Haklısınız ama…

03 Haziran 2025

Tarihi, dini, kişisel, politik meselelerle ilgili tartışmalarda sıklıkla “Haklısınız ama…” diye başlayan cümleler kurulur. Bu ifade aslında meşhur film sahnesindeki “Yaptım, yaptım ama bir sor niye yaptım?” cümlesinin başka bir biçimidir. 

Yanlışları tevil etmek için giriş ifadesi olan “Haklısınız ama…” aynı zamanda önemli bir göstergedir. Bu ifadenin neredeyse tüm tartışmalarda kullanılması toplumun geneli için ciddi bir tehlikeye işaret eder.

Tartışan taraflardan biri ilkesel olarak söylediklerinde haklıdır ve öteki tarafı temsil eden de amiyane tabirle “kıvırmak” için “haklısınız ama…” diyerek söze başlar ve topu karşı sahaya atar. “Haklısınız ama”dan sonra karşı tarafın yaptığı benzer hatalardan örnekler vererek; bu hataların yüce, ulu, kutsal amaçlar için yapıldığını belirterek kendi hatalarının da mazur görülebileceğini savunur. Yani aslında tartışan iki taraf da ilkesel olarak aynı meselede yanlışlar yapmıştır: Yolsuzluk, adaletsizlik, adam kayırma vb.

Peki, bu ifade, bu tavır ne anlatıyor?

“Evet, ortada bir yanlış var ama ben-biz-bizimkiler tarafından bu yanlış çok önemli ve haklı bir nedenle yapılmıştır.”  Yanlışları taraftalar nezdinde meşru-mazur gösteren çok önemli, asla görmezden gelinemez meseleler vardır: Konu bir milletin tarihine ya da bir dinin tarihine müteallik bir konuysa bahsi geçen yanlış o milletin bekası için, o inancın bekası için işlenmek zorunda kalınmıştır. Tarihten kötü, yanlış, trajik örnekler verip bunlar ilkesel olarak eleştirildiğinde cevap olarak “iyi niyet, beka, zorunluluk” kavramlarıyla meşrulaştırma ve mazur gösterme yoluna başvurulur. Politik düzeyde taraflar birbirlerinin kirli çamaşırlarını ortaya döktüklerinde de tartışma bu bağlamda gelişir: “Haklısınız ama sizinkiler de şöylesi yanlışlar yaptı, bizimkiler ise bu hataları daha ulvi nedenlerle yapmak zorunda kaldı.” Hatta tartışmaya konu olan mesele bir cürmü meşhuda dönüştüyse “ Yaz kızım, 200 torba çimento, 20 kamyon çakıl, 15 tane kapı…” diyerek suçu asla üstlenmeyen bir pişkinlik ortaya çıkar.

Öyle mühim hedefler vardır ki onlara ulaşmak için yanlış, kötü şeyler yapılabilir ve bunlar meşru-mazur görülebilir. “Vatanın bağımsızlığı, Allah rızası, Atatürkçülük uğruna, Osmanlı torunları olarak, Türklüğün bekası, Kürtlerin özgürlüğü, Çağdaş bir yaşam için her türlü yanlışlık meşru ve mazur görülmelidir.” demektir aslında bu. Kutsal bir ideal, çok önemli bir hedef uğruna yanlış yapmayı meşru-mazur görebilecek hiçbir ideoloji hiçbir din hiçbir dava olamaz. Eğer bir inanç ya da ideoloji adaletsizlik yapmayı, zulmü, hırsızlık yapmayı, adam kayırmayı meşru-mazur görüyorsa o tehlikeli ve yanlıştır. Pek tabii bir tartışmanın konusu değilse bu temel ilke taraflarca kabul edilecektir. Mesele bir tartışmaya konu olunca taraflar hemen “Haklısınız ama; yaptım, yaptım ama niye yaptım bir sor...” gibi silahlarını kuşanır. İş cürmü meşhuda varırsa “Yaz kızım...” pişkinliğiyle suç reddedilir.

Asr-ı saadet’ten Tek Parti dönemine; Kerbela’dan 15 Temmuz’a kadar hemen her meselede tarafların “Haklısınız ama…, tamam da…, öyle ama…” ifadelerini kullanmadan tartışamadıkları görülür. Bu aynı zamanda tarafların hakikati değil haklı çıkmayı önemsediklerinin bir göstergesidir. “Evet, bazı yanlışlar olmuş olsa da bu bizim haklı olduğumuz gerçeğini değiştirmez. Hakikatin ne olduğu umurumuzda değil, ne olursa olsun biz haklıyız.” demektir bu. Bu durum bir yandan tarafların hakikatin peşinde olmadığını gösterirken diğer yandan ahlaken kusurlu olduklarını da gösterir. Başarı, zafer, haklı görünmek uğruna adil olmamayı, hırsızlığı, yolsuzluğu, zulmü, adam kayırmayı savunmak ahlaken noksanlığa işaret eder.

Bir topluluk hakikat ve ahlak konusunda “amaların, fakatların” ardına sığınan; adil olmamayı belli şartlarda makul-meşru-mazur gören taraflardan oluşmuşsa o topluluk huzur bulmaz. O topluluktan bir millet ya da bir toplum çıkmaz; müreffeh, adil, bir yaşam o topluluğa uğramaz.

“Vatan, bayrak, millet, özgürlük, Allah, Atatürk” gibi kavramları abartılı biçimde yükseltenler, her hatayı-yanlışı-çirkinliği “Haklısınız ama…” diye başlayan cümlelerle meşru-mazur-makul göstermeye çalışanlar daima bir saltanat-zenginlik peşinde olmuşlardır. Bilaistisna liderlerin tamamı görkemli bir hayat sürerken taraftarları onların saltanatını, adaletsizliğini, ilkesizliğini örtmek, gizlemek, tevil etmek için kılıktan kılığa girmişlerdir. Liderlerinin, dava arkadaşlarının yüce, ulu, kutlu davaları için mecburen bu hataları işlediklerini belirtmişlerdir. 

Aslında tüm zaman ve coğrafyalarda insanoğlunun idealize edip kurumsallaştırdığı tüm inanç ve düşünceler sömürü aracına dönüşmüştür. (Bu bir genellemedir ve istisnası var mıdır, tartışılır.) Teorikte kusursuz olan pratikte türlü kusurlarla son bulur. Zira insanın aklı ile eli arasındaki irtibat sorunludur. Yani idealize edileni icra edecek kabiliyet, imkan, şart, cesaret ve irade genelde aynı anda aynı yer ve kişide bulunmaz. Ruh, ego, nefis kavramlarının sınırları-mahiyeti tam olarak belirlenemediği için teori inşa edilirken ortalama bir insan tipi dikkate alınır. İş, pratiğe gelip konuya gerçek insanlar dahil olunca sonuçlar pek de hesaplandığı gibi olmaz. 

Yüksek idealler, ulvi düşünceler, kutsal inançlar uğruna büyük büyük laflar edip kendi etrafında taraftar toplayan organizasyon, örgüt ve liderler maalesef hakikat, adalet peşinde değildir. Bununla birlikte taraftarlar da hakikat, adalet peşinde değiller. Hakikat tüm taraflar için “biz haklıyız”;  adalet tüm taraflar için “bizim çıkarlarımız korunsun” biçiminde anlaşılmaktadır. Onun için kimse “biz adil olmadık, biz yanlış yaptık, liderimiz hatalı, biz ahlaken kusurluyuz, zulüm yapıyoruz” gibi ifadeleri karşı taraftan duymamıştır. Bu bağlamda biraz vicdanı kalanlardan en iyi ihtimalle en fazla şu duyulur: “Haklısınız ama…”

Bir toplumun tüm kesimlerine, tüm örgütlerine, tüm liderlerine, tüm hatiplerine hakikate karşı duyarsızlık, adalete karşı samimiyetsizlik kusurları hakim olduysa o toplum felah bulmaz. Belalar, musibetler, çatışmalar, krizler bitmez.

O vakit soru sorulacak makam Allah değil, toplumdur.

“Allah’ım, ne yaptık da bizi bu hale düşürdün?” değil; “Ey toplum, kendi kendimize ettiğimiz zulmü görmüyor musunuz?”  demek gerekir.

Necip bir millet olunca, son hak dine mensup olunca, fırka-i naciyeden olunca, bir Türk dünyaya bedel olunca özeleştiri yapılmasına da gerek olmuyor demek ki…

Hâlbuki insan hakikati arayan, onu önemseyen; adalet isteyen ve onu gözetmekle sorumlu bir varlık. Bunun için gerekli kabiliyetlerle donatılmış bir varlık. İnsan; varlık nedenine arkasını dönünce de felaket kaçınılmaz oluyor. Bu tip insanlardan müteşekkil topluluklar da lanete düçar oluyor.

Hakikat, hakkaniyet, adalet, vicdan kavramlarıyla yola çıkıldığında menzile tek başına yürümek kaçınılmazdır. Bu, zorlu bir yolculuk olduğundan kalabalıklardan bek rağbet görmez. Eskiler “Doğru söyleyen dokuz köyden kovulur.” derken bir gerçeğe işaret eder. Parçalanmış taraflardan, taraftarlardan olmuş kalabalıklar içinde; “hakikat ve adalet” diyenler yalnızlığa mahkûmdur. Bu sebeple tarafların “Haklısınız ama”lı cümlelerle çatışarak kendilerini tüketmeleri normaldir. Bir insana benzetilerek bu toplumun resmi çizilecek olsa tablo şu olurdu:

Sağ el, sol eli keserken sol el gırtlağı sıkıyor…

İşte bu, hakikate ve adalete sırt çevirmenin bedelidir.

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
1 kez görüntülendi. 87 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.