Yahya Kemal, bizdeki okuma eksikliğini “tekâsül” kelimesiyle ifade ediyor. Bu eksikliği “okumakta tekâsül” cümlesiyle açıklaması da, bunun üşengeçlik, tembellik ve ilgisizliğe dayalı bir eksiklik olması dolayısıyladır. Yahya Kemal’in bu kelime ile kastettiği şey, sıradan veya ortalama insanların okumaktaki üşengeçliği veya topyekün kitap okuma eksikliği değil, gençliğinde okuduğu eserleri bir daha eline almayan, “tekrar eline alsa bile gelişi güzel karıştı(ran), sahifelerinde eski hatıralarını ara(yan) ve kapa(tan)” kimselerdir. Bununla birlikte “o eserler hakkında yine fikirlerini söyler; farkında olmaz ki onsekiz yahut yirmi yaşındaki zevki ve kafasıyle edindiği bir fikri kırk yahut elli yaşında tekrar ediyor. Çocukken okuduğumuz kitapların hepsi aynı kıymette miydiler? O kitapları bir daha elimize alırsak anlarız ki bazılarını, sırf o yaşa mahsus bir lezzetle tatmışız, bazılarını da o yaşta tam bir derecede anlayamamışız.” (Yahya Kemal, Edebiyata Dair, 1984, s. 197). Yahya Kemal bunları 1922 yılında Abdülhak Hamid’in Makber ve Ölü kitaplarının tek bir ciltte yanyana basılması dolayısıyla söylüyor. Yazısından 37 yıl önce, yani 1885’te yayınlanan Makber, o zaman, henüz ülkede eski şiirin zevki hüküm sürdüğü için gelenekçi edipler tarafından sevilmemiştir. Gençler ise onu tam anlamıyla okuyamıyor ve dolayısıyla sınırlı bir grup değerini takdir edebiliyordu. Yahya Kemal’in sözünü ettiği tekâsül, “işte bu müteceddid hizbe mensup muharrirler ve kaarilere aittir.”
Yahya Kemal, kendi çevresinde gördüğü bu tekâsül dolayısıyla duyduğu üzüntüyü başka yazılarında da değişik şekillerde dile getirir. Nitekim bir yazısında da “bir esere hayran olmuş kari’ler” görüldüğünü, ama “hayranlıklarını ifade ederken o eseri iyi okumadıkları”nın hemen göze çarptığını yazar. Ona göre bunun adı “götürü hayranlık”tır. Söz gelimi “Mevlevîler görülürdü ki dolu ağız Mevlânâ’dan bahsederler ve bütün ömürlerinde bir defâ bir Mesnevî nüshasını yâhud şerhini görmezlerdi ve görmeğe merak etmezlerdi.” (Yahya Kemal, Mektuplar, Makaleler, 1977, s. 28).
“Götürü hayranlık” karşısına, günümüzde bir de “götürü nefret” çıktı. Bunlar da tam tersine, büyük bir düşünürün eserlerini başlangıcından sonuna kadar, dikkatle bir kere bile okumadan, eser sahibine olan nefretlerini tekrarlayıp dururlar. İşte her yıl Aralık ayında, ölüm yıldönümleri dolayısıyla andığımız iki büyük düşünce adamı ve şair Mevlânâ (17 Aralık 1273) ve Mehmet Akif (27 Aralık 1936), ne yazık ki bu iki tekâsülün pençesi arasında bulunuyorlar. Onları sevenler arasında da, ona olan nefret ve düşmanlık duygularını ifade edenler arasında da, ne kadar acı ki, bu türden tekâsül sahiplerinin sayısı azımsanamayacak kadar çok. Onları okumaktaki tekâsüllerine bakmadan, dolayısıyla hiç düşünmeden, bu iki büyük insanı olmayacak suçlamaların muhatabı kılan, işi gücü onlara düşmanlık etmek olan, bunu meslek haline getiren kimseler var.
Tuhaf bir “tekâsül” örneğini de Erol Güngör söz konusu eder. Burada tekâsüle konu olan kişi, Türkiye’de ateizmin de öncülüğünü yapan ama en fazla da pozitivistliğiyle tanınan, buna karşılık kütüphanesinde, pozitivizmin kurucusu Auguste Comte’un sadece tek kitabının bulunduğu ve onun da sayfalarının açılmamış olduğu Ahmet Rıza’dır: “Meclis başkanı olduğu zaman ‘Ben isbatiye mesleğindenim (pozitivistim)’ diyerek yemin etmek istemeyen Ahmet Riza Bey öldüğü zaman kütüphanesinde bir sürü değersiz kitap arasında Auguste Comte'un bir tek kitabı bulunmuş, onun da sadece önsözüne ait sahifelerin açık olduğu görülmüştür” (Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, 1978, s. 42). Bir kitabın sadece önsözünü okuyarak pozitivizm mesleğinin Türkiye temsilciliğini yapan, bu özelliğine rağmen hakkında tezler ve kitaplar yazılan bir adamımız olduğu için ne kadar yerinsek azdır. Bugünkü Mevlânâ ve Akif nefretçisi yazar ve akademisyenler için de farklı bir şey düşünmek mümkün değil.
Şimdi düşünüyorum da, Yahya Kemal’in “tekâsül”lerinden yakındığı “muharrir”ler yerine, okuma zahmetine hiç katlanmayan, okumadan yazan nice yazarlar çıktı ortaya. Bunu o yazar geçinenlerin yazdıklarından çıkarıyoruz. Okumadan yazmanın en büyük göstergesini söylemek gerekirse, ürünlerdeki dil yanlışları ve dil zevksizlikleridir. Sağlam metinler okumuş ve onlarla haşir neşir olmuş hiçbir yazar bu tür zevksizlik ve yanlışlıklar içine düşmez. Ama ne yazık ki bugün, onlara eksiklerini hatırlatacak, okumadan yazar olunamadığını anlatacak Yahya Kemal’lerimiz yok. Günümüzün “tekâsül”ü de maalesef bu işte…
Yeni yorum ekle