Karakurum (Kharkhorin)
Beşbalık Karabalgasun’u gezdikten sonra Kharkhorin şehrine geçebiliriz. Karakuruma Moğollar böyle diyor. Zaten geç saatlerde ulaşabildik. Üstünkörü bir yemek ve uyku ile geçiştirdik bu geceyi.
Belki Moğolistan’ın en güzel kasabası. Benim görebildiğim şehirlerden. Gece ışıkları, düzenli caddeleri. Tek katlı evleri ile.
Sabah olduğunda yorgunluk devam ediyor, suratım Çarşamba Pazarına –ne demekse- benziyordu. Şehrin düzenliliği, ilk ziyaretimiz olan manastırın etkisi sakinleşmemi sağladı. Uygur Budist Mabedi iken Sovyet döneminde müzeye çevrilen külliyenin içinde ilk çağlardan Sovyet dönemine eşyalar, var. Tablo ve at-kağnı vb. maketler.
Manastır her ne kadar sükûn, susma ve sekinet mahalli olsa da turistlerin aç gözlerine sergilediği malzemeleri sunuyor. İçindeki envanter, dönemleri anlatan salonlarda düzenli geçişlerle sürüyor. Geçmişten bugüne gelen süreci tren vagonlarının geçiş hızında seyretmek zorunda kalsak da. Ağaç direkler yani binayı ayakta tutan sütunlar bile kırmızının canlılığı ile cıvıl cıvıl. Beni kımıldamaya, harekete, ani geçişlere teşvik ediyor, olumlu ve güzel düşünmeye zorluyor adeta. Belki de manastırın bereketi ile düzenli, güzel bir gün önümüzde uzanıyor.
Hatta çocuklukta oynadığımız aşıkları rengarenk görünce, hatıraların belleğimizin saklı kutularında ne kadar güçlü olduğunu anlıyorum.
Bu manastırın dağa tırmanılan basamakları yükselişe (Nirvana’ya) davet ediyor. Müzeyi gezdikten sonra Nirvana’ya çıkmamak olmaz. Budist keşişlerin ruhaniyeti çevreye bir sükûnet yayıyor hala. Bu yoldan çıkarak şehri tepeden gören yerdeki Buda heykeli, çanlar, havuz her biri sembolik anlamlarını keşfetmeye çalışan talipler beklese de. Hızımıza bakınca bizler kâmil insan gibi yalan dünya ile oyalanmamaktayız. Zaten ulaştığımız hedefleri yenileyen bir olgunlukla geziyoruz. Dağlar yükseklere mi çağırır yoksa yalnızlığa mı? Olmaya mı yoksa olgunluğa mı?
Şehre dönmek ve tebliğ etmek için yalnızlığın yüksek kuyusuna çıkabilmek bir şanstır. Nice ruhani deneyim ve temrinlerin yaşandığı bu yolda yükselişe davet etmişti insanları, dağlar. Biz bu sükûnun ortasında ilerliyoruz gürültücü turistler olarak. Yine de manastır sessizlik içinde bize hatırlatıp duruyor: ““İnsan her şeyin ölçüsüdür. Var olan şeylerin var oluşunun, var olmayan şeylerin var olmayışının.” (Protagoras)
Niçin gelmişti dünyaya insan? Yoksa onu zorla bu âleme gönderen ve sonunda zorla onu bu âlemden çeken mi vardı? “Altay Türklerinin mitolojik inançlarına göre de kâinat, adlandırma (nominasyon) yoluyla yaratılmıştır. Her şey sağır ve sessizken, yer ve gök yokken, baştanbaşa sularla kaplı olmayan bu dünya, adlandırılarak ve başka bir deyişle anlamlandırılarak yaratılmıştır. Çünkü adı olmayan bir şeyin kendisi de yok sayılırdı.”
Göktürk yazıtlarında, yaratılış sırasında önce gök, sonra yer, daha sonra da insanoğlu geliyordu:
“Üze Kök Tengri, asra yağız yer kılındukda, ikin ara kişi oğlı kılınmış. (Yukarıdaki mavi gök, aşağıdaki yağız yer yaratıldığında, ikisi arasında insanlar yaratılmış”.
Divitçioğlu, Türk mitolojisinde “çığrıdaki Tanrı’dan (via gökyüzü) yeryüzüne iletişimin ışıkla, yeryüzünden, (via gökyüzü) çığrıdaki Tanrı’ya iletişimin yışla (ormanlı dağla) kurulduğunu belirtmektedir. (Divitçioğlu, Sencer, Oğuz’dan Selçuklu’ya Boy, Konat ve Devlet, İstanbul 2003, s.37) Belki de bunun için yükseklere, dağlara önem atfedilmiştir. Tanrıya ulaşabilmek için.
Biz de Hıra dağına olmasa da Nirvana yoluna yürüyoruz. Sonunda bir mağaraya ulaşacağız. Mağara (tüm insanların bilinçaltında yatan arketip), yerine bina yapıyoruz artık. “vahiyler, gaipten görüntüler”, yani ilahi deneyim için uygun bir yerdir mağara. Toplumsal yaşama katılmak için mağaradan gün ışığına çıkmak her zaman doğum imgesini taşıyan bir eylemdir. Bütün mitolojilerde olduğu gibi Altay mitolojisi de ilk insanları tanrısal bir ışığa bağlar.
Biz seyyahlar, dağın zirvesindeki mabede uzun ve basamaklı bir çıkışla ulaşıyoruz. Nirvanaya erişir gibi. Aydınlanmak için değil temaşa için.
“VII. Yüzyılın ortalarında Hindistan dönüşü Hotan'dan geçerek Çin'e giden Budist hacısı Hüan-dzang, buradaki zenginliği görünce hayran olmuştu. Onun kaydettiğine göre burada yüz kadar manastır vardı ve beş bin kadar da keşiş yaşamakta idi.” (MÖ 4500-MS XIII. Yüzyıllar Arasında BARBAR TÜRKLER-DiL, DiN, KÜLTÜR, BiLIM, SANAT ve UYGARLlK Prof. Dr. Tuncer Gülensoy, s.139)
O kadar basamak çıkıp mağara yerine inşa edilen binanın kapısındayım. Nirvana’ya bir adım kaldı. Geçeceğim bir eşik sadece. Fakat o ne? Açılmayan kapılar. Nirvana da kapalı imiş. Boşuna harap ettim kendimi yani.
Adak Kayası
Buradan doğal park olan Haykır’a geliyoruz. Tanrı Ülgen’in kut verdiği coğrafya. Adak kayası. Ovanın ortasında büyük bir kaya. Geniş bir arazinin ortasına gökten düşmüş gibi. Ya da yerden göğe uzanmak isteyen bir yükseliş gibi. Bir tarafından öbür tarafa kütlesine değdirmeden taş fırlatılırsa bütün dilekleriniz kabul olacak.
Ben de dokunmadan, binmeden gideceğim diye yoksunluk içindeyken, yak’a biniyorum sonunda. Ata binmek şanımızdan. Üstelik yerden kamçı alacak bir maharetle.
Burada peynir şekeri satıyorlar, kurut denilen peynir, yoğurt gani zaten. Açık hava atçılık okulu sanki alan. Bütün heveslerimiz; ata binme, dörtnala koşturma, şaha kaldırma, yaklarla gezinti, ne ararsan yapabilmen mümkün. Yeter ki damarlarındaki kan hareket ediyor olsun. Seni bir eyleme zorlayacak sonunda. Gezi heyetimizde herkes bir-kaç binitle hevesini aldı. Aralarında ben de olmak üzere.
Karakurum Müzesi
Haykır kayasından uzun bir yolla Karakurum (harhorin) geldik. Moğol İmparatorluğu’nun 1230-1260 yılları arasında ilk başşehri. Seyahat Hatıralarını yazan Plano Carpini de buraya gelmişti. Karakurum Çin kaynaklarına göre 1235'te kurulmuş. Müzenim girişinde şehrin görkemli zamanlarını gösteren maketi yapılmış. Somut bir şekilde önümüzde olunca gözümüzde canlanması kolay oluyor tabii.
Karakurum müzesi ilkelden gelişen insanlığa doğru Sovyet bilim mantığı ile düzenlenmiş. TİKA burada da inşa ettiği salonlarla ve erken Türkler bölümü ile mevcudiyetini hissettiriyor. Uygurlar tarihine ilişkin tablolar, eşyalar en zengin bölümü belki de.
Müzede bir Türk hakanına ait kurgan filmi de gösterildi. Bizans parası bile bulunan mezar yedi bölümden oluşuyor.
Kurgan; giriş için uzun bir koridordan sonra kapılarla ayrılan bölmelerden müteşekkil. Her bir mezar odasında duvar resimleri, içeri girerken koruyucu resimleri ile süslenmiş, asıl mezarın bulunduğu oval oda kubbeli. Seramik asker heykelleri, değerli eşyalar, paralar ve atına ait koşum-özengi takımları. Çin Xian’daki Terra Cotta, bu coğrafyada anlaşılan herkese örnek olmuş ve bir anlamda güçlü iktidarların sembolü haline gelmiş. Belki de Çinliler Türklerden öğrenmiştir kurganları. Bizim seyrettiğimiz kurgan Çin Xian’dakinden daha mütevazı olsa da. Soyguncular kurganlarda bulduklarını yağmalıyormuş. Özellikle pahada ağır altın, farklı zamanlara ve milletlere ait sikkeleri. Bu nedenle yağmadan sonra değersiz zannedilen ancak kültürel ve tarih olarak değer biçilemeyen eşyalar bulunuyormuş.
Kurganlarda bulunan heykeller.
Buradan Erdenezuu Manastırına gidiyoruz. Bunlara budistler Vihara diyor. Bugün de Budist keşişler var ve eğitim devam ediyor. Çok geniş bir alanı kaplamış etrafı sur gibi duvarlarla çevrili bu manastırın. Giriş kapısı yüksek. Selçuklu Mimarisindeki yüksek girişleri etkilemiş midir, incelenmeye değer bir mesele.
Manastır büyük bir külliye. İbadet yerleri, üstadların makamları, öğrenci bölümleri ve uzun yürüyüşler için geniş bir alan. İslam Medeniyetindeki medreseler, vihara’nın (Budist manastır) bir adaptasyonudur
Camii tam bir külliye. Esasen İslam medeniyetindeki medrese ve külliyelerin Budist etkisi ile bu coğrafyada-Türkistan’da başladığı ileri sürülüyor. Budizm, İslamiyet’in de mimarisinde, hayat biçiminde ve tasavvufunda görünür izler bırakmıştı. Aslında İslamiyet’in en temel kurumlarından olan medrese, tüm ümmet coğrafyasına yayılmadan önce ilk olarak Doğu Türkistan'da çıkmıştır. Çünkü İslam fetihleri ile, Budist manastırlar anında İslam medresesine çevriliyordu.
Esasen her din; fethettiği yerlerde eski mabetlerin üstüne kendi mabedini yapmakla, mevcut bütün kutsallığı yeni dine eklemliyordu. “Medreselerin mimari yapısı, ibadet, eğitim ve ortak yaşam işlevlerini birlikte barındıran külliye hali, vihara’nın (Budist manastır) bir adaptasyonudur” görüşü bu işin uzmanları ileri sürülüyor. Erdene Zuu manastırı külliyeden büyük, neredeyse bir şehir. Surları ile genişliği ve içindeki her türlü ihtiyaca cevap veren binaları ve ibadet mekânları, üstad ve taliplerin yaşama alanları ile.
Erdene Zuu, Moğolcada "Yüz Hazine" demekmiş. Bu manastırın özelliği, Moğolistan'daki ilk Budist manastır olması. 586 yılında Altay Kaan tarafından yaptırılmış. Uzun yıllar hizmet veren, içerisinde 60 ilâ 100 tapınak olduğu, yoğun ilgi gördüğü dönemlerde bine yakın keşişin yaşadığı iddia olunan tapınak, 1937 yılında, Stalin'in her türlü dini yapının kapatılması, hatta yıkılması emrini verdiği dönemde kapatılmış. Üç tapınak dışında kalanların hepsi yıkılmış. Ancak dini muhayyile Stalinle birlikte büyüyen Kızıl Ordu tahakkümünü Moğolistan’da da yenmiş. Galip olan dinler, inançlar sonunda, orduların gücü temsil etmesine rağmen. Kadife (ipeksi) güçler su gibi yaşayabilmek sırrını sürdürüyor bir şekilde.
Her yerde bezler, mavi renkte. Bu göğün rengi. Gök Tanrıların. Bu nedenle Türkçede Gök mavi demek.
Yatırlar'a, dedelere, pınar başlarındaki kutsal ağaçlara "bez/çaput bağlamak'' geleneği Anadolu'da halen yaşamaktadır.
Kırgızistan'da da genellikle pınar başlarındaki ağaçlara ve çalılara yolcular tarafından bağlanırken buralarda yüksek yerlere, ibadet mahallerinde. Bu geleneğin eski Türklerin ritüellerinden olduğu Moğolistanda gözlemlediğimiz bir olgu.
[Ağaçlara bez bağlama inancı şamanist Türklerde, Budist Moğollar'da, Hristiyan Avrupalılar'da ve Müslüman Türkler'de hala yaşamaktadır (s.323 T. Gülensoy]
İbn Batuta’nın Seyahatnamesinde anlattığı araba çadırlar. Seyyar, göçebelerle birlikte her yere taşınabilen evler.
Manastırın önünde turistik eşyalar satan işyerleri var. Kulübeler halinde yan yana sıralanmış. Burada Moğol asker kıyafetleri giyip savaş filmi çevirmeyi denemeliyiz. Mümkünatı yok bunu yapmadan dönemeyiz. Rakibimle cengimiz hareketli, seyircisi de bulunuyordu ama bir kurdun olmayınca Tarkan, sayılmak mümkün değildi. Dünya gösteriminde biz ancak figüran olabilirdik ama şovumuzun başkahramanı olmak da bir nimet.
Müzeden sonra Orhun ırmağına gidiyoruz. Orhun ırmağı zemzemse içiyoruz, ırmaksa abdest alıyoruz. Akşamın serinliği, vadinin ortasında kıvrılarak bir ceylan gibi akıp giden ırmak, nice yiğitlerin, atlıların, umutların e trajedilerin merkezinde olmanın bilincinde sanki. Irmak iklimi, manevi bir ortam oluşturuyor. Geçmişe saygıya zorlarken, bugünü de ihmal etmeyen bir ağırbaşlılık içinde.
Artık kalacağımız otele yönelmenin zamanı. Oteller yabancı ve yolcuların duraklarıdır. Uyumak, dinlenmek için değil; koşuşturmanın ara verdiği bir duraklama. Nefes almak için. Zaten ortalık kararmış biz yorulmuştuk.
Göktürk Anıtları
Otelde dinlenmeye çekilsek de yarın hedefimiz Göktürk Anıtlarının olduğu müze.
Sabah uyanınca anıtlara gideceğiz ilk olarak. Bilge Kağan-Kültigin anıtının bulunduğu müze 46 km kaldığımız yere. Bu anıtlara giden Bilge Kağan Karayolu Türkiye tarafından yapılmış. Önünde pozlar veriyoruz. Her ne kadar Akpartiye muhalif olduğu için bu levhaların önüne gelmemek için uzak duranlar olsa da.
Tabiatın aşındırdığı dikili taşları kapalı bir müzeye almış; Türkiye’nin destekleyici olduğu ve inşa ettiği binada korunaklı bir halde artık. Replikaları da bulundukları açık alanlarda. Dün müze ve manastır gezileri ile yeterli kültürel doyuma ulaşmıştık. Neredeyse kültür komasına gireceğiz. Ama bizim için varsa yoksa Göktürk Anıtları elbette. Yoksa tabiatın bağrında, rüzgârın, ırmakların, göllerin sesine kulak vermek; yaylaların, ovaların eğimine uyum sağlamak, bu coğrafyayı şenlendirenlerin ruhuna iştirak etmek yoğunlaşıp hareketsiz kalmakla olabilir. Biz turistiz ve yetişmemiz gereken bir program var, günlerimiz sayılı. Daha çok yer, mekân, anıt görüyoruz ama içselleştirecek bir oturuş ne mümkün? Toparlanın gidiyoruz, komutları ile hızın kanatlarına yetişmek, film şeridi gibi hızla akan bir zamanın ardında koşmak demektir. Anın ihtişamını sindiremeden.
Bu coğrafyanın kaderi belki de bizi hızlandıran. Çünkü burada Türk Devletine son veren yine bir başka Türk devleti. Göktürklerı yıkan Uygurlar gibi. Uygurları yıkan bir başka Türk budunu. Buralarda sürekli bir teyakkuz halinde olmanız gerekir. Yoksa ne obanızı koruyabilirsiniz ne konat ve devletinizi. Güzelliğin düşmanı çok olur. Düşmanı diyemesek de rakibi, hasmı. Her an tetikte olacaksın e güçlü. Yoksa yıkılıp gittiğinin resmidir. Yorgunluk bile aklımıza ancak akşam yatağa uzanınca geliyorsa biz de bu iklime girmiş sayılırız.
Göktürk Anıtları, yazılı ilk Türk eseri olması nedeniyle önemli. Bir iddiaya göre Bilge Kağan metni daha önce sözlü devredilen bir manifesto olduğu da iddia ediliyor. Dilden dile aktarılan bu sözler Bilge Kağan ile anıtlaştırılıp gelecek nesillere ulaştırılmasını sağladı.
Müze Türkiye tarafından inşa edilmiş. Yolları biz yapmışız. Her yerde (şeyde) olduğu gibi devlet-siyasiler bizden önde. Sadece konuşmamışlar iş yapmışlar. Tozlu toprak yollardan sonra kaymak gibi asfalt yola ulaşmak, bu yolun Türkiye tarafından yapıldığını bilmek insanı evinde hissettiriyor. Zaten buralar ata yurdu değil miydi?
Bulunduğu alandaki replika önünde heyetimiz.
Ulanbatur’a dönüş- Ugii Gölü
Göktürk anıtlarından sonra dönüş yolundayız. Yol üzerinde Ugii gölü. Kıyısında tatilciler. Oltalar, dalgıç kıyafetleri. Yazlık gibi karavan ve kıyıda kamplar. Gölün içinde atlar. Hem yıkanıyor hem su içiyorlar. Doğayla barışık atlar, ortamla, suyla.
Dağların arasından toprak yollarda sarsıla, hoplaya zıplaya asfalt bir yola çıkabildik. 350 km.lik yolu kat edebilirsen Ulanbatur’a ulaşacağız. Yol üzerinde Bayannuur Bayankhangai Argalant şehirlerini geçerek ilerliyoruz. Nihayet Ulanbatur göründü. Marketler ve alışveriş zevki. Fiyatlar Türkiye’den pahalı. Moğolistan’da en yaygın market Numen hipermarket.
Nihayet yurdumuzda öğrenciyiz. Damak zevkimize uygun derviş yemeklerine tekrar kavuştuk. Odalarımız yokluğumuzda işgal edilmiş. Hayat hiç boşluk kabul etmiyor. Eşyalarımız da vardı ama yurt idaresi Türkiyeli olunca her zaman sürpriz çıkacaktır.
Akşam yemeğinde Moğolistan’da kazak şair Bayırt Kabanoğlu geliyor. Artık bizim profesör kendini aşıyor. Folklorcu ya “Şiirleri kendimi yazıyor yoksa halk şiirlerimi okuyor?” Artık ben zıvanadan çıktım. Adam şiir kitapları ile gelmiş, kültürden şiirden, şiirin insanlarda bir şuur oluşturma çabalarından çıkıyoruz. Onun zihninde yorumcu halk âşıklarından başka bir kategori yok, şiir konusunda.
Buralar tabiatın sertliği yanında Türkçenin sertliği ile de sürdürüyor muhkemliğini. Gönül, burada ‘könül’ mesela. Batıya yöneldikçe (g, ğ, y, f,) gibi harflerle Türkçe de yumuşamış; sadece biz değil. Moğolistan’a gidince benim asli genlerime dönmem; şiddete yönelme istidadım ortaya çıkıyor. Allahtan işi ileri götürmüyorum; muhatabım beyefendi ve benim ataklarıma cevap vermiyor. Tek başına kavga çıkarmak mümkün değil elbette.
Bizim her şeyimiz cari hesaplaşma üzerine. Bu nedenle Uygurlar niye bu kadar sanatta, şehirlileşmede, edebiyatta güçlü idi? Bir araştırmamız yok; fikir yürütmemiz. Her şey tarihçiler için belge, eşya bulmakla ilgili. Tarihe, tarihteki gelişmelere karşı tezlerimiz var mı tartışılır. Göktürk anıtındaki yazıları bile Danimarkalı Thomsen okudu. Ligeti’nin yazdığı Bilinmeyen İçasya ayarında bir kitabımız yok. Kalem kılıçtan güçlü ama benim gibi pazuları dışında düşünmeyenler ancak bu kadar sergileyebilir tarihimizi. Ve gezimizi.