünyanın Sonuna Çeyrek Kala” yazımızda esasında bunun da bir gereklilik olduğunu izah etmeye çalışmıştık. Tarih geriye doğru işlerken referans baz dönemini geriye çekmekte hiçbir beis görmüyorum. Zira geçmişte gittiğiniz nokta ne kadar uzaksa, gelecekte varmak istediğiniz hedef o kadar yakındır.
Mevcut tartışma zeminimizi bir adım geriye çektiğimizde karşımıza Anadolu Beylikler dönemi çıkıyor. Sorunların içeriğine göre Beylikler döneminin dışına taşan dönemlerden de istifade etmek durumunda kalınabilir. İlerleyen vakitlerde buradan da geriye gitmek zorunda kalacağımızdan şüphem yok. Ancak bu şimdilik içinde bulunduğumuz zaman dilimini aşan bir durum. Esasında Osmanlı’nın kuruluş ve yükseliş dönemleri de bu anlamda işimizi görecek bir yapıya sahipmiş gibi görünebilir. Lakin bu dönemde devlet Anadolu halklarını kabul edilebilir bir norm üzerinde mutabık kıldığı için daha önceki dönemlere gitmeyi tercih ettim. Zira yeni bir toplumsal uzlaşı normu oluşturacaksak eskisi her zaman buna engel olmak isteyecektir.
Beyliklerin en önemli özelliği bir geçiş dönemi olmasıdır. Türkistan coğrafyası Türk kültürü ile Osmanlı devleti arasındaki geçişin kritik kırılmaları burada yatar. Ankara Savaşı’nı da bu geçişe düşülen bir şerh olarak düşünebiliriz.
Öyleyse yaşadığımız sosyolojik sorunları Beylikler dönemi Anadolu ruhunu düşünerek yeniden tartışmaya açalım. “Kibele’nin Evlatlarında Anadolu’nun Ruhu” yazımda da bu konuyla ilgili zemini oluşturduğum kanaatindeyim.
Osmanlı devlet felsefesi ile Türkiye Cumhuriyeti kuruluş felsefesi arasındaki radikal dönüşümün ideolojik bir çıkara dönüştürülmesinde, aydınlarımızın hala hız kesmeden devam eden kısır tartışmalarına maruz kalmaktayız. Yelpazenin her iki ucundaki entelektüeller her ne kadar birbirleriyle düşünsel bir savaş halindeymiş gibi görünseler de esasında aynı kısır döngü içerisinde aynı amaca hizmet etmekteler.
Türk devlet aklı öncelikle Anadolu’nun ruhundaki sosyolojik gerçekliği görmelidir. Sözde Alevi ve Kürt sorunu başta olmak üzere farkında olduğumuz ve olmadığımız birçok radikal sorunla karşı karşıyayız. Referans baz dönemini değiştirdiğimizde bu sorunlarla yüzleşmek çok daha kolay ve mantıklı hale gelecektir. Bunu yapabilmek için elimizde sihirli bir değneğimiz yok maalesef. Lakin buna ihtiyacımız da yok. Zira bir kabulden öteye geçmeyen gerçeklikten bahsediyoruz. Birey, geçmişindeki olumsuzluklara psikiyatrın format atıp yeni bir hikâye oluşturulmasına nasıl müsaade ediyorsa, Anadolu toplumunun da benzer bir sosyolojik dönüşüme hazır olduğunu görebiliyoruz.
Kabul etmemiz gereken bir şey var. Anadolu’nun Türkleşmesi dediğimiz şeyin sosyolojik tanımını daha açık yapmalıyız. Bu topraklar iki bin yıl önceki pagan değerlerini hala bağrında taşıyor. Rum, Ermeni ve Hristiyanlıktan bahsetmeye bile gerek yok. Bir de aynı kültür havzasında yaşadığımız ve Türk olarak tanımladığımız Hazarlar var. Dünyanın en ezoterik yapılarına ilham kaynağı olan üç bin yıllık Mitra tapınağı hala bütün canlılığı ile ülkemizde bulunuyor ve dünyanın her tarafından akın akın gelen misafirlerini kabul ediyor.
Günümüzde Anadolu’nun ruhundaki etnik ve dini gerçeklikler kendini daha net ifade etmeye başladı. Üzeri külle örtülmüş pagan inançları yeniden canlanıyor. Sonuçta bunların hepsi Anadolu kültürünün bir parçası ve hiç kimse bunların yeniden yeşermesine mâni olacak bir güçte değil. Her ne kadar aynı dili konuşup aynı dine mensupmuş gibi görünsek de bugün çok farklı etnik ve dini yapılar kendi kimliklerini açıkça ifade etme eğilimi içinde. İnsanların farklı bir aidiyet içinde gizlenerek yaşaması sosyolojik travmalardan başka bir işe yaramıyor. Belki de asıl travma homojen bir yapı içinde yaşadığımızı düşünen insanlar için geliyor.
Böylesi bir sosyolojik dönüşüm sürecinde Alevi ve Kürt meselesi gibi sorunlar gerçekten çok yapmacık kalıyor. Sosyolojik anlamda Türklüğün bütünleri olan bu iki husus gerçekliğin önündeki perdeden başka bir şey değil. Toplumun çok kolaylıkla üstesinden gelebileceği sorunlarla anlamsızca zaman kaybederken, Anadolu’nun diğer etnik ve dini gerçeklikleriyle nasıl uzlaşabileceğiz. Ali, Mete, Mustafa olarak sohbet ettiğimiz insanlar gerçekte kim? Kimin ne olduğunun bir önemi yok herkes kendi olsun yeter. Bir arkadaşım okuldan öğretmen arkadaşını ziyarete gitmişti. “Çocuğunun adını sordum, söyledi ama anlamadım birkaç kez tekrarlamasına rağmen ne olduğunu çıkartamayınca”, “kızımızın adı Rumca o yüzden anlamakta zorlandınız” cevabını alınca oldukça şaşırmış. İnsanlar ruhlarında kendi aidiyetlerine dair bir iz taşıyorsa neden sünepe gibi yaşamak zorunla olsunlar ki.
Sonuç: Beylikler dönemi, Anadolu topraklarının dönüşüm sürecine tekabül eder. Herkesin kendini kendi olarak tanımladığı bir ortamda Türk Beyleri kendi kültürleri üzerine bir yapılanma kurdular. At sırtında on binlerce kilometre yol kat etmek suretiyle nev-i şahsına münhasır medeniyet kuran bir topluluğun kendi kimliklerine dair tanımlamalarının temeli doğal olarak etnik değil sosyolojik olmuştur. Dünyanın farklı coğrafyalarında dinlerine din, dillerine dil eklediler. Lakin kültürlerinin özü hep aynı kaldı.
Beylikler ile Artuklular, Karakoyunlular, Akkoyunlular Anadolu coğrafyasına kendi ruhlarını verdiler. Bu ruh Osmanlı devleti döneminde bile pek değişmedi. Kurtuluş savaşı kapıyı çaldığında yedisinden yetmişine cümle kadın, erkek ve hatta çocuklar yeni bir devlet kurmak için hiç tereddüt etmeden bütün varlıklarını ortaya koydular. Onlara bunu yaptıran genetik dokularına kazınmış binlerce yıllık kültürleriydi. Kuvâ-yi Milliye ruhu Anadolu beyliklerinden vücut buldu. Samsun, Sivas, Erzurum, Maraş, Adana, Efeler, Seğmenler, Sütçü imam, Nene Hatun Türkistan Türk kültürünü hiç bozmadan yüreklerinde taşıyordu. Onlar bir devletin yıkılışına ağıt yakarken, yeni bir devletin kuruluşuna da alkış tuttular.
Vaktiyle Makedonya’da Türkçeyi unutmuş Türkbaş kardeşlerimizin köyünde bir Türkçe kursu açmıştık. Bir hafta sonu kursu ziyaret ettiğimizde en ön sırada henüz dört yaşında bir kız çocuğunun oturduğunu gördüm. Şaşırdığımı gören öğretmen “Ali Bey Ayşe kızımız Türkçe kursu açılacağını duyunca kursa katılmak istemiş, annesi henüz çok küçük olduğunu okula dahi gitmediğini söyleyerek bu talebi kabul etmemiş. Lakin Ayşe eline geçen bütün eşyaları fırlatıp evi savaş alanına çevirince annesi kursa getirmek zorunda kalmış” dedi. İnsanların genetik dokularına işlenmiş bu ruhun nerde, ne zaman ve nasıl tezahür edeceğini kimse tahmin edemez.
Türklerin devlet kurmak ve yönetmekteki mahir yetenekleri bugün Türkiye’yii yeni bir safhaya taşıyacak güçtedir. Dulkadiroğulları, Karamanoğulları, Aydınoğulları, Tekeoğulları, Artuklular ve diğerlerinin evlatları atalarına yakışır bir canlanışa şahitlik edecekler. Türkiye’yi düşünsel ve toplumsal çıkmaza sürükleyen turnusol kağıdını değiştirmenin vakti geldi de geçiyor. Ülkeyi bunalıma sürükleyen sorunların hiçbirisi bu coğrafyanın gerçekliği ile örtüşmüyor. Anadolu’da 1071 yılında başlayan dönüşüm gerçekliği Türkistan ve Ortadoğu coğrafyasının kader birliğidir. Hala Alevilik ve Kürtlüğü bir sorun olarak empoze eden zihniyet, Anadolu’nun kader birliği yapmış evlatlarınca bertaraf edilecek ve yeni bir Türkiye’nin kapıları açılacaktır. Bunu siyasi bir kabulden ziyade sosyolojik bir gerçeklik olarak kabul etmeliyiz.
Yeni yorum ekle