Çadırımıza döndük. Çadırda sadece yatak var. Lavabo musluklu bidonla bahçede. Kuyu açılarak çalıştırılan tulumba ve motorla su çıkarılıyor her evde. Tuvalet ise, avlunun bir köşesinde. Moğolistan'da (ve Kazakistan'da) köy tuvaletleri, yere kazılan bir çukurun üzerine, ortasında delik olan tahta bir baraka. Çocukluğumuzda bizim evler de böyleydi. Nostalji yapacak her hatıra çıkıp geldi. Yaşarken Türkiye’de çağ atladığımızı görmek de Moğolistan’da nasip oldu.
Yataklarda yer kalmayınca, uyku tulumuna girip derin ve kesintisiz bir uyku uyudum nihayet. Üç gündür yollarda, ayakta uyuyorduk. Upuzun yatabilmek de nimetti.
Ertesi sabah iki arazi aracı hazır evin önünde. Yaylaya gideceğiz.
Bayanölgi mahalleleri toprak yol. Bu nedenle toz toprak eksik olmuyor. Bütün Moğolistan böyle diye bir önyargıya kapılacağım neredeyse.
Oysa Hovd’a gidince gördük ki şehir düzenli. Asfalt yollar var. Bayan Ölgi, evet Moğollar kadar merkezi yönetimden yardım gelmiyordur ama şehir yönetiminde Müslümanlar etkili. Buna rağmen toz-toprak, araba lastiğinden kaldırımlar. Tamam, batıda bizimle Hıristiyan mahalle ve şehirleri arasında fark vardı da Moğolistan’da Moğollarla da aradaki derin farkı görünce ister istemez insana hicran veriyor. Müslümanlar “yalan dünya” derken, çevreyi güzelleştirmeyi günah mı sanıyorlar acaba? Yoksa imkanların yetersizliği mi buna sebep?
Yaylaya gidiyoruz. Daha çevreyi tanımadan, uzun yolculukta hasar gören bedenlerimizi tamir etmeden çıkıyoruz yola. Eşyalar ve insanlar iki minibüse dağıldığı için artık tıklım tıkış değiliz.
Yollar gökmavinin altında, yeryüzünün bağrında derin yarlar açarak yılan gibi uzanıyor. Sanki gökyüzü daha yakınlaşmış, mavisi daha berrak ve bulutlar daha beyaz. Dereler, tepeler, vadiler ovalar geçmekteyiz.
Yolumuza ilk çıkan şehir-kasaba; Say Sak Sum. Saka Türklerinin bölgesi. Mete Hanın kurganı bu bölgede bilinmeyen bir yerdeymiş. Tarih öncesinde Türkler, ölülerini kurganlara gömerken, Moğollar sessizlik kulesine çıkarır, kuşların yemesini beklerdi. Bugün, özellikle Budist Moğollar da mezarlara gömüyor cenazelerini.
Kurganlar zenginliğine göre, sahip olduğu eşyalar, atlarla birlikte gömüldüğü için tarihe ait bulguların merkezinde ilk sırada. Arkeolojik araştırmalar, kurganlara yönelik Moğolistan’da. Kurganları, zamanla iklim değişiklikleri, yağmur-rüzgâr aşındırıyor. Bulunamaz hale getiriyor. Arkeoloji çalışmaları bütün hızıyla devam etse de. Özellikle Avrupalı defineciler kazı yapıyor, bulduklarını alıp götürüyorlarmış. Ülke coğrafyası, tarih kitabı aynı zamanda. Bulduğu antik taşları, anıtı, heykeli taşıyabiliyorsa alıp gidiyor(muş) yabancılar.
Rehberimiz aynı zamanda mihmandar ev sahibimiz Caner Bek. Sadece bize değil birikimi ile ABD Avrupa’dan gelenlere de rehberlik yapıyor. Sitem de ediyor. Yabancılar geliyor amma Türkiye’den kimse gelmiyor diye. Oysa burası Türklerin ata yurdu. Daha çok gelen olması lazım. Biz bile kaç vesilenin bizi bulup getirdiğini söyleyemiyoruz.
Biz define aramak için zaman da, kazıya alet-edevat da bulamadık. Bir tepede Şamanların mum yaktığı mumdanlık buldum, emeğimin hakkı diye getirdim; o kadar. İçimde bir yerde adağı alıp götürmek uğursuzluk getirir tedirginliği ve vicdan azabı sürse de.
Say Sak Sum’un girişinde demirden bir tak dikilmiş. Hemen yanı başında bir tepe. Kelin Tepe. Bildiniz “gelin tepe’. Beton bir anıtın üzerinde iki el yeri var. Kırmızı. Oğlanlar ve kızlar buraya elini koyarsa evlenmeleri mümkün olur. Adak yeri olmuş yani. Ben de elimi koyuyorum ama hala bir kısmet çıkmadı.
Sakalar vakti zamanında buralardan Çin’e akınlar yapmış. Çin seddinin yapılmasında etkileri onların da var yani. Yolculuk yaylaya çıkıyor ama yol üstündeki anıtlar, taşlar, mezarlıkları ziyaret ederek gidiyoruz. Toprak yollardan.
İşte şimdi geniş bozkırın ortasında Umay Ana heykelinin yanındayız. Kadınların hamile kalmasını sağlayan dualarla yıkanmış. El sürmekten aşınmış. Anneliğin türün devamından önce sevgiyi kucağında yaşadığını hatırlatan bir imge olarak. Yapayalnız ancak kesinlikle sevgisiz değil bozkırın ortasında dikilip duruyor.
Sonra bir zengine, (kesinlikle devlet adamına ait olmayan) bir taş. Devlet adamı veya komutan olsa bir elinde mutlaka kılıç olmalı. Resimdeki heykelde iki el birbirine kenetlenmiş; ortasında bir ferman. Bu heykeli kepçelerle kırmaya çalışsalar da kırılmamış. O bölgeye ait olmayan bir taş çünkü. Nereden getirilmişse. Neden kırmak istediler derseniz; Sovyetler zamanında şoven duyguları ayakta tutuyor, diye. Bütün halkların tarihini Lenin’le başlatmak sevdasından. Beynelmilel egemen ya.
Taşların da bir ruhu var hâlbuki. Güneşle kavrulur ay ışığında hüzünlenir ve ziyaretçileri gördükçe nefes alırlar. Ağaçlar ses verebilir, yaprak-çiçek açar. İnsanları kendine çeker. Buna karşılık iniltisini duyurması mümkün olmayan bedbaht taşlar. Tarih, din, put, remz, sembol, ölümsüzlük çağrıştıran taşlar. Hacerülesved gibi insanları gördükçe gözleri parlayan. Burada bozkırın ortasında sessizce ağlayan. İnsandan, devletlerden, imparatorluklardan uzun ömürlü. Bunun için insanoğlu taşı kendine rakip kılmıştır. Temsil vekâleti verse de. Adına anıtlar dikse de.
Bize bu taşlar için balbal taşları diyor rehberimiz. Ama Balbal taşları Türko-Moğolların öldürdükleri düşmanları temsil eden taşlar. Bu heykeli andıran taşların bir başka adı olmalı.
Yolculuk uzun, yaylaya ulaşmak öyle kolay değil. Öğle vakti gelip geçiyor. Mihmandarımız becerikli bir aile. Karı-koca başarılı bir öğretmen ama gezimiz süresince ekmek yaptı, koyun kesti, yemekler, çaylar hizmet dört dörtlük. Bir ırmağın kenarında yeşillikler içinde piknik yapıyoruz. Masalar, sandalyeler yemek hazır.
Yemekten sonra bir mezarlığa gidiyoruz. Yolumuz üstünde. Yaylalarda mezralarda ölenler bile bu mezarlığa getirilip gömülüyormuş. Çoğunluğu Müslüman. Mezar taşındaki hilalden anlaşılır bu. Kurganı andırıyor çoğu. Aile mezarlığı olan bölümler de var.
Yaylaya yaklaştıkça yağmur rüzgâr fırtına ortalığı birbirine kattı. Daha çadır kurulacak, akşama hazırlıklar tamamlanacak. Hem de üç çadır. Kazak çadırı değil, her yerde satılan kamp çadırı. Dört köşe olandan. Erkekler için büyük, kadınlar için daha küçük ve mihmandar aile için ayrı bir çadır. Tuvalet için bir çukur kazıldı onun çevresine bile kulübe gibi çadır kuruldu. Biz de yaylaya hazır hale geleceğiz bu arada. İlk fotoğrafları çekeceğiz. Jeneratör çalışacak, telefonlar şarj olacak. Aydınlatma sağlanacak. Yağmur izin verirse.
Yaylada Çadırlarımız
Artık uyumak zamanı. Soğuk iliklere işliyor. Yak değilim ki tüylerim beni sıcak tutsun. Uyku tulumuna giriyoruz. Kalın giysilerle. Yine de sabaha kadar titreşip, şişman solucanlar gibi kımıldayan sekiz adamın bir arada uyuma çabaları. Horultular, hırıltılar birbirini tepen yakınlıklar arasında. Tabii çadır arkadaşlarım daha çok bana katlanıyordur. Sürekli kıpır kıpır hareket, benim tulumda çünkü. İçindeki de matah biri olsa. Uykuyla ve geceyle cebelleşince vakit geçmek de bilmiyor. Başkalarına tahammül etmek, kendini eksiltmektir. Tam idrak ediyorum o günlerde. İlk güneşle çadırdan dışarıdayım. Halim pekiyi görünmüyorsa bu bizim yatuk olduğumuzu göstermez mi? İbn Haldun haklı değil mi? Şehirliler beyaz besili olunca bozkırdan gelen bıçkınlar kuşatır alır elinden zenginliği, ganimeti, kadınları, egemenliği. Ne zamana kadar? Teknoloji, bıçkınlığa imkân sağlayan at ve ok’u etkisiz kılana kadar.
Neden XVI. asırdan itibaren göçebeler, yerleşiklere hâkim olamadı? Çünkü yerleşikler ona karşı topçu kuvvetini çıkarmışlardı. Az zamanda, binlerce yıllık münasebetleri ters yüz eden suni bir üstünlük kazanmışlardır. Korkunç İvan'ın Altınordu'nun son varislerini dağıtan, Çin imparatoru K'ang-hi'nin Kalmukları korkutan topçu ateşi, dünya tarihinde bir dönemin sonunu işaret etmiştir. (Yavuz Selim’in Otlukbeli savaşını düşünün) İlk defa olarak ama artık ebediyen askeri teknik taraf değiştirmiş, medeniyet barbarlıktan daha kuvvetli-üstün olmuştur.
İlk sabah, tabiatla tokalaşıyoruz, eldiveni çıkarmış ve doğrudan sıcak bir temas ile.
Sabah hamarat ailenin, ev sahibimizin hazırladığı kahvaltı. O zamanlar biz sadece rehber biliyoruz. Oysa ailece eğitim-spor-müzik alanlarındaki başarılarından dolayı Cumhurbaşkanından ödül bile almış sosyal-kültürlü eve örnek bir aile.
Sonra yaylada bulunan komşu çadıra, hatim duasına davet edildik. İstanbul Ümraniye’de eğitim gören bir hoca, tecvidi tam, tilaveti güzel, Arapça dua etti. Kazak Türkleri genelde Süleymancı hocaların himmetinde. Süleyman Hilmi Tunahan muhibbanları, Kazakları irşad eden cemaat olmayı başarmış. Çadıra davetli yayladaki bütün komşuların getirdikleri yiyecekler yığıldı bir sofraya, kazanda yağlı et yemeği. İkram değil sadece Halil İbrahim sofrası mübarek.
Kımız da en orijinalinden. Baktım hoca da içiyor, eh ben de artık peşpeşe içebilirim. Zaten kuvvetli bir kahvaltı yapıp gelmişiz. Üzerine yağlı etler. Kımız olmasa ağır gelecek. 5-6 çamçak içtiğim halde sarhoş yapmıyorsa ekşi ayran hükmüne girer değil mi?
Şimdi kımız hakkında düşünebilirim: ““Günümüzde en çok Orta Asya’da, Türkmenistan ve Moğolistan’da üretilmekte olan kımız, ansiklopedik bilgilere göre Sibiryalılar ve Kafkasların içkisi. Eski dönemlerde Batı Avrupa’da revaçta olmuş kımız. Tıpta da kullanılmış… Kımız, kısrak sütünün mayalanması ile elde edilen az alkollü, ekşimtırak ve içerdiği karbon gazı sebebiyle gazozumsu bir içkidir. Kımız, aynı zamanda meydana gelen iki ayrı mayalanma ürünü; alkol mayalanmasından %1-2, hatta %3 derece alkol ve 0.5 ile l.5 arasında laktik asit oluşur. İçerdiği alkol ve laktik asit oranları kımızın taze veya eskitilmiş olmasına göre değişir. Kımız üretiminde, ekşi hamur mayasına benzeyen ve çok defa kurutularak saklanan bir mayadan yararlanılır. Bu mayanın içinde laktik asit bakterileri de vardır. Ayrıca, kımızda, üretildiği sütün yağlı maddeleri ve mayalanmamış az miktarda süt şekeri de bulunur. Bu ansiklopedik bilgiler ışığında; kımızın sindirimi son derece kolay bir “Süt Şarabı” olduğu söylenebilir. (Vefa Zat, Biz Rakı İçeriz s.11)
Kımız, yeni doğum yapmış kısrağın sütünün fermente edilmesiyle elde edilen bir içecek. Kımız aslında Türkik köklü bir kelime. Moğollar buna kımız demiyorlar; onların dilindeki karşılığı airag. (aygırla ilgisi olabilir mi?) Kısrak sütünün birkaç saat ilâ birkaç gün arasında fermantasyonu sonucu elde ediliyor kımız (ya da airag).
Fermantasyonun, at derisinden yapılmış bir tulum içerisinde yapılması makbul. Ancak, artık genellikle ya keçi tulumunda, ya da plastik kaplar içerisinde fermente ediliyor. Fermantasyon sırasında kabı sürekli çalkalamak gerekli. Bu nedenle, kimi zaman süt dolu tulumu atın eğerine bağlayıp, fermantasyon sürecindeki çalkalamayı bu şekilde gerçekleştirirlermiş. Kımızın (ya da airag) tadı, ekşi ve kekremsi bir ayran gibi. Kazakların kımızı daha kolay içimliyken, Moğolların airağı daha ağır. Sanırım fermantasyon süresi airagda daha uzun. Bu nedenle alkol oranı da daha fazla.
Misafir olduğumuz Kazak çadırı, orta yaşta (30-35) birinin. Evlenen erkek çocuk yeni bir otağ açar, ailesine. Ailenin en küçük oğlu, baba ölene kadar aynı çadırda ikamet eder. Baba ölünce çadır artık onun olur. Yaylada çadır sahip oldukları her şeyin merkezinde. Çadır değil bir ihtişam. Şimdi anlatmaya kalksam çadırı meydana getiren kumaş, tahta direk vb. unsurlarını sayfalar sürer.
Kadın her yerde kadın. Çadırın her yanında sahip olduğu zenginliği sergiliyor. El-işleri, resimli halılar, fotoğraflar. Saz-dombra- aynalar, örtüler.
Kadın olmak bu şartlarda ne zor. Sabah erkenden kalkıp ekmek pişir, kahvaltı hazırla. Sütleri, yoğurt peynir, kurut yapmak için çalış çabala. Akşam olup sürüler gelince kısrakları, yak, koyun ve keçileri sağmak. Sonra bu sütleri yoğurt, peynir yapıp tereyağı çıkarmak. Arada elin değince 5-6 çocuk doğurmak. Elbette erkekler de durmadan çalışacak. Arada eğlencesi avcılık. Ve şölenler.
Bizim profesörün kamerası devrede. İnsanlara oryantalist yaklaşımla sorular soruyor, en basit, bilinen, bizim için de geçerli olanları bile. Her bir hareketi insanları zorluyor. “Hayat nedir dersen bilmiyorum. Sormazsan biliyorum” Kuralını defalarca ihlal ediyor. Geceden kalmışım, yorgun ve uykusuz. Kimseye sezdirmeden çadırımıza gelip tek başına uyuma devletine erişiyorum.
Yaylada her Türkün bir kartalı, yakalamışsa bir kurdu var. Yavru kurdun kurtuluş çabaları bitmiyor. İçimde hicran. Kartal yine avda fıtratını icra ediyor. Ya kurt?
Çadırın önünde tek başına oturuyorum. Biri geldi, “müsülman” deyip duruyor. İçme haram diyor sandım. Hâlbuki sigara istiyormuş. Ne kadar aptalım. Buralarda kim hangi tercihine karıştı ki? Nihayet jeton düşünce ikram ettim hemen. Birlikte tüttürüyoruz. Çok az anlaşabilsek bile. İslami kelimelerde sorun yok. Kazakça’yı öyle bir yuvarlıyor ki anlaşılmaz. Tane tane konuşsa anlaşmak daha mümkün olacak sanki.
Biz ta Türkiye’den gelmişiz ya. Gündüzden bir koyun kesildi. Öyle ustalıkla, tertemiz kesim, seyredince çok kolay gelen bir yüzme, etleri parçalama. Bizim kasaplar bunların yanında çırak olabilir ancak. Akşam şerefimize bir şölen tertiplendi. Ev sahibi-mihmandarımız Caner Bekin oğlu Nur Bek, dombrayı bağlama gibi kullanıyor.
Türküler, oyun havaları. Tezeklerle yakılan kamp ateşi etrafında toplanmak, gecenin karanlığını artırsa bile içimize geçmişin aydınlık pencerelerini açıyor. Bizim grupta sadece “Çırpınırdın Karadeniz” şarkısı. Ülkücüler bulunuyor ya aramızda. Yaşlı ülkücülere teselli, hayatlarının boşa geçmediğinin amortisi. Bütün o ülkücü külliyattan işe yarayan sergileye bildiğimiz bir türküydü işte. İdeolojik de olsa. Kemkurtların trajedisi. Ben de o da yok.
Ertesi gün, Kak yaylasının bütün sakinleri atlarına binip geliyorlar. Kadın erkek çoluk çocuk. Yaylamız Buzdağı eteklerinde. Kak, kuru demek. Elma, armut kurutulur ya. Onun gibi. Su az olduğu için olabilir. Kak yaylası.
Şerefimize düzenlenen atlı gösteri var bugün. Önce kadınlar, ardından gençler ve erkekler atlarıyla geçit yaptılar. Sonra bizlere hoş geldiniz muhasafası ve seyirciler olarak biz bir kenarda yerimizi alıyoruz. Atlılar meydanda.
Kadın Atlılar
Atlı Erkek Göstericilerimiz
Her bir atlı at üstünde, yerden oğlak kapma yarışları, yerden üst üste dizilen madeni tengeleri (paraları) alma yarışları, kız kovar oyunu. Bizim cirite benzer şekilde kadın atı ile kaçıyor ve erkek yetişip kamçı ile vurmaya. Yakalarsa kızı terkisine atıp kaçıracak ve evinin kadını yapacak yani. Kadınların ata binme ustalıkları bizi şaşırtıyor elbette. Daha sonra ben de bindim. Hatta yere düşen kamçımı attan inmeden alabildim de. Genler kaybolmuyor diyor bilim insanları. Ben de ortaya çıktı bu bilimsel gerçek. İki kişi atı kontrol ederken bindik ama sonrası serbest. Dörtnala sür. Batıda olduğu gibi kılavuzun atın yularını çekerek çocuk dolaştırması değil.
Öğleden sonra yazılı taşları görmek için uzun bir yolculuk yaptık minibüslerle. Dağın her tarafında resimli kaya yazıtları. Dönüşte akşam yakmak için tezek yığınından tezekleri doldurduk minibüslere. Böylece komşu komşunun tezeğine muhtaç sözünü bilfiil yaşadık.
Akşam veda töreni var. Komşu obalar geldiler yine.
Biz ateş yakıp çevresine dizilmişiz. Dünkü bütün komşular şimdi bizim obada. Akşam karanlığında yayla soğuk ama insanlar sıcacık. Bizi, -Türkiye’den gelen insanları- ağırlamayı görev biliyorlar. Sırayla türküler söyleyip oyunlar oynuyorlar. Aramızda milliyetçi Türkçü arkadaşlar şiirler okuyor. Tekrar Çırpınırdın Karadeniz. Bir arkadaşımız mehter marşından “Ceddin deden Neslin baban- Tarihi çevir nal sesi kısrak sesi bunlar” okudu. Saz çalan yok aramızda, türkü söyleyen. Biz davadan bunlara fırsat ve imkân mı bulabilmiştik?
Yayladaki kadınlar ise dombra çaldı, şarkılar söyledi, dans ettiler. Her biri. Bozkır; kadınlara yapılan cinsiyetçi yaklaşıma karşıdır. Türk yaratılış destanlarında, Tanrı Ülgen'e yaratma ilhamını veren Ak Ana, Türk estetiğinin ve kadına bakışın göstergesidir. Şehir ve sur kadını sınırlar. Yaylada özgürler ve kaç-göç yok. Birlikte bir sosyal hayat. Rol dağılımı bile yok desem yanlış olmaz.
Bozkır özgürlüğün sınırsızlığını ima eder. Eski dönemlerde düşmanlara kaptırmazsan, eşini kızını. Cengiz’in Hanımı gibi.
Batılı-şehirli biz mi müzikle-sanatla iç içeyiz. Yoksa bu bozkırın ortasında yaylaların yüksek yamaçlarındaki kadın-çocuk erkekler mi? Başka milletlerle karşılaşınca, onlara sunacak sosyal bir yeteneğin olmayınca insan ne kadar eksik, yetersiz olduğunu anlıyor? Şimdi bunlara müktesebatımdan siyasi diskur mu geçmeliyim, istiklal marşı mı okumalıyım? Onlar bize, gurbet, ayrılık özlem nefesleri okurken.
Kazakça türküler anlamasak da müziğin evrensel ritmi ile acıyı, coşkuyu aşkı özlemi anlatıyor işte bal gibi. Ben kazık gibi oturuyorum sadece ve ellerimi ateşe uzatıyorum ısınmak için. İçimde bir türkü bile dışarı çıkacak cesaret bulamıyor. Böyle bir yetenek yok çünkü. Öğretmen okulunda dört yıl mandolin dersi vardı oysa: bütün okullarda müzik dersi. Moğolistan’da yayla kadar bir eğitim verememişti bu uzun müfredatımız bizlere.
Artık ilk günlerdeki gibi üşümüyorum. İnsan bakteriler gibi. Zamanla her ortama uyum sağlıyor. Tam alışacaktım ki Bayan Ölgi’ye dönüş için sabah çadırları toplandı. Minibüsler de yerlerini aldı. Biz de dönüşe hazırız artık.
Geldiğimiz yerden dönmüyoruz Bayan Ölgi’ye. Moğolistan’da her yer yol zaten. Dağlardan, yaylalardan, vadilerden arazi aracının geçebildiği her yeri yol yaparak ilerliyoruz. Yüksek yerlerde rüzgâr, bulutları bizimle beraber sürüklüyor. Veda eder gibi. El sallar gibi. Yamaçlar, taşlar, meralar. Geçtiğimiz yerlerdeki obalar, baharlık kışlık meralar. Nihayet Say Sak Sum’a geldik. Şükür ısınmaya başladık. Oradan Bayan Ölgi’ye ulaşmak daha önce geldiğimiz yoldan.
Her gün yıkanan şehirliler olarak neredeyse ruhumuz bile kömür karasına dönecekti. Bir haftadır yıkanamamıştık. Bayan Ölgiye gelince ilk iş bizleri sırayla hamama götürmeleri oldu. Türk hamamı gibi değil elbette. Duş kabinleri halinde bölmeleri olan yere giriyorsun, sıcak su-sabun buluyorsun ve bu imkânın ne büyük bir nimet olduğunu anlıyorsun.
Meryem Hanım Hamamı.
Eski Türkler gibi dayanıklı olmadığımız buradan da belli. Batıya gelmek –daha çok İslamiyet’in etkisi- Türklere su ile içli-dışlı olmayı sağladı. İbn Fadlan Seyahatnamesi’nden bir bölüm:
Türkler, (Büyük ve küçük abdestlerinden sonra temizlenmezler, cünüplükten sonra ve diğer bir sebeple asla yıkanmazlar; su ile aralarında, bilhassa kışın, hiçbir münasebet yoktur.
Gece olunca tercümanla birlikte Etrk'in yanına girdim, çadırında oturuyordu. Onu Müslümanlığa girmeye emir ve teşvik eden Nezir el-Huremî'nin mektubunu, kendisine hediyesini ve karısına da bir başörtüsü, bir yüzük verdik, sonra mektubu okudum. Daha evvel zikrettiğimiz elbiseleri giymek için üzerinde bulunan dibaceyi çıkardı, altındaki kurtağı gördüm, kirden lime lime olmuştu. Zira âdetlerine göre, bir kimse giydiği elbiseyi, elbise parçalanmadan çıkarmaz”
(İbn Fadlan Seyahatnamesi)
Müslüman olunca suyla ilişkimiz imanın şartıydı artık. Batıya geldikçe, hamamlar, kaplıca ve ılıcalar. Şimdi her gün yıkanmayınca bitlendik sanıyoruz.
BayanÖlgi’ye gelince kafile başkanımız ve Osman Batur’un kızının geldiğini duyanların davetlerine icabet başladı. Moğol Meclisinde temsilci olan Sapınzı evinde, çadır ayrı bir görkemdeydi. İçindeki aksesuar ve süslemeler de. Yemek mükellef bir sofraydı elbette. İkinci ziyaret için kafilenin bir kısmı çadıra döndü. Bu sefer Hacife Hanım’ın yakın akrabalarına gideceğiz.
Gereksiz sorular belki anlaşılabilir ama heyetimiz hakkında düşünceleri bulandırır. “Çadırdaki jel bağının anlamı nedir? Her gittiğimiz çadırda var?’ O çatıdaki açıklığı kapatmak için gerekli. Yıllardır burada kalan ve her türlü iklimde yaşamış insanlara “çatıya su deposu niye yapmıyorsunuz? Güneş enerjisi de yapılabilir? Böylece evin her tarafına su verebilirsiniz? Sıcak su da cabası…’’ (Donar çünkü burada eksi 30-40 lara ulaşır soğuklar)
Adam sonunda benim bir oğlum ODTÜ’de diğer oğlum Konya’da okudu. Mühendis diye cevap vermek zorunda kaldı. Onun yerine benim yüzüm kızardı. Moğolistan, Bayan Ölgi olunca dünyadan habersiz mi sandınız, medeniyetin nimetlerinden? İklim şartları diye bir bilimsel gerçek var değil mi? Biz ruhuna dokunmaya niyetlensek ve geziyi eğlenceye çevirmek istesek de folklör profu “Ben buraya kültür araştırması için geldim, turistik geziye değil” diye akademik formasyonu ile dikkat çekiyor.
Biz her çadırdaki ikramlar arasında Karaman fabrikası bisküvi ve jelatin ambalajlı kekler bulunur mutlaka. Moğolistan’a her türlü mal Çin’den ve Rusya’dan gelir. Özellikle Çin’den bavul ticareti ile mal getirenler zengin olur. Neredeyse iki katına fiyatlar çünkü. Vergisiz ticaret, kılçıksız balık. Her evde ve işyerinde Internet var. Cep telefonu evrensel bir ihtiyaca döndü, dünya gibi Moğolistan’da da. Dünya ile irtibatı sürekli Kazakların. Özellikle Kazakistan’la. Kazakistan Kazaklar için anayurt. Her Kazak’ın gönül bağı var. Nur Sultan Nazarbayev de diaspora Kazaklarına sahip çıkıyor doğrusu.
BayanÖlgi eyaleti, beş üye ile temsil ediliyor Moğol Meclisinde. Meclis üyeleri, eyaletin valisini seçiyor, hükümet onaylarsa göreve başlıyor.
Moğolistan’da 40’a yakın mescid var. Moğolistan İslam Dernekleri Federasyonu merkezi Ulanbatur’da. İmamları bu federasyon atıyor. Başkanı aynı zamanda cumhurbaşkanının 7 danışmanında birisi.
Bayanölgi’de son gün yine Hamid Erbaş’ın akrabalarının verdiği yemek. Dört dörtlük. Ete ve kımıza doyduk.
Kendisine inanan insanlar bilinmez bir maceraya atılabilir, geride dostluklar bırakır. Yolculukların, buluşmaların kaynaşmaların arasında oluşan dostluklar yüreklere doğru yol olur. Kısa beraberlikler uzun kaynaşmalar getirebilir. Canerbek, karısı Hilda, oğlu Nur Bek, kızı Sonkar. Ayrıca Novosibirsk’den beri bizimle Asgar Bek, bizi kazasız belasız dağlarda taşıyan Kündoğdu, BavurtHan ayrılma saati gelince hüzün bastı herkesi.
Gece yola çıkıyoruz Hovd’a. Yeni bir yolculuğa başlayan el sallamadan vedalar içindedir bir yönüyle. Çadırda, yaylada günde üç kez yemekle uğraşan, her anlamlı anlamsız yerli-yersiz sorularımıza cevap vermeye çalışan Canerbek, Asgar. Bize bu imkanı sağlayan Hacife Hanım, kızı Aybike. Ayrılmanın zorluğuna rağmen veda etmek zorundalar birbirlerine. Hâlbuki 1940’larda kopan bir boyun mensubudurlar. Boylar uluslardan daha yakındır birbirine. Aileden, akrabadır. Hele felaketlere uğramış olanlar, kavuşmaların kıymetini daha iyi bilirler. Ayrı ülkelere düşmüşler, rüya gibi bir hafta gelip geçmiş ve yeniden ayrılık. Uzun ve ümitsiz bekleyişlerin sonunda buluşmalar aynı zamanda ayrılık demektir. Bu nedenle kalabalık heyetimize lüks lokantalarda ikram ettiği yemeklere sevgi yanında, özlem, vuslat, gurbet karışmıştır. Bize de bu ayrılık, vuslat ve vedalara nezaret
Bayan Ölgi’den gece 23’de yola çıktık. Tozlu yollardan, ikiye üçe dörde ayrılan bozkırda oluşmuş patikaları ezbere bilen şoförlerle. On kilometre sonra toprak yol. Dereler, çukurlar, virajlar, çakıl ve kayalarda hoplaya zıplaya. Uyumak mümkün değil, uyusan bile aracın çukurdan fırlaması anındaki şaha kalkışı seninle birlikte uykuyu da fırlatır. Yol desen,istediğin yerden git. Kendi yolunu bile açabilirsin. İstikameti tam tutturabilirsen. Sizi bir araç geçtiğinde oluşan toz en yoğun sisten daha fazla görüşü azaltır. Medeniyetin tezahürü nedir? Toz olmaz. Moğolistan’da toz her yerde. Yollar toprak, hız yapınca elbette tozar. Bayanölgi tozu bir tül perdesi gibi kuşanır.
Bu gördüğünüz Moğolistan'da şehirlerarası ana yol. Ülkenin yollarını asfalt yapması zor. Para, imkân, makine parkı, kadro, bütçe meselesi yani. Bu yolda yavaş gitmek binlerce km.lik yolların günlerce sürmesi demek. Hızlı gidince tozdan göz gözü görmüyor. Bu nedenle kiralık araçların çoğu jeep, motosikletle gezen yabancılar da gördük ama yol şartlarına dayanan genelde arazi jeepleri.
Toz batılı olmayan demek. Yolda, şehirde, mahallede. Steril bir hayatla uygar olmayanı ayıran da toz. Hâsılı tozlu bir ortam az gelişmişlik modern anlayışa göre. 11 Eylülde ABD halkını bombadan daha çok ürküten; geride kalan toz-dumandı. Filmlerdeki toz kalkan yollarda seyreden araçları gördüğünüzde o ülkenin doğuda olduğundan emin olabilirsiniz.
Toz kalkınmanın ölçüsü bundan böyle. Gayri safi milli gelirden de kişi başına düşen gelirden de önemli. Toz doğuya yakışan nedense. Batıya gelen eleştiri sadece John Fante'nin Toza Sor kitabı.
Onun için aşık oyunu buzda daha zevklidir. Toz yok en azından.
Bozkır "toz" demek. Şehirde kadınlar en çok tozla mücadele eder. Nen toza razıyım. İnsanlığı hız öldürüyor, Asfalt hız demek. Aman yavaş gidelim, tozda gidelim, hayatın akışına şahitlik edelim. Diyene de saygı duyarım. Hem ne demiş şair: Kimselerin zamanı yok, durup da ince şeyleri anlamaya' Nasıl anlayacağız bu hızda? Çocukken toprak yolda koşar arkamızdan daha çok toz kaldıralım diye ayakkabımızın içine de doldururduk. Toprak tekerlerden öyle ezilmişti ki sanırsınız pudra şekeri. Oradan bakıp o tozu ne kadar özlediğimi fark ettim, diyen de çıkabilir. Biz şehirliler tozdan uzak yaşadığımızdan mıdır astım, alerji furyasından kurtulamıyoruz.
Diğer yandan “Hun karısı olmuş bir Çin prensesi, devrinin en parlak kadın şairi” binlerce yıl önceden medeniyetten sonra mahrumiyetlere katlanmak zorunda kalanlara tercüman olmuş dersem abartmış mı olurum:
'Yurdumdan ayrıldım, kara bağlarım,
Şimdi de Hunların çadırı yerim.
Ocağım kül oldu, ona ağlarım,
Dünyaya gelmemiş olmak islerim,
Yapağı eğirir, keçe giyerler, '
Gözüme bet gelir, gönlüme kötü.
Koyunun o kokmuş etini yerler,
İçemem bakırla sunulan sütü,
Davulu her gece durmaz döverler,
Dönerler ta güneş doğana kadar,
Fırtına bozkırda gök gibi gürler,
Yolları toz duman boğana kadar. (L. Ligeti, Bilinmeyen İç Asya)
Hayat ağacı insanın kendisidir Oğuz kağan eşini ağaç kovuğunda bulmuş ve onunla çoğalmıştır. Türkçedeki o meşhur deyim, ordan mı ki " ben seni ağaç kovuğunda bulmadım!"
Toz duman çukur sarsılış nihayet arabanın su kaynatması. Vitesin debriyajı ayırmaması. Allahtan sürücü benim gibi asfalt şoförü değil; tamirci aynı zamanda. Tulumunu giyer, yatar motorun altına. Beş on dakika sonra araç yürümeye başlar. Araç her bir parçasında emeği e el izi olan sürücüyü yorar ama çaresiz bırakmaz. Uflaya puflaya devam eder. Biz yaşlılığına denk geldik. Gençliğini görebilseydik. Zamanında çok güçlü arazi aracıymış.
Şimdi 13.30’daki uçağa, sabah altı otuzda gelmişsin. Havaalanı bir bina. Sovyet tipi disiplin. Dokuz olmadan açılmaz.
Her kafadan bir ses çıkar. Şehre gidelim, tanıyalım görelim diye. Şehre her elini kolunu sallayan her saat giremez. Sekizden önce şehre girmek yasakmış. Mecburen mücavir alanda bir yere park eder sürücü. Bekleyeceğiz. Bir kısmı her türlü şartlarda uyuyabilir. Ben iki kişiyle yürüyüş yapayım, uyuyamıyoruz nasılsa. Nereye kadar? Yürü, geri dön, otur bekle. Sırtını bir evin tahta çitlerine dayayıp uyumayı denersin.
Moğolistan’da tuvalet yok. Bulduğun yere siyersin. Bulsan bir tuvalet; su yok, havaalanındaki tıkalı, çöp kovasına yapsan geride delil bırakırsın. Gidebildiğin yere kadar git ve siye.
Zaman dolunca şehri görmek isteyenler çoğunluk oyuna sahip oldu. Şehrin canlanması 09’dan sonra. Zaten mücavir alandan şehre intikal 08’den sonra başlamıştı. Otobüste giden veya yaya sakinler. Burası bir Moğol şehri.
Şehre giremiyorsun, gidecek yer bilmiyorsun. Rehberimiz birini aradı e kadıncağız gelip bizi bularak bir lokantaya götürdü. Sabah sabah etli gelin bohçası gibi Kazak mantısı. Götürenler götürdü. Benim gibi bir-iki kişi çayla idare edebilir. Bu da bir nimet. Lokantanın önüne sandalye atıp çay sigara içerken gelip geçen bütün Moğollar bize bakıyordu. Kim bu düzeni bozanlar. Lokanta dışına sandalye atıp üstelik sigara içiyorlar. Bunları kesin Sovyet dönemi disiplininden kalanlar. Zaten bizi de Rus sanıyorlar. Bu kadar ekabir tavırlarla oturan, emperyal bakışlara sahip vurdumduymazlar.
Kahvaltıdan sonra kafile yine ikiye ayrıldı. Bir kısmı internete girmek, diğerleri şehri gezmek isteyenler. Özgür bir ülkenin vatandaşlarıydık. Sovyet uygulamaları olan bir ülkeye gelmekle bu vasıflarımızı kaybedemezdik. Nihayet saat 11 30 da araçları park ettiğimiz yerde buluşup uçağa yöneldik. Pazar yeri kalabalığında trafik polisi iki aracı da durdurdu. Şoförler zaten ‘şehre girmeyelim ceza yeriz’ demişti. Misafir ev sahibine tabi olmazsa bir suçluluk gelip seni bulur elbette.
Hovd havaalanındayız, valizler, check in işlemleri. Uçağı bekliyoruz. Çift pervaneli uçak geldi. Yolcularını, yükünü boşalttı. Bizleri aldı, 70 yolcuyla hareket edeceğiz.
Gelecek bölümde Gobi çölü üzerinden Ulanbatur’a seyahati anlatarak başlarım inşallah.