1939 yılında meydana gelen Erzincan depreminden sonra adeta yerle bir olan şehrin nüfusu ancak 10-15 bin kadardı. Terzi Baba Mezarlığı dışında koca şehir yerle bir olmuş, eski Erzincan’dan eser bile kalmamıştı. Zelzeleden sonra arta kalan şehir başka bir yere taşınmak zorunda kaldı. Her yerde bahçeli tek katlı evler yapılmış ve birbirini doksan derece kesen nizami sokaklar ve caddeler ilk bakışta dikkat çekiyordu.
Nurettin Beyin evi yeni kurulan şehrin en mutena köşelerinden birindedir. Sözkonusu bahçeli evlerdeki yerler istimlâk edilirken hemen yanı başında bir köy olduğu gibi bırakılmış. Bu köyün davarıyla, harmanıyla, gübresi ve tavuğuyla yeni şehrin hemen yanı başında yirmi sene birlikte yaşadığını görüyoruz. 1947 Erzincan Kuruçay doğumlu olan Nurettin Beyin oğlu Mustafa gelecekte özgün ve doğal hikâyeler yazsın diye belki de, kim bilir! Şehir hayatını yaşarken köy hayatına da bigâne kalmaz böylece. Toprakla, kuşlarla, börtü böcekle, köy ve köylülerle haşir neşir olmasının arka planında bu yılların payı olsa gerektir.
Şehirdeki evleri bir tren istasyonunun hemen yanıbaşındadır. Dört kızkardeşin arasında tek erkek çocuk olan Mustafa bu istasyonun etrafında tabiatla baş başa büyüdü. Diğer komşuları gibi bahçeli evleri vardı ve babasıyla birlikte buraya meyve ağacı ve gül diker, sebze yetiştirirlerdi. Tandır damında ninesinin yaptığı ekmekle büyüdü. Erzincan o zamanlar küçük bir taşra kenti. İlkokulu bitirinceye kadar evde elektrik yoktu. Bütün Anadolu’da olduğu gibi kardeşleri ve kendisi ev ödevlerini petrol lambasının aydınlattığı loş ışıkta yapardı.
Mustafa Kutlu’nun hayatı Refahiyeli hâkim Hamit Beyin gelip mahalleye oturması ile değişti. Hâkim beyin üç oğlu vardı ve Mustafa onlarla çabuk kaynaştı. Okuma sevgisini adları Atalay, Çağlayan ve Ercüment olan büyümüş de küçülmüş bu çocuklardan aldı. Okumuş ve güngörmüş bir babanın oğlu olan bu üç kardeş evlerinin bodrum katında kendilerince küçük bir kütüphane bile kurmuşlardı. Oraokulda okuyan Kutlu kitaplarla yeni yeni tanışıyordu. Erzincan’da o sıralar dört kitapçı vardı ve İstanbul’da basılan her kitap o günün şarlarında bir haftaya kalmaz gelirdi. Daha sonraki yıllarda her yerde olduğu gibi tuhaf bir şekilde kitapçı sayısı çoğalmakla beraber kitap satışı azaldı ve spor malzemeleri, oyuncak ve kırtasiye ürünleri satmaya başladılar.
Kitaplar ve yazarlar
Mustafa Kutlu’nun orta ve lise yıllarında yoğun bir kültürel ve sportif faaliyetler içerisinde bulunduğunu görüyoruz. Lise yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Almanca-İngilizce-Fransızca duvar gazetesi bile çıkardı. Ve ortaokuldan beri devam eden yoğun bir okuma faaliyeti: Ömer Seyfettin, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Reşat Nuri Güntekin, Memduh Şevket Esendal, Esat Mahmut Karakurt, Abdullah Ziya Kozanoğlu, Kerime Nadir, Oğuz Özdeş, Muazzez Tahsin ve yabancılardan Hemingway, Mike Hammer, Steinbeck, Istrati gibi yazarların kitaplarını bir ayrım yapmadan arkası arkasına okudu. Rus klasiklerini devirmede gecikmedi. Okuduğu kitaplar arasında Mızraklı İlmihâl ve değişik yazarların kaleme aldığı Peygamberler Tarihi de vardı. Deli gibi okur ve başladığı kitabı bitirmeden yatmazdı. Artık zamanla yazarlarını seçmeye başladı. Refik Halit’in anlatım tarzını beğenirdi. Ancak Hüseyin Rahmi’nin üslubuna bir türlü ısınamadı.
Mustafa Kutlu orta ikinci sınıfta 12 yaşındayken babası Nurettin Beyi kaybederek yetim kaldı. Sırtını yasladığı dağın birden göçmesi gibi geldi bu ona. Babasızlığa alışması zor oldu. Erken olgunlaştığını ve büyüdüğünü fark etti. Tek erkek çocuk olduğu için artık ailenin yükü annesi Sulhiye Hanım ve kendi omuzlarındadır. Yazları sebze halinde çalışmaya başladı. Kamyonlardan karpuz indirip domates kasalarını üst üste istiflediğini hatırlıyor ev ekonomisine katıda bulunmak için. Burada kazandığı parayla sinemaya gitti. Zamanla sinemada da fındık fıstık satarak aile bütçesine katkıda bulundu. Futbol merakı da bu yıllarda başladı ve liseyi bitirinceye kadar mahalle takımında oynadı. Bitmeyen senfoni Fenerbahçeliliği işte bu yılların eseridir. O meşin yuvarlağın ardından koşturup durdu ama okuma eylemini hiç bırakmadı.
Çok da dindar olmayan bir ailenin çocuğu olan Mustafa Kutlu’nun hayatında ergenliğe geçerken mistik bir dönem başladı. Kim bilir bu belki de okuduğu kitaptan etkilendiği bir cümleyi günlerce zihninde taşımasının bir sonucudur! Sevdiği bir yazarın yahut bilge bir kişinin hayatıyla ilgili bir anekdotun da eseri olabilir. Bunun geri planında sanki ilkokul sıralarında bir çerçiden aldığı “Kıyamet ve Ahiret” isimli kitabın etkisi de olmuş olabilir. Halk hikâyeleri ve Hazreti Ali Cenklerinden sonra okuduğu bu kitap farklı bir iz bıraktı onda. O dönem bütün Anadolu gençliği gibi manevi bir atmosfer içinde buldu kendini. Mahalle mescidine düzenli olarak gitmeye başladığında henüz lise birinci sınıfa gidiyordu.
İlkokul sırlarında başlayan resim merakı okuma eylemiyle birlikte atbaşı gitti. Dedesi hattat olduğu için bu yönünün o damardan tevarüs ettiğine inanıyor. İyi bir hattata rastlasaydı belki biz onu bugün, soyadaşı Hüseyin Kutlu gibi ünlü bir hattat olarak tanıyacaktık. Bu kabiliyet ve derinlik onda vardı. Lise fen kolundan 1963 yılında mezun olduktan sonra bunun için ta İstanbul’a kadar gidip Güzel Sanatlar Akademisi imtihanına bile girdi. Taşranın safiyetini üzerinden atamayan sanatkâr mizaçlı bu genci İstanbul’un o günkü ortamı çok ürküttü. Burada yapamayacağını, büyük şehrin anaforunda boğulacağı zehabına kapıldı bir ara. Bir de İstanbul’da okumak ve maddi olarak koca şehirde tutunmak kolay değildi, bunu oraya gidince fark etti.
Nihayet üniversite sınavlarına girerek Erzurum’da Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne kapağı attı. Erzurum hem memleketi Erzincan’a yakındı hem de muhit olarak çok hoşuna gitmişti. Tanpınar’ın “ruhu olan” beş şehrinden biriydi. Tarihi yapıları, yerli nüfusu, temiz insanları ile kimliği olan bir şehir. Hepsinden önemlisi bölümdeki hocalarına çabuk ısındı. Kimdi onlar? Kaya Bilgegil, Selahattin Olcay, Niyazi Akı, Halûk İpekten, Hüseyin Ayan, Muhan Bali, Bilge Seyidoğlu vs. Ama asıl onu etkileyen ve ondan sonraki hayatına yön veren hoca, o zaman doktorasını henüz vermiş olan Orhan Okay oldu. Okay Hoca onu, İstanbul’da Fikir ve Sanatta Hareket dergisini çıkaran Ezel Erverdi ile tanıştırdı. Ve bu tanışıklık kaderin bir tecellisi olarak Kutlu’nun hayatına farklı bir yön verdi. Aylık Hareket dergisi 1939’dan beri aralıklarla Nurettin Topçu tarafından çıkarılıyordu ve bu dergi sayesinde dünyaya bakışı, kültür ve sanat anlayışı değişti.
Hareket dergisi ile tanıştıktan sonra ve elbette derginin kurucusu Nurettin Topçu sayesinde yeni bir dünyaya doğdu. “Topçu’nun fikir yazılarında yaptığını siz hikâyelerde mi yapıyorsunuz?” şeklinde kendisine yöneltilen soruya yıllar sonra Mustafa Kutlu bakın nasıl cevap veriyor: “Nurettin Topçu 20. yüzyıl Türk düşüncesinin en önemli simasıdır. Bir düşünce adamı, bir filozoftur. Bizim o seviyede fikirler üretmemiz mümkün değil. Onun yazdıkları bizleri etkilemiştir. Benim yazdıklarım da, başta dünya görüşüm, hayata ve tabiata yaklaşma biçimim, topluma yaklaşma biçimim aşağı yukarı Nurettin Topçu fikriyatı çerçevesi içindedir. Topçu’dan çok beslenmişimdir. Yazdıklarımın tamamında onun bize ilke olarak öğrettikleri yer almaktadır. Bu da benim için çok besleyici bir kaynak, çok zengin bir hazinedir. Bize büyük bir külliyat bıraktığı için kendisine dünya adına teşekkür etmek lâzım geldiğine inanıyorum.”
Nurettin Topçu’nun, Mustafa Kutlu’yu edebî yönden ziyade fikrî yönden daha çok etkilediğini söyleyebiliriz. Topçu’yu edebiyatla uğraşmakla beraber bir fikir adamı olarak kabul eder. Aynı zamanda Osmanlı bakiyesi, sanatkâr mizaçlı bir düşünce ve gönül adamı.
Yazarlığa açılan kapı
Mustafa Kutlu, talebelik yıllarını geçirdiği Erzurum’da yoğun kültürel ve sosyal faaliyetlerin içinde bulundu. Akademiden olduğu kadar halktan sıradan kimselerle de tanıştı, âşık kahvelerinde onlarla sohbet etti. Mesela nakkaş İsmail Usta, gömlekçi Hatem Emmi, ramazan aylarında Köroğlu hikâyelerini anlatan Behçet Mahir bunlardan sadece birkaçıdır. Bunları dinleyenler arasında hamal da vardı, hâkim de; işçi de vardı, üniversitede öğretim üyesi de. Bunca farklı kademelerdeki insan, eğitim ve yaş farkı gözetmeden onlarda aradığını bulabiliyordu.
Arkadaşlarıyla birlikte Erzurum’da ilk gözağrısı Adımlar dergisini çıkardı. Doğunun İstanbul’u kabul edilen şehirde bu atmosfer ve potansiyel vardı çünkü. Genç yaşta vefat eden Satranç Dersleri kitabının sahibi İlhami Çiçek sözkonusu derginin açtığı şiir yarışmasında birinciliği kazanmıştı.
Mustafa Kutlu’nun üzerinde en çok Orhan Hocanın yönlendirici etkisini görüyoruz. İstanbul’da yetişmiş ve araştırmacı bir kişiliğe sahip olan Orhan Okay onun yazarlık yönünü keşfedince yazma azmini kamçılamıştır. Hoca, Kutlu’nun Sait Faik ve Sabahattin Ali üzerine çalışmasını önerdi. “Sait Faik’te Plastik Unsurlar” diye bir bitirme tezi hazırladı. Bu çalışmayı daha sonraki yıllarda Sait Faik’in Hikâye Dünyası adıyla kitaplaştırdı. Sonra Orhan Kemâl ve Ömer Seyfettin üzerine çalışmalar yaptı. Bu yazarlardaki Anadoluculuk fikri onu etkilemişti. Kendisi de sonraki hayatında yazdıklarıyla onlara “mistik” bir boyut kattı. İlk iki hikâye kitabı olan Ortadaki Adam ve Gönül İşi’nde okuduğu bu yazarlardan izler vardır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi resimde amacına ulaşamadı ama bunu edebiyatla gerçekleştirdi. Resim ve sinemadan ötürü bütün kitaplarında sinematografik bir akış kendini hemen belli eder. Bu bakımdan hemen hemen bütün kitaplarının film olabileceğini söyler bir konuşmasında.
Kendisine sık sık sorulan sorulardan biri de Sait Faik ve Sabahattin Ali’den etkilenme meselesi. Bunu hiç de saklama gereği duymaz. Konuşmalarında, hikâyeye başladığı ilk yıllarda her iki yazardan da etkilendiğini ancak onların kendisine çok şey kazandırdığını söyler. Bunu dikkate alarak genç yazarlara yazdıklarını hemen kitaplaştırma konusunda acele etmemeleri tavsiyesinde bulunur. İlk izlenimin önemli olduğunu, sonra bunun kolay kolay silinemediğini yaşadığı tecrübelerle anlatır. Bu bakımdan ilk kitaplarının yayınlanmasını hem şans hem şanssızlık olarak tanımlayan Kutlu, okuyucularının karşısına başlangıçta olgun örneklerle çıkamadığını, zamanla kendi dili ve üslûbunu bulduğunu belirtir. O bakımdan yazdığı ilk iki hikâye kitabının yeni baskısını sonraki yıllarda yapmadı. Çünkü kendini o iki kitaptan sonraki hikâye kitaplarında bulmuştu da ondan.
Mustafa Kutlu hikâye yazmak isteyenlere sürekli okumaları tavsiyesinde bulunur. Çünkü bu tavsiyesini yazarlığının başlangıcında kendisi uygulamıştır. Yazarlığa açılan kapının en önemli adımı olarak görür bunu: Sürekli okumak. On kitap okuyup bir satır yazmalı, der. Öyle ki bu okuma eylemi, onların artık okumaya değer bir kitap bulamadıkları zamana kadar sürmeli. İşte o zaman çok yazıp az okuyabilirler.
Hikâye kitaplarının sürüm yaptığı sıralarda, “Roman yazacak mısınız?” sorusuna Mustafa Kutlu hep temkinli cevap vermiştir. Sanki hikâyeden sonra roman yazmaya sıra gelir diye bir kural varmış gibi. Bir vesileyle romanı çok külfetli, geniş zaman isteyen bir edebiyat türü, şeklinde tanımlar. Hikâyeyi tam da dişine göre bulur. Fazla söze hacet kalmadan, bu türün az sözle çok şey anlattığına inanır. Bütün gayretimi kısa yazmaya harcadığım için uzun bir metin bana korkutucu gelir, der başka bir konuşmasında da. Ona göre roman nedense hep ağabey gibi durur: Uzun boylu, kalın, yaşlı, olgun ve oturmuş. Hikâye yazarı romancıya kıyasen kendini daha hür hisseder. Kutlu’ya göre hikâye dar sahada çalım atmak gibidir. Ya da kısa mesafe koşucusu.
Şiir yazsaydı herhalde mısra-ı berceste gibi formüle edilmiş metinler kaleme alırdı. Çünkü bu tarzın da geleneğimizde köklü bir yeri vardır. Ünlü hikâyecimizin başlarda şiir yazmışlığı da görülür. Hikâye vadisinde yol almaya başlayınca, şiiri erişilmez yükseklikte bulduğunu söyler. Hatta bunu bütün edebiyat türlerinin üstünde kabul eder. Bence der, şiir edebiyat türleri ile musiki arasında, onun daha üstünde duran ulaşılması güç bir sanattır. Aynı zamanda bir şiir avcısı olan Kutlu da Ahmet Hamdi Tanpınar gibi düşünür: “Bizim asıl yüksek seviyede sanat anlayışımızı aksettiren musiki, klasik Türk musikisidir.” Bu musikinin tamamen dinî menşeli olduğu kanaatindedir. Şiirde de görür bunu. Tevhid, münacaat ve naatlerle giriş yapılan klasik şairlerimizin divanları besmeleyle hamdeleyle başlar çünkü.
Hikâyelerinde dilimize yerleşik atasözleri ve deyimleri kendi üslûbuna yedirerek kullanan Kutlu, yazı dilini konuşma diline yaklaştıran nadir yazarlarımızdan biridir. Ömer Seyfettinlerin yüzyılın başında başlattığı Yeni Lisan Hareketi’nin kurallarından biri olan bu şıkkı en somut bir şekilde onun hikâyelerinde görürüz. Yazı dili ile konuşma dili arasındaki makası kapatarak adeta konuşur gibi yazar. Çoğu yazarda bu özellik kendini hemen ele verirken, onun kaleminde usta işi metinler olarak karşımıza çıkar. Hüseyin Su’nun ifadesiyle Mustafa Kutlu’nun öykü dili, zaman zaman dilbilgisi kurallarına da boşveren, serazad, bıçkın, iç konuşmalarla için için hızla akan, sağlam ve canlı diyaloglarla mükâlemeye dönüşen, yer yer argo deyimler ve söyleyişlerle, türkülerden, şiirlerden dizelerle, masallardan, destanlardan, geleneksel anlatı metinlerimizden bildik deyişlerle, kahramanların yöresel şiveleri ve hiç bilmediğimiz, okumadığımız hiçbir metinde rastlamadığımız, ilk kez öykü kahramanlarının dilinden duyduğumuz sözcüklerle… okuyucuyu sarıp sarmalayan bir dildir.
Mustafa Kutlu bu dille okuyucularına nasıl bir mesaj vermek istiyor? Bu sorunun cevabını da yine kendi açıklamalarında buluyoruz. Yazdığım yazılar ve hikâyeler doğrudan doğruya sanat amacını taşıyan metinler olmadığı gibi doğrudan doğruya bir mesajı iletmek için yazılmış yazılar da değildir, der bir konuşmasında. Ancak her yazılan metnin okuyanlara mutlaka bir mesajının olduğunu söylemekten de geri durmaz. Buna rağmen ben okuyucularıma şu mesajı vermek için masa başına oturup bir hikâye yazmış değilim, diyerek şöyle devam eder: Ben içinde hem bir sanat endişesi hem de bir mesajı olan hikâye yazarıyım. Ama şunu kesinlikle belirtmek isterim ki sanatı bir oyun eğlence, bir kendini tatmin, toplumdan soyutlanmış bir meşgale olarak almıyorum.
İstanbul’un kültür ortamı
Mustafa Kutlu’nun hikâyelerindeki tabiat sevgisi, taşra şehirlerinde yaşadığı öğrencilik ve öğretmenlik yıllarından gelmektedir. Talebelik yıllarında burslu okuduğu için Tunceli’de zorunlu olarak dört yıl görev yaptı. Munzur dağının eteklerinde akan suyun şırıltılarını dinleyerek tabiatın sesine kulak verdi. Kaleme aldığı bütün hikâyelerde bu sesin yankısını bulmak mümkün.
1972 yılında İstanbul’a geldi ve Vefa Poyraz Lisesi’nde iki yıl çalıştıktan sonra memuriyetten ayrılarak Dergâh Yayınevi’nde çalışmaya başladı. İstanbul’da sadece yazarlık ve yayıncılık yapmadı, sinemayla da ilgilendi. Önce Metin Erksan, Halit Refiğ, Bülent Oran gibi ulusal sinemacılarla tanıştı. Sonra Mesut Uçakan, Osman Sınav, Özer Kızıltan gibi sinemacılar da katıldı bu isimler arasına ve bazılarıyla birlikte çalıştı. Halit Refiğ’le Kurtar Beni, Osman Sınav’la Kapıları Açmak, Özer Kızıltan’la Mavi Kuş’u beyaz perdeye aktardı.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Mustafa Kutlu’nun hayatı, üniversitede hocası olan Orhan Okay’ı tanıdıktan sonra değişti. Onun vasıtasıyla Fikir ve Sanatta Hareket dergisi ve Ezel Erverdi hayatına girdi. Orhan Hocanın odasında gerçekleşen ilk görüşmede Kutlu, Ezel Beye adeta bir nutuk irad etti. “Desensiz mesensiz” diye eleştirdiği dergiyi cılız, silik, sanata ağırlık vermeyen bir yayın organı olarak gördüğünü belirterek bu durumu süratle değiştirmeleri gerektiğini söyledi. İstiyordu ki resimle uğraştığı için kendi çalışmalarına dergi sayfalarında yer verilsin. Verildi de. Gönderdiği ilk ürün derginin 28. sayısında yayımlandı. Ondan sonra uzun yıllar desen çizdi ve çizdiği desenler dergi sayfalarında yer aldı. Hatta bir arkadaşıyla birlikte bu ürünlerinden Erzurum’da resim sergisi bile açtı. Dergiye desen gönderirken zamanla birden kendini aynı dergide yazar olarak buldu. Resimle uğraşı daha sonraki yıllarda Dergâh Yayınları’nda çalışırken yayınevinin ve kendi kitaplarının kapaklarını çizmek şeklinde devam etti.
1960’ların sonundan itibaren kendisinin de sonradan dahil olduğu Hareket dergisi kurulduğu tarihten itibaren gerçekten de bir mektep olmuştur. 70’lerden itibaren bugün Türk fikir ve sanat dünyasında adı geçen pek çok ismin yetişmesine fidelik etti. Hatemi Kardeşlerden Ahmet Tabakoğlu’na, Yaşar Nuri Öztürk’ten Süleyman Uludağ’a, Mustafa Kutlu’dan Şevket Bulut’a kadar birçok ismin adları önce burada görüldü. Hareket dergisi 1982 yılına kadar yayınını sürdürdü. Kutlu son dört yıl bu derginin yazı işleri müdürlüğünü de yürüttü.
Dergâh Yayınevi işte böyle bir mirası tevarüs ederek ortaya çıkmış, yayınevinin ilk doğduğu günden beri ülkemizin ihtiyacı olan temel meselelere ışık tutacak eserler yayımlamıştır. Özellikle sosyal bilimler sahasında üniversitelere yönelik neşriyat yapma faaliyetini yerine getirdiğini görüyoruz. İlahiyat, edebiyat, sanat, tarih gibi sahalarda daha çok yayın yapmış ve bu yayınlarını bugün de sürdürmektedir. Dergâh Yayınları tarafından bütün bunların yanında on cilt olarak planlanan İslami Bilgiler Ansiklopedisi’nin birinci cilti yayımlandı. Aynı tarihlerde Diyanet Vakfı tarafından bugün 44 cilt olarak tamamlanan İslâm Ansiklopedisi projesini başlatılınca, Dergâh’ın bu projesi akamete uğradı. Aynı kuruluşun başka büyük bir projesi de, 8 ciltte tamamlanan Türk Dili ve Edebiyatı Antolojisi’dir. Türk Klasikleri, Tasavvuf Klasikleri, tarih, Doğudan ve Batıdan tercümeler, İslâm düşüncesi, Çağdaş İslâm düşüncesi, yeni nesillerin edebiyat üzerine çalışmaları vs. alanlarda eserler yayımladığı gibi Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Haşim, Mehmet Kaplan, Orhan Okay, Süleyman Uludağ, Mustafa ve İsmail Kara, D. Mehmet Doğan gibi yazarların külliyatı da Dergâh’tan çıktı.
Fikir ve Sanatta Hareket’in yanında Düşünce, Hisar, Türk Edebiyatı, Yönelişler gibi dergilerde da imzası görünen Mustafa Kutlu Kanal 7 televizyonunun kuruluşundan başlayarak son yıllara kadar burada danışmanlık yaptı. Muhafazakâr camianın ilk televizyon tecrübesi diyebileceğimiz bu beyaz ekran için projeler üretti. Mesela İbrahim Tatlıses’in popüler kanallarda yaptığının bir benzerini Erkan Ocaklı ve İsmail Türüt’le Kanal 7’de başlatma projesi onundur. 90’lı yılların ikinci yarısında televizyonlarda yaygınlaşan Şehir ve Ramazan programları o tarihlerden sonra patladı. Halkın Ramazan aylarında hamiyet ve yardımlaşma duygusunu teşvik eden Deniz Feneri programı onun eseridir. Toplanan yardımlar fakir fukaraya evrensel bir simge olan Deniz Feneri ismi altında ulaştırıldı ve daha sonra aynı yardımlar bereketlenerek dünyanın her yerine gönderildi. “Yoksulları yazmaktan kendimi alamıyorum” diyen Kutlu yoksullar üzerine masallar anlattı, yoksulluğu elinden geldiğince gerek hikâye diliyle gerek diğer yazılarıyla gündeme taşıdı. Kalbin Sesi kitabında da bunu anlattı daha çok. Halen yazmaya devam ettiği Yeni Şafak gazetesinde en çok vurguladığı nokta “hudûdullah” ve “kanaat” kavramı. Bugün Suriyeli ve Iraklı mültecilere olduğu gibi halkımızın merhamet duygusunun gelişmesinde bu yayınların çok katkısı olmuştur.
Mustafa Kutlu’nun adı biraz da kurucusu olduğu Dergâh dergisiyle özdeştir. 1990 yılının Mart ayından başlayarak yayımına bugün de devam ediyor. Dergi yayınlandığı dönemde genç şair ve hikâyecilerin yetişmesinde gerçekten de bir mektep oldu. Dergi ve yayınevinin etrafında özellikle üniversite muhitlerinden başlayarak, ülkenin fikir ve sanat adamlarından oluşan çok geniş bir hale meydana geldi. Hareket dergisindeki fikrî ağırlığın, Dergâh’la birlikte edebî bir hüviyete büründüğünü söyleyen Kutlu, edebiyat ve sanat bu dergide daha fazla ağırlık kazandı, der bir konuşmasında. Günümüz edebiyat ortamında yazdıkları ile vitrinde olan bazı yazarların yolu buradan geçti, bazı yazarlar da buradan yetişti. Hüsrev Hatemi, Hüseyin Atlansoy, Ömer Erdem, Cahit Koytak, Kemal Sayar, İbrahim Tenekeci, Ai Ayçil gibi şairler şiirleriyle; Mustafa Kutlu, Nazan Bekiroğlu, Cihan Aktaş, Fatma Barbarosoğlu, Abdullah Harmancı, Selçuk Orhan, Nihan Kaya, Sibel Eraslan gibi kimseler de hikâyeleriyle bu dergide ön planda oldu. İsmet Özel, Ayşe Şasa, Mustafa Özel’in yazdığı yazılar ses getirdi. Orta Sayfa Konuşmaları, derginin her sayısında yapılmış röportajlarla adından söz ettirdi. Seyit Hüseyin Nasr’dan Orhan Şaik Gökyay’a, Şerif Mardin’den Cengiz Aytmatov’a kadar işte birkaç isim: Ahmet Yaşar Ocak, Ömer Faruk Akün, Ali Birinci, Fethi Naci, Turan Oflazoğlu vs. Şunu bir daha vurgulamamız gerek ki Dergâh’ın 30 yıldan beri yayınını ısrarla sürdürmesinde Mustafa Kutlu’nun imzası vardır.
Mustafa Kutlu ayrıca Yeni Şafak’taki köşesinde gazetenin kuruluşundan başlayarak bugüne kadar yazdı ve yazmaya devam ediyor. Uzun süre spor yazıları kaleme aldı. Spor yazarlığının da ayrı bir hikâyesi var. Gazetede yazmaya başladığı sıralarda spor sayfası çok zayıftı ve kimse yazmıyordu. Kocaman iki sayfa ajanslardan gelen fotoğraf ve yazılarla doluyordu. Yahu şu sayfada biz de yazsak, sayfa biraz neşelense canlansa dedi bir gün. Gazetenin emektarları Yusuf Ziya Cömert, Mehmet Ocaktan da buna sıcak baktılar. Gazeteci arkadaşları onun ilk gençlik yıllarında Erzincan’dan gelen futbol oynama merakını biliyorlardı ama spor yazarlığını daha keşfetmemişlerdi. Spor yazarlığının hikâyesini anlatırken, hem bende olan bir eğilim hem de o sayfanın bir ihtiyacı olarak ortaya çıktı, der. Ancak gerçek Mustafa Kutlu okuyucularının buna karşı çıktığını görüyoruz. Yine kendi ifadesine göre okuyuculardan biri gazeteye şöyle bir faks çekmiş: Spor sayfasında yazan Mustafa Kutlu, hikâyelerini okuduğum Mustafa Kutlu ise bendeki bütün hikâye kitaplarını yakacağım.
Kendi türküsünü söyleyen yazar
Yönelişler dergisinde 1980’lerin başında Adnan Tekşen’in düzenlediği “Kaynaklanma” konusundaki bir anket sorusu için Mustafa Kutlu’nun söyledikleri bizim bu başlık altında aradığımız sorunun karşılığıdır. Yazara göre dili tahrip edilmiş, yazısı yasaklanmış, bilgi aktarımı için gereken ne varsa ortadan kalkmış; daha ileri gidelim, sokaklar, evler, şehirler, ağaçlar, mezarlar… geçmişte kalan ne varsa bitmiş bir dünyada günümüz sanatçısı geçmişi nasıl kavrayacak? Neyi öğrenecek, neyi yaşayacak?
Aslında cevabı da içinde olan bu sorularla tecâhül-i ârif sanatı yapıyor yazar. ‘Günümüz’ geçmişi habire ‘turistik’ hale getiriyor, diyerek yanıt veriyor. Aynı konuşmanın devamında Kutlu, “Kaynaklanma” meselesine Yahya Kemal’i tanıyarak girebileceğimizi örnek gösterir. Köprülerin altından akan suları hesaba katarsak, bu büyük şairin asrın başında yaptığını 1980’lerde becerenler yol açıcı olacaktır. Anket sorusu 12 Eylül ortamında gerçekleştiğine göre, sözkonusu konuşmadaki şu tespiti de önemlidir: “Altmış sonrası edebiyatımızda İslamî bir eğilimin varlığından söz ederken, halen mahkemesi devam eden Milli Selamet Partisi’nin yaptıklarını gözönünde bulundurmak gerekir.”
Yokuşa Akan Sular, Yoksulluk İçimizde, Ya Tahammül Ya Sefer, Bu Böyledir ve Sır hikâyelerinde “kaynaklar”a yönelerek yeni bir dil arayışıyla hep hikmet ve ahengin peşinden koşmuştur. Kendi kültür dünyamız, halk edebiyatı, menâkıpnâmeler, Divan edebiyatı, müzik, mimari, minyatür vs. ne arasa altından tasavvuf düşüncesi çıkıyordu. Bu birikimden, bu kendi öz kaynaklarımızdan olabildiğince beslenmeye çalıştı. Az sözle çok şey ifade etme yolunu seçti.
Mustafa Kutlu hikâye vadisinde yola çıktığı zaman, Doğu edebiyatında ve Osmanlı edebiyatında uygulanan hikâye geleneğinde karar kıldı. Eski edebiyatımızda hikâye anlatma tarzının, kıssaların, menkıbelerin içinden süzülüp gelen bir biçimden bahsediyoruz. Bir çerçeve hikâye ve onun içini dolduran kendi içinde müstakil ama bütüne bağlayan hikâyelerden müteşekkil yeni bir tarz. Attar’ın Mantuku’t-tayr’ı gibi. Uzun hikâye olmaz diyenlere Kutlu’nun cevabı şöyle: Mantuku’t-tayr’da otuz tane kuş Kaf dağına Simurgu aramaya gider. Kuşların her birinin ayrı ayrı hikâyesi var ve hepsi toplanınca tek bir hikâye oluyor.
Kutlu hikâyeciliğinin ikinci safhası, Halk hikâyelerinden beslenerek yazdığı okunması kolay olan metinlerdir. Uzun Hikaye, Beyhude Ömrüm, Mavi Kuş, Tufandan Sonra, Menekşeli Mektup böyle hikâyelerdir. Ahmet Mithat Efendi’den beri süre gelen bu gelenek Mustafa Kutlu ile yeniden ihya edilir bir bakıma. Sadece halk hikâyeleri değil, orta oyunu, meddahı da iyi bilir yazar. Âşık kahvelerine devam eder. Bu anlatım onda kuru ve iğreti durmaz. Bununla daha iyi anlaşılma ve kavrama, herkes tarafından kolay bir şekilde okunabilirlik amaçlanmakta ve metne tatlılık ve hoşluk vermektedir.
Mustafa Kutlu’nun bu yaptığı taklit değildir. Ona göre gelenek yeni nesiller tarafından yeniden üretilip yenilenebilirse canlılığını muhafaza eder ve yaşar. Taklitle korunmaya çalışılırsa çaptan düşer ve yok olur. Yazar, kendi alanında “mâzî ile istikbâl arasında köprü” kurmak ister. Onun hikâyeleri -kendi ifadesiyle- modern bir dille bugünün insanına hitap eden, fakat kültürlü bir okuyucu isteyen, genel okuyucuya hitap etmeyen ve biraz zor okunan metinlerdir. Bunları anlamak için biraz entelektüel birikim ister. Necip Tosun’un ifadesiyle “modern ve çağdaş insanın tabiata, doğallığa karşı acımasız ve aldırmasız tavrını” eleştirdiği metinlerdir bunlar. Akademisyen Alâattin Karaca’ya göre ise, “bir lokma bir hırka” anlayışının yerine “daha çok kazanma”nın geçerli hale geldiği, insanların “her türlü manevi değeri” bir tarafa bırakarak “maddeye yönelmeleri” üzerinde durur.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi Kutlu hikâyelerinde az sözle çok şey ifade etme yolunu seçti. Bu konudaki parolası Koca Ragıb Paşa’nın bir şiiridir: “Eger maksûd eserse mısra-ı berceste kâfidir.” Uzun uzun roman çapında anlatılması gereken şeyleri hikâye yoluyla anlatır. Hatta yazar onu da çok buluyor, mısra-ı berceste gibi öz ve özet olarak anlatmak istiyor ama neylersin ki “hikâye” yolunu seçmiş. Yer yer şiirsele kaçan bir anlatım onunkisi. Cilt cilt kitap yerine bir mısra-ı bercestenin daha dokunaklı olduğuna inanırım, diyen yazar, mümkün olan en kısa metni yazmak istediğini, hikâyenin bu sebepten kendisini çektiğini ve bu türün şiirin maverasına ulaşmasa dahi yoğunlaşmış bir söz yumağı olduğunu ifade etmekten kendini alamaz.
Türk Edebiyatı dergisinde Bahtiyar Aslan’ın yaptığı bir konuşmada da önemle vurgulandığı gibi, “kendi türküsünü söyleyen bir yazar”dır Mustafa Kutlu. Deneme yazılarını da hikâyelerinden ayıramayız. Nitekim kendisi de Arka Kapak Yazıları’nda “hikâye” karşılığı altında bazı denemelerini de yayımlamıştır. Bunlar arasında Mevlânâ’nın Mesnevi’sindeki gibi çok küçük parçalar, İbrahim Edhem kıssaları gibi kısa metinler de yer alır. Şiirdeki mısra-ı berceste geleneğinin karşılığı olan kısa ve yoğun metinlerden bahsediyoruz. Buna eski edebiyatımızda “sehl-i mümteni” denir. Ne var bunda, bunu ben de söylerim… diyorsunuz ama yazmaya kalkışınca kolay olmadığını anladığınız sözler için kullanılır bu tamlama. Söylenmesi kolay gibi gelen, ancak herkesin söyleyemediği sözler. Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında belirttiği gibi: “Zannetme ki şöyle böyle bir söz/Gel sen dahi söyle böyle bir söz.”
Bazı edebiyatçılar Mustafa Kutlu’nun yazdıklarına roman dese de, yazarın kendisi hikâye olduğunda ısrar eder. Roman yazmayı hiç düşünmeyen Kutlu, 300 sayfalık bir metin yazmış olsam da bu bir hikâyedir, diye ısrar eder. Belkıs Kabaklı’ya verdiği bir mülâkatta, ben kendi toprağımızda temellerini bulan bir oluşumun peşindeyim dedikten sonra şöyle devam eder: Bize has olanı yeniden yakalamak arzusundayım. Roman bildiğiniz gibi Batıdan bize geldi. Oysa şanlı, büyük, son derece dikkate değer bir hikâye geçmişimiz var. Ben eski kıssa geleneğini esas alıyorum. Buradan yola çıkarak günümüz anlatım imkânlarını, yani modern ifadeyi kollayan bir yapı araştırıyorum. Yine bilindiği üzere kıssa geleneğinin temelinde ilâhî metinler var. Bütün Şarkta bu böyle. Kur’an-ı Kerim’de kıssa kelimesi geçiyor. Peygamberlerin hayat hikâyelerine ve onların etrafında teşekkül eden menkıbelere yer veren Kısas-ı Enbiyalar bir tür olarak çok gelişmiştir.
NOT: Mustafa Kutlu’nun basında çıkmış tüm konuşma ve yazılarını bir araya getiren ve bu yazı dolayısıyla bana ulaştırma zahmetinde bulunan sevgili İsmail Toluay’a teşekkür ederim.
Mükemmel... ANLATILAN" …
Mükemmel... ANLATILAN" ANLATILABİLMESİ ÇOK ZOR OLAN YAŞANAN'LARIN BU ZAMAN"DA YÜRÜYEBİLMESİ. SUNAN, GÖNÜLLER'DEN DİLLERDEN,KALEMLERDEN (YÜCE ALLAHc.c)_Razı Ola CAN GARDAŞIM 🇹🇷
Yazınızı biraz uzun olsa da…
Yazınızı biraz uzun olsa da bir Mustafa Kutlu muhibbi olarak zevkle ve sabırla okudum.Elinize ve emeğinize sağlık. Mustafa ağabey, hem hikâyeciliğimizin ve hem de gönlümüzün kutlu isimlerinden biridir. Selâmla...
Yeni yorum ekle