Sosyolojinin onto’suna ilişkin konuşurken iki temel yaklaşımın varlığını vurgularım: Holistik ve Aksiyonel. Holistik yaklaşımlar bütünden, makrodan hareket ederken Aksiyonel yaklaşımlar tekilden, mikrodan hareket ederler. 1990’ların başına kadar sosyoloji içindeki büyük rekabet Holistik yaklaşımın kendi içinde cereyan etti: Yapısal-İşlevselci yaklaşım ve Tarihi-Maddeci yaklaşımın arası rekabet, siyasi boyut da kazandığı için, açık bir mücadeleye dönüştü. Bunların temel sayıltıları altında geliştirilen teoriler ve kavramsal çerçeveler de aradaki yakınlaştırma gayretlerine rağmen, uzlaşmaya varamadı. Yapısal-İşlevselci yaklaşım içinde Parsons tarafından geliştirilen Toplum Kuramı insanı akt’te bulunan aktör olarak değil ama toplumun değerlerini kurumlar dolayımıyla içselleştirerek rollerini oynayan sosyal aktör olarak gördüğü için (ki biz buna agent karşılığı amil diyoruz) eleştirilir. Tarihi-Maddeci yaklaşım içinde özellikle etkili olan Marksist kuram ise işçiyi işçi sınıfı kavramı içinde erittiği için eleştirilir (Althusser’in John Lewis’e Cevap eserini hatırlayalım). Yapısal-İşlevselcilik değişmeyi açıklamada zayıf bulunurken Tarihi-Maddecilik tarihi gelişimleri beşli aşamaya uymayan toplumların, feministlerin, çevrecilerin, kimlik mücadelecilerinin konumlarını, duruşlarını vb açıklamada yetersiz bulunur. Bu mücadele sürecinde gerek Yapısal-İşlevselciliğin gerek Tarihi-Maddeciliğin altında geliştirilen teorilere Aksiyonel yaklaşım altında geliştirilen teori ve özellikle de kavramlar dolayımıyla destekler sunulur. Ancak Aksiyonel yaklaşım altında geliştirilen teorilerin sosyal psikoloji, psikoanaliz, felsefe, hatta sosyal antropolojiyle daha uyuşumlu açıklamaları, daha da önemlisi “toplum” nosyonunu ikincilleştirici tavırlarında herhangi bir tadilata gidilememesi sebebiyle, bu yardım eli tutulamaz. Ne de olsa gerek Yapısal-İşlevselcilik gerek Tarihi-Maddecilik Holistik yaklaşımdır.
1990 yılı önemlidir. Zira 2000’li yıllara yani 3. Milenyuma girilmektedir. İnanç konusu ve derecesi ne olursa olsun hemen herkes 3. Milenyuma geçişin bir “geçmişle hesaplaşma ve geleceğe yön çizme dönemi” olacağını düşünür. En azından entelektüel ürünlere yansıyan budur. İşte bu dönemde 1995’te Gulbenkyan Komisyonu I. Wallerstein başkanlığında bir kitap yayımlar: Sosyal Bilimleri Açın. Komisyonun sosyoloji adına söz söylemeye yetkili adı Wallerstein özetle sosyal bilimlerde uzmanlaşmanın geleceğinin olmadığını ileri sürer, sosyal bilimlerin ayrı departmanlarda değil bir arada yaşamalarının kurumsal yollarına işaret eder. Wallerstein’in kendi sosyoloji anlayışı eserlerine de yansımıştır. Sosyoloji yorumu iktisat, iktisat tarihi, tarih, fizikî ve beşerî coğrafya ve siyaset bilimi ile içiçe geçmiştir. Bu anlayışın Türkiye’deki yansıması Sosyoloji Bölüm ders programlarına komşu disiplinlerden de ders konması talebiyle yansır. Tabii Edebiyat Fakülteleri içinde konumlanan Sosyoloji Bölümlerinde komşuların sayısı sınırlıdır. 3. Milenyuma girildikten çok kısa bir süre sonra, aynen yeni bir yıla girilmesinin ardındaki bir haftadan sonra olduğu gibi, bir bakıldı ki, aslında beklenen, daha doğrusu beklenti olarak ifade edilen özlemlerin hemen hiçbiri hayatın akışındaki gerçeklerle uyuşmamış; herkes kendi kürsüsünden memnun, kimse işgal ettiği mikro egemenlik alanının sefasından vaz geçmeye niyetli değil.
Hayatın akış seyrinde 2000’li yıllar globalleşme ve kimlik rüzgarlarının esmeye başladığı yıllar olarak karşımıza çıkar. 2001 İkiz Kuleler olayının da yaşandığı yıldır. Bu rüzgarlar eserken sosyolojiden bir ses yükselir: Amerikan Sosyoloji Derneği’ne 2004 yılında Başkan seçilen Michael Burawoy Başkanlık Söylevi’nde “sosyolojiyi yeniden yapılandıralım” der (2005:4-28). Bu yapılaştırmayı şu iki soruya göre temellendirir: Sosyoloji Kim İçin? (For whom). Sosyoloji Ne İçin? (For what). “Kim İçin” sorusunu Alfred McLunng Lee’nin 1976’daki Başkanlık Söylevi’nden, “Ne İçin” sorusunu ise Robert Lynd’in 1939’daki kitabından aldığını belirtir (Burawoy, 2005:10-11). (İlginç olan şudur ki bu fakir bu ayrımı 1994’te ‘Sosyoloğun İlgi Alanı’ ve ‘Sosyolojinin Ne’liği’ soruları çerçevesinde formüle etmiştir.) Burawoy “Kim İçin” sorusuna cevaben akademi içi ya da akademi dışı cevabını verir. Daha açık bir ifadeyle muhatabımız bilim dünyası mıdır yoksa müşteriler midir, kimlik ya da var olma mücadelesi verenler, ezilenler midir veya doğrudan bilim dalımızın kendisi midir? “Ne İçin” sorusu için cevaben “toplumun hedefi ve bu hedefe götüren araçlardan söz eder. Burada dolaylı atıfta bulunduğu kişi Max Weber’dir. Onun ve tüm bir Eleştirel teori taraftarları ile özellikle Horkheimer’ın “değer donanımlı rasyonalite”, “araçsal rasyonalite” ayrımlarını hatırlatır. Bu sorular çerçevesinde Burawoy sosyolojiyi şu 4 kısma ayırır:
1-Profesyonel Sosyoloji: Bu alan akademisyenlerin, sosyolojik bilgiyi üretenlerin alanıdır. Muhataplar diğer akademisyenlerdir. (Türkiye’deki yapılanmaya göre buna Genel Sosyoloji ve Metodoloji Alanı diyebiliriz).
2- Uygulamalı (Policy) Sosyoloji: Bu alan sosyolojik bilgiye talepte bulunanlar için gerçekleştirilen araştırmalarla üretilen uygulamaya yönelik çözüm önerileri alanıdır. Burawoy bu alanda müşterinin asıl muhatap olduğunu söyler. (Policy sosyolojisinin Türkçedeki tam karşılığı Uygulamalı Sosyolojidir. ‘Policy’ politika/siyaset/politics değil fakat sorun çözmeye yönelik, bu anlamda profesyonel sosyoloji içinde üretilen bilgilerin hayatın sorunlarına çözüm için uyarlandığı alan demektir. Maalesef Türkçe’de politics ve policy için tek bir kelime bulunması bu çok önemli farkın görülmesinde sorun yaratmaktadır. Bu sebeple olsa gerek Türkiye’de Uygulamalı Sosyoloji denince bugün bile alan araştırması yapan sosyoloji akla gelmektedir. Bu nokta sosyolojinin Türkiye’de meslekleşememesindeki etkenlerden biri olarak gösterilebilir).
3-Kamusal (Public) Sosyoloji: Sosyolojinin kamusal yönünün önceleri Geleneksel olarak ifa edildiğini daha açık bir deyişle sosyologların görsel ve yazılı medya ile her zaman fikirlerini kamuyla paylaştıklarını belirten Burawoy asıl özleminin, beklentisinin Geleneksel değil Organik sosyologlar olduğunu yazar. Organik sosyologların sendikalarda, sivil toplum örgütlerinde, sosyal hareketler içinde daima sömürüye karşı, ezilenden yana bir tavır içine bulunmaları gerektiğini vurgular.
4-Eleştirel (Critical) Sosyoloji: Eleştirel sosyoloji sosyolojik bilginin eleştirisini yapan sosyoloji alanıdır. Burawoy buna örnek olarak Wright Mills’in Parsons eleştirisini verir.
Burawoy bu ayrımda Kamusal sosyolojinin Uygulamalı sosyolojinin vicdanı, Eleştirel sosyolojinin de Profesyonel sosyolojinin vicdanı olduğunu yazar. Onun için önemli olanlar kamusal sosyoloji ve kamusal sosyologlardır. Sosyologların ilk kamularının öğrencileri olduğunu yazan Burawoy öğrencilerin barınma, burs, uyum vb sorunlarının temelindeki toplumun yapısal açmazları anlatılarak öğrencilere hayata, topluma, kurumlara karşı eleştirel bakmayı öğretmek gerekir diye düşünür. Kamusal sosyoloğun içinde bulunduğu harekette düzene karşıt konumdan başlaması gerektiğini, karşı tarafla iletişimin eylem içinde, karşı tarafın iknasıyla kurulabileceğini belirtir. Burawoy bu anlatımında kendine destek olarak Durkheim’ı alır. Onun, sosyologlar olarak bizim kendimize özgü bir kamu olduğumuzun farkında olmamız gerektiği yolundaki görüşlerine başvurur. Durkheim sosyologların sadece mesleki örgütleri olarak değil fakat özgün sözü olan bir kategori olarak da toplum içinde konuşmalarını bir güç grubu olmalarını talep etmiştir. Tabii biz bu noktada Durkheim’in korporatist yönünü hatırlıyor ve onun sosyoloji meslek örgütlerinden kastının bu korporatist toplum modeli için söylenmiş olduğunu unutmuyoruz.
Burawoy görüşlerinin demokratik sosyalizm içinde sosyolojik sosyalizm adını verdiği bir varyasyon olduğunu yazar. Burawoy’a kuşkusuz çeşitli eleştiriler yöneltilir. Bunları şöyle özetleyebiliriz: 1- Kamusal sosyoloji bilim idealini terk etmek demektir. Görevimiz insanlık için güvenilir bilgi üretmek mi yoksa aktivist yetiştirmek, aktivist olmak mı? Bilim pratiği yapmak da bir eylem değil mi? Sokağa çıkmak şart mı? 2-Toplumlarda ve hatta tüm dünyadaki küresel sorunlar için tek bir kamu yoktur, her kamu farklı çözümler üretir, bunlara biz kendimizin hangi önerisini nasıl ve ne hakla empoze edeceğiz? 3-Kamusal sosyoloji ne kamusaldır ne sosyolojidir. Kamu çoğuldur, çoğulcudur, sosyoloji ise bilimdir. 4-Sosyolojik komünitede konsensüs olamaz. Herkes kendi moral ve politik ajandasına sahip olabilir, bizler uniform değiliz. 5-Sosyoloji zaten kamuya sorumludur, kamuya dönüktür. 6-Kamusal sosyoloji sosyolojiyi politize eder.7- Sosyoloji ütopik hedeflerle oyalanamaz. 8- Sosyoloji sosyal dünyayı sistematikçe toplanmış bilgi temelinde yeterince açıklamayı ve doğru olarak betimlemeyi amaçlar. Sosyolojik bilgi teori ve metot konularındaki standartlarla elde edilir…
(Burawoy’ın Kamusal Sosyoloji anlayışına, bildiğim kadarı ile Türkiye’de ilk değini ve ilk eleştiri 2006 yılında Kocaeli Üniversitesi, 2007 yılında Muğla Üniversitesi, 2010 yılında Hacettepe Üniversitesi ve Gazi Üniversitesi, 2011 yılında Dumlupınar Üniversitesi’nde düzenlenen bilimsel toplantılarda tarafımdan ifade edilmişti. Bunlardan Gazi Üniversitesindeki sunum yine 2010 yılında yayımlanmıştır. İlerleyen yıllarda Burawoy’un Sosyoloji Derneği tarafından Türkiye’de ağırlandığını, ODTÜ’de bir konuşma yaptığını derneğin web sayfasından dolaylı olarak öğrendim. Ama fikirlerine yönelik herhangi bir eleştiri metnini, yayımlandı ise de ben görmedim).
M. Burawoy, sonradan Global Sosyoloji anlayışını geliştirmiştir. Bunu belki de Amerika içinden aldığı yoğun tepkileri dünya sosyolojinde ve sosyologlarında uyandıracağı heyecanlı destekle aşmak için yapmıştır. Bu konuda mealen şunları yazar (2016: Vol.50 (5) 949-959): “Sosyoloji ulusal parametreleri karartan evrensel ve pozitivist bir bilim olarak kuruldu. Ona ilk eleştiri yerli sosyolojilerin partikularizmi üzerinden geldi ve evrenselciliğin yanlışlığı vurgulandı. Ama bu hücum kuzeyli sosyolojilerin egemenliğini sarsmadı. (Biz bunu Türkiye’de batılı diye okuyoruz). Ulusal, yerli sosyolojiler genel sosyoloji içinde eridi. Ben global ölçüde sivil toplumun pazarın aşırı genişlemesine ve bunun düzenleyici devletle iş birliği yapmasına karşı önemli bir hareket noktası olduğunu düşünüyorum ve sosyolojinin de bu mücadeledeki katkısı sayesinde hayatta kalabileceğini ileri sürüyorum. Kuşkusuz sınırlarımız var ama başka da yapacak bir şey yok. Şimdi kamusal sosyolojiyi global mekânda mücadeleye koşalım. Ulusal/yerli sosyoloji yetmiyor: global düşünmeli. Zira yerli ve milli sosyoloji ulusal egemenleri ve eşitsizliği besliyor, baskı ve eşitsizlik her yerde var. Dolayısıyla bu global bir sorun, global eşitsizliğin yansımaları ile yüzyüzeyiz. Yerli/milli sosyolojiler sadece eleştiri sundu, çözüm yolu sunamadı. Zira bunlar yani evrenselcilik ve özelcilik birbirine bağlı: Birbirine karşıt olarak gelişiyor, gelişim güçlerini birbirlerinden alıyorlar. Biri diğerini besliyor. Bu açmazın dışına çıkılmalı. Kendini ötekine göre tanımlayıp ötekine nefret saçıyor. Burada söz biter, bilim biter. Ben yeni bir yol sunuyorum: Hegemoni alanında mücadele ne demektir? Kuzeyde geliştirilen teoriyi alıp onu yeni ögelerle içeriklendirmek, farklı güneyli bağlamlar içinde yeniden şekillendirmek demektir. Örneğin Bourdieu’nun ‘habitus’ kavramını Karl Von Holdt (2012’de) aldı ve onun uyum (conformity) üreten değil fakat meydan okumayı (defiance) üreten bir kavram da olabileceğini gösterdi. Bu noktada Edward Said’in Seyahat Teorisini (Traveling Theory) hatırlamakta yarar var. Demek ki teori farklı bağlamlarda farklı manalar alabiliyor. Teoriler kuzey-güney, doğu-batı değil ama seyyar. Örneğin F. Fanon da Marxizm, egzistansiyalizm ve psikoanalizi uyarlayarak önce Fransa’daki ırkçı göçmen tepkilerini anladı, sonra da Cezayir’deki kolonyalizm ve anti kolonyalizmi anlayabildi. Ne var ki sonradan Fanon’un fikirleri de radikal Afrika kökenli Amerikalılar tarafından tamamen farklı bir bağlamda kullanıldı. Oysa Fanon bunları hiç düşünmemişti”. (Şimdi bu noktada yıllardır, “önemli olan teori değil kavram, kavram üretimi. Teoriler kültür bağımlı olabilir ama kavramlar farklı bağlamlara yerleştirilebilir. Kavramları geniş zamanda geniş mekânda düşünüp kullanalım. Her tekil sadece ait olduğu bağlamda anlamlıdır iddiasından vazgeçelim” derim ama kimselere sözümü dinletemem. İşte şimdi referansı Burawoy’a vererek kullanabilirsiniz).
Burawoy’a göre Global sosyoloji kuzey-güney arası güç ilişkilerini tersine çevirmez. Ama onlara güneyin de sesini katarak onları yeniden artikule eder, eklemlendirir. Ona göre güney üniversitelerindekiler sosyal sermayelerini kullanarak teori seyyaliyetinde başarılı olabilirler. Onların sosyal sermaye kaynakları kendi ülkelerindeki sivil toplum kuruluşları, sendikalar, STK’ar hatta bazan devlet kuruluşları da olabilir. (Nedense Burawoy bu noktada uluslararası vakıf ve dernekleri unutmakta, sadece yerli kaynakları sıralamaktadır). Burawoy bu duruma “embedded autonomy” demekte. İliştirilmiş özerklik manasına. (Hükümet yanlısı gazetecilere de Körfez savaşı sırasında ‘iliştirilmiş gazeteci’ dendiğini hatırlıyoruz). Ona göre bunlar rasyonalizasyon ve metalaşmanın baskılarına karşı dikkatli olmalı, kendilerini bunlardan (yani rasyonalizasyondan ve metalaşmaktan) korumalıdırlar.
Burawoy’u mealen özetlemeye devam ediyorum: “Dominasyona rağmen sosyologları birleştirecek bir ortak sosyoloji projesi var mıdır? Sosyolojiyi global bir meslek yapmak mümkün müdür? Bizi sosyolojiye bağlayan nedir? Biliyoruz ki sosyolojinin en iyi günleri geçti. Peki o halde, başka disiplinler içinde eriyelim mi? (Burada Burawoy Wallerstein’a gönderme yapıyor gibidir). Sosyoloji Sosyal Bilimler içinde erirse ne olur? O zaman ekonomi ve politika içinde erimiş olur. Oysa devlet otoriteryanizmi ve para bizim düşmanlarımız. Unutmayalım bizim bir sivil toplumumuz var. Sivil toplum devlete ve pazara karşı arkamızı yaslayabileceğimiz bir güçtür. Sosyolojinin kamusal bir söylem olarak zayıflığı aslında onun entelektüel dünyanın önemli eleştirel bir aleti olarak gücüdür de. Bu entelektüel dünya eleştiri yeteneğini hızla kaybediyor. İşte sosyoloji o eksiği dolduracak olan güçtür. Sonuçta global sosyoloji hem içte hem dışta bir mücadele alanıdır. Neye karşı? Ekonomi ve siyasete karşı. Bu mücadelede dostlarımız beşerî coğrafya ve sosyal antropolojidir; bir de iktisat ve siyaset bilimindeki bazı dostlar”.
Burawoy’un Global sosyoloji anlayışına ilk eleştiri U. Beck’ten gelir (2010). Beck Global Sosyoloji kavramının ad ve içeriğine eleştireldir. Adı Kozmopolitan Sosyoloji olmalı der. Zira ona göre global sosyoloji de evrenselcidir. Daha da sosyolojik bir dil ile söylersek o da holistikçidir. Global sosyolojinin empirik olarak gözlemleneni apriori reddettiğini, özü itibariyle, hareket ettiği holistik bakışın aslında modernleşmiş batılı insanın bakışı olduğunu söyler. (Dikkat edersek Beck sıkı bir özcü olarak karşımıza çıkmaktadır). Global kavramı Beck’e göre şunları gözardı eder. (Kendi cümlelerinden özetlenerek): “Modernitenin kaynaklandığı toplum ve siyasetler özgün bir transformasyon örneği sergilemişlerdir. Modernite batının tarihi deneyimidir. Batı dışındaki, modernite tarafından kapana sıkıştırılmış, tuzağa düşürülmüş modernite örneklerini gözardı eder. Bu toplumlara sosyolojiyi global nosyonu ile değil kozmopolit nosyonu ile açabiliriz” der ve şöyle devam eder: “Bu başka moderniteleri kozmopolit kavramı içinde toplayamazsak onların batılı moderniteye yönelttikleri tehdidi de göremeyiz, fark edemeyiz. Kapitalizmin küreselleşmesi ve 21. Yüzyıldaki riskler toplumsal dinamikleri biçimlemektedir. Bu dönüşüm yeni teorik-metodolojik problemlere yol açmakta ve bu empirik araştırmalara yansımaktadır. Peki ne yapalım?“. Beck kendi sorusuna cevaben şunları yazar: “Kozmopolit sosyolojiye giden yol şu üç kanaldan açılacaktır: Teorik, empirik ve metodolojik-normatif kanallar. Bunun için önce sosyal aktörleri ve bilim insanlarını birbirine bağlayan, toplum ve siyasete ilişkin şu ana tezleri sorgulamalıyız: İlki Metodolojik Nasyonalizm. Metodolojik nasyonalizm modern toplumun sınırları içinde organize olan ulus-devlet ile eşitler. İkincisi globali nasıl araştırmak gerekir sorusunu sormamızı ve cevaplamamızı gerektirir. Üçüncüsü 21. Yüzyıl başında sosyal bilimler ve beşerî bilgiler (humanities) için kozmopolit vizyonun ne manaya geldiğini sorgulamayı gerektirir. Şimdi bunları sırayla daha yakından görelim:
1-Metodolojik Nasyonalizm ulus, devlet ve toplumu modern dünyanın doğal bir sosyal ve politik formu olarak görür. Sosyal aktörlerin bu inancı sosyoloğun bakışını determine ediyorsa orada metodolojik nasyonalizm var demektir. Burada sosyal aktör ile sosyal bilimcinin bakışı arasında fark olması gerekir. Zira sosyal aktör ve sosyal bilimcinin bakışı arasında mantıksal değil fakat tarihsel bağlantı vardır. Sosyal aktör ve sosyal bilimci arası tarihsel bağ metodolojik nasyonalizmin aksiyomlarına sebep olur. Metodolojik nasyonalizm ne yapay bir problem ne minör bir hatadır. Rutin veri toplama işleminde ve üretmede, toplum, sınıf, devlet, aile, demokrasi, uluslararası ilişkiler gibi temel kavramlarda karşımıza çıkar. Sosyologlar tüm toplumların kendilerininki gibi organize olduklarını sanırlar, diğerleri sadece daha yoksuldurlar. Giderek düzen ve çatışmanın doğası da örneğin Amerikan örüntüsü gibi görülür.
2-Globali nasıl araştıracağız? Bilelim ki kozmopolitizasyon döneminde yaşıyoruz. Bunun başat göstergeleri karşılıklı bağlantılılıktır (interconnectedness). Önceleri var olan bağımlılık (dependency) ve karşılıklı bağımlılık (interdependency) idi. Kozmopolitizasyon bu global interconnectivitenin gözden kaçmış olan çekirdeğini ortaya çıkarır”. (Burada dikkat çekici olan ‘karşılıklı bağımlılık’ ve ‘karşılıklı bağlılık’ arası farktır). Beck’e göre artık ‘global öteki’ sona ermiş, bitmiştir. Yani artık gerçek, kozmopolitizasyondur. ‘Global öteki’ hayatımızın ortasındadır. Artık bu global öteki ile ilişki şöyle yürümek zorunda: ‘İş birliği yap ya da kaybet’. (Cooperate or fail).
3-Sosyal bilimlerin kozmopolit vizyonu nasıl olmalı? İlginçtir, bu tartışmalar yine Avrupa ve Amerika’da yürütülmekte. Bunun aşılması gerekir”. Beck ilgili makalesinde bu sorunların aşılmasının yollarını da yedi maddede özetlemektedir.
Beck’in kozmopolitizasyon teorisine de yoğun eleştiriler gelir. Bunlar arasında özellikle Sydney Üniversitesinden gelen karşı görüş dikkat çekicidir. Raewyn Connell kozmopolitizasyon üzerine söylenenlerin de batı kaynaklı olduğunu, 19.yüzyıl sosyologlarının ulus-devleti çok aşan bir sosyoloji anlayışı içinde olduklarını, günümüzde ise interconnectivity’nin bulunmadığını, her ülkenin insanının kendi acısını kendinin yaşadığını ifade eder (2010).
Başta Burawoy olmak üzere hemen tüm sosyolojiye yeni bir kimlik vermeye çabalayanlara en keskin cevap Piotr Sztompka’dan gelir. 2002-2006 arasında Uluslararası Sosyoloji Derneği başkanlığını yürüten Sztompka Eşitsiz Dünyada Sosyolojinin Statüsü Üzerine 10 Tez başlıklı makalesinde (2011) kendini “son pozitivist” olarak niteler ve görüşlerini şu 10 tezde sıralar.
1-Dünyanın aktüel koşullarından epistemolojik sonuçlar çıkarmayalım. Ayrıcalıklılar ve yoksullar için ayrı iki sosyoloji olamaz. İyi sosyoloji varsılı da yoksulu eşitlikle anlamaya muktedirdir.
2-Eşitsiz dünyayı gerçekten eşitlemek istersek ilk görevimiz onu anlamaktır. Marx hayatının çoğunu barikatlarda değil kütüphanelerde geçirdi.
3-Çoğul sosyal dünyalar için tek bir sosyoloji vardır. Sosyal hayatın işleyiş mekanizması ve düzenlilikleri her yerde aynıdır, evrenseldir. Ama kuşkusuz bunların manifestasyonları uygarlık, kültür ve toplumlara göre değişir. Ki bunlar da globalleşme ile gitgide daha da benzer hale geliyorlar.
4- Sosyolojik araştırma ve iyi teorinin standartları evrenseldir. Hatta nitel metot ve tekniklerde bile evrensel standartlar konmakta, uygulanmaktadır.
5-Orijinin günahı sonucu da olumsuzlamaz. Alet çantamız ve çoğul teori arşivimiz her ne kadar Alman, Yahudi, sakallı erkekler tarafından geliştirilmişse de bu durum onların içsel niteliklerini zayıflatmaz.
6- Alternatif veya yerli sosyolojiler yaratmaya yönelik beyhude girişimler disiplin için muzırdır, menhustur. Bilim, özellikle sosyal bilim sınır tanımaz. Önemli olan iyi sosyoloji yapmaktır.
7-Günümüz dünyasında ulusal sosyoloji tezleri pek bir mana ifade etmiyor. Yerel sosyolojiler kapsamlı bir açıklama getirememektedir.
8- Bilim insanları arasında sayıca en kalabalık olanların dili İspanyolca değil ama İngilizce ortak dil olmuştur.
9-Araştırmacının şimdiki durumunun epistemolojik avantaj olduğuna inanmak hatadır. Adaletsizliğin ve eşitsizliğin mekanizma ve düzenliliklerini açıklamak yoksulların/yerlicilerin başarısı değildir. Bilimde tek gerçek meşruluk sonuçların/bulguların kalitesiyle sağlanır, araştırmacının sosyal statüsü ile değil.
10- Değer yargıları ve ideolojik yanlılık kaçınılmazdır. Hatta konu seçiminde meşrudur da. Ama araştırma sonunda bulgularda ve onların değerlendirilmesinde değer yargılarının mevcudiyeti asla meşru görülemez. Tüm değerler tartışmaya açık olmalıdır.
Sztompka sonra şunları yazar: “Sadece internasyonel değil transnasyonel sosyoloji olacağız. Sosyal dünyalarımız çoğuldur ama bunlar için tek bir sosyoloji olmalıdır. Sosyoloji entelektüel bir çabadır ve sistematik ve metodolojik olarak kontrol edilebilir araştırmalar yoluyla sosyal hayatın düzenliliklerini ve işleyiş mekanizmalarını daha iyi anlamamıza yarayan bir çabadır. Yani sosyoloji tam bir bilimdir her ne kadar sanat ve beşerî bilgilere yakın olan kimi özellikleri olsa da. Bu epistemolojik birliğimize yönelik tehditin yanısıra sosyal yığınları mobilize etmeyi amaçlayan devrimci bir bilim idealini savunanlar da yeni bir tehdit unsuru olarak belirmektedir. ‘Bilim olarak sosyoloji ve eylem alanı olarak sosyoloji’, ‘evrensel bilgi olarak sosyoloji ve bağlam bağımlı deneyim olarak sosyoloji’ ayrıştırmaları son dönemlerde daha görünür olmaktadır. Sosyologlar devrim yapmada başarısız oldular, kongre salonlarını mitinge çevirmek isteyenler hoş karşılanmadı. Gerçekten eşitsiz ve adaletsiz dünyayı değiştirmek istiyorsak ilk görev onu anlamaktır.”
Dünyadaki sosyoloji üzerine yaptığımız bu gezinin son adı Sari Hanafi. Sari Hanafi ISA’nın 2018-2022 dönemindeki başkanı. Filistin asıllı bir sosyolog. Başkanlık Söylevi’nde dikkat çektiği üç konu var (2019).
İlki Sosyoloji diyalog içinde yürütülen bir bilgi gövdesi olmalı. Evrensellik batıdan gelen bir değerin batıdan geldiği için ve batıdan geldiği formu ve içeriği ile “evrensel değer” statüsü ile hemen benimsenmesi olarak sunulmamalı, algılanmamalı, yorumlanmamalı ve uygulanmamalıdır. Ne kadar yüksek statü atfedilen bir değer olursa olsun her kültür o değeri kendi anlayışı, zihniyeti içinde kendince tartışıp yorumladıktan sonra kendi değer dizgesi içine almalıdır. Bu süreç kültürlerarası bir oydaşma ile (cross-cultural consensus) gerçekleşmelidir. Aksi halde bu evrensellik bir baskı, bir otoriterlik formu, bir hegemoni olarak algılanabilecektir.
İkinci olarak Sosyoloji otoriteryanizmi aşan bir post-otoriter dönemden yana tavır koymalıdır. Demokrasi idealinin lokal otoriteryanizmi perdelemesi olasılığı dikkatlerden kaçmamalıdır. Kavramların seyahatinde kavramların alt anlamlarının alıcı kültürdeki karşılıkları da dikkate alınmalıdır.
Üçüncü konu sekülarizasyon teorisindeki krizdir. Sekülarizasyon modernite ve demokrasiye gidişte çok önemli bir yol ama sekülerleşme de post-seküler bir temelde sorunsallaştırılmalı. Modernleşme teorileri dinin yerini ve rolünü iyi okuyamadığı için 1990’lardaki din hareketlerini okumakta başarısız oldular. Demokrasilerde ve kamusal alandaki dinin yerini fundamentalist ve modernite karşıtı eylemler olarak etiketlemek gibi hatalı tavırlar sergilendi. Tüm bu sorunlar sosyolojinin sosyologlar kanalıyla kitlelere, insanlara, toplumlara sunacağı diyalog mekanizmalarıyla aşılmaya çalışılmalıdır.
----------
Bu bir açıdan çok geniş, diğer bir açıdan çok sınırlı dünyadaki sosyoloji ve sosyologlara bakış sonunda Türkiye’deki sosyoloji ve sosyologlar için ne söyleyebiliriz? Bu konuda benim söyleyebileceğim tek bir söz vardır. O da imkansızlıklar içinde sosyoloji yapmaya çalışan meslektaşlarımızın sosyolojimizin asıl gelişiminin aktörleri olmalarıdır. Ne ilginçtir bu adların hemen hepsi de lisans ve lisansüstü çalışmalarını Türkiye’de yapmışlar ve hemen hepsi de bugün bir Anadolu kentindeki üniversitede yoğun ders yükü altında çalışmalarını sürdürmektedirler.
(*) Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde 13 Kasım 2019 tarihinde yapılan konuşma metnidir.
KAYNAKÇA
Beck, U. (2010) “Kiss the Frog: The Cosmopolitan Turn in Sociology”. Global Dialogue. Vol.1(2):1-12.
Burawoy, M. (2005) “2004 Presidential Address For Public Sociology”. American Sociological Review. Vol.70 (Feb.):4-28.
Burawoy, M. (2016) ”The Promise of Sociology:Global Challenges for National Disciplines”. Sociology. Vol.50(5): 949-959.
Connell, R. (2010)1How Can We Weave a World Sociology?”. Global Dialogue. Vol.1 (2):1-12.
Çelebi, N. (2006) ”Kamusal Aydın: Bilimden Topluma Atılan Kanca”. Tebliğ sunumu. 20-22 Kasım 2006. Kocaeli Üniversitesi Bilim Tarihi, Felsefesi ve Sosyolojisi Çalışma Grubu 3. Ulusal Sempozyumu. İzmit.
Çelebi, N. (2007) ”Kamusal Aydın”. Konferans. 16-18 Mayıs 2007. Muğla Üniversitesi Sosyoloji Bölümü X. Geleneksel Sosyoloji Günleri. Muğla.
Çelebi, N. (2010) “Kamusal Sosyoloji”. Tebliğ sunumu. 11 Mayıs 2010. Hacettepe Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Sosyolojinin Bilim ve Meslek Olarak Geleceği Sempozyumu. Ankara.
Çelebi, N. (2010) “Nasıl bir Kamusal Sosyal Bilim”. İç. Prof. Dr. Erol Güngör Anısına Türkiye’de Değişim Sempozyumu. 6-9 Aralık 2010. Redaksiyon Kurulu: Çağatay Özdemir vd. Gazi Üniversitesi Rektörlüğü. Ankara.
Çelebi, N. (2011) “Kamusal Sosyoloji Tartışmaları”. Konferans. 2 Aralık 2011 Dumlupınar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü. Kütahya.
Hanafi, S. (2019) “Presidential Address: Global Sociology Toward New Directions”. Global Dialogue. Vol. 9(1):5-7.
Sztompka, P. (2011) “Ten Thesis on the Status of Sociology in an Unequal World”. Global Dialogue. Vol. 2(2): 14-15.
Sztompka, P. (2018)” Pozitivist Manifesto”. Global Dialogue. Vol.4(4).
Yeni yorum ekle