İradenin Özgürlüğünden Beynin Tutsaklığına

01 Mayıs 2025

İnsanın özgür iradesi, kendini bilmesiyle başlar. “Ben” veya “kendi” kavramlarının tanımı kişinin özgür iradesinin sınırlarını belirler. Ruh ile beyin arasındaki ilişki bireyin kim olduğu sorunusun saklandığı gizemli bir alandır. İçimizdeki “ben”in farkına varıp “kim” olduğumuzu sorgulamak istiyorsak, bu gizemli alanın binlerce yıllık serencamına vakıf olmalıyız. “Ben” veya “biz”den hangisi olduğumuza karar verdiğimizde özgürlük ve tutsaklığımızın sınırlarının farkına varacağız.

Image

Kullanımı zor, işletilmesi de bir o kadar maliyetli olan beyin, insanın hayata tutunabilmesi için gerekli olan düşünsel eylemlerin merkezidir. Hayatta kalma meselesinin tamamen bireysel olduğu ilkel dönemlerde insan beyni daha işlevsel ve doğal olarak daha büyüktü. Sosyalleşmenin ve toplu yaşamların gelişmesiyle birlikte, bireyin beyni ortak yaşanmışlıklara teslim olmaya başladı. İnsanlık tarihi boyunca her dönem eklenerek gelişen toplumsal zekâ ve bellek aynı zamanda bireysel zekâ ve duyguların da yaşam kaynağı oldu. 

Hal böyle olunca, uygarlık veya medeniyet tarihi olarak anlattığımız süreç, kolektif aklı güçlendirirken bireysel aklı eş zamanlı olarak zayıflattı. Hali hazırda devam eden bu süreçte, insan beyni bir beyzbol topu kadar küçüldü maalesef. Beynin evcilleşmesi olarak tanımlanan bu durum, insanın bireysel olarak hayatta kalması için eskiye oranla daha az gayret sarf etmesini ifade ediyor. Yani artık “ben” veya “kendim” olarak daha az düşünmek durumundayım. Zira benim adıma karar veren bir toplumsal mekanizma yani “biz” var. Beynin bu toplumsal aklın tutsaklığına maruz kalması doğumla birlikte başlıyor. 

Binlerce yıllık birikimin güncellenmesiyle gelişen bir işletim sistemi olarak beyin, her yeni nesilde daha güçlü bir karar verici duruma geliyor. Beynin kendiliğinden ele geçirdiği bu yönetimsel üstünlük, insan aklının ve iradesinin her geçen gün biraz daha zayıflamasına neden olmakta. Beynin görevi sanıldığının aksine sadece düşünmek değil, insanı hareket halinde tutmak ve diğer beyinlerle iletişim halinde olmasını sağlamaktır. Doğada binlerce kilometre uzaklıktaki mantarların kendi aralarında kurdukları iletişim sistemini muhtemelen beyinler de kullanıyor. Yaşadığımız dünyaya ayak uydurmak suretiyle evcilleşen beyinlerimiz “kendi”liğimizi ortadan kaldıran en büyük tehdittir.

Bir bebeğin sahip olduğu beyin sinir hücreleri sayısının neredeyse bir yetişkin beynindekiyle aynı olduğunu düşündüğümüzde, işletim sistemlerimizin doğuştan kodlandığını daha rahat kavrayabiliriz. Uygarlık tarihimizin temeli birbiriyle iletişim halindeki ruhlarımız ve beyinlerimizdir. 

Böylesi bir kabullenme iradelerimiz, arzularımız, tutkularımız, korkularımız, sevgilerimiz, inançlarımız, ideolojilerimiz hasılı bütün duygularımızın aslında bir ayartılmanın ve baştan çıkartılmanın kıskacında olduğunu gösterir. 

O halde irademizi özgür düşüncemizi gerçekleştirmek için mi kullanırız, yoksa beynimize yüklenmiş arzu ve tutkuları kontrol edebilmek için mi? Uzmanlar "duygusal tepki eylemden sonra gelir, yani önce ağlar sonra da üzülürüz" derler. Öyleyse önce eylemlerimizi kontrol eder sonra da özgür olduğumuzu mu düşünürüz? İrade özgür davranışların değil, sınırlandırılmış tutkuların gücüdür. 

Richard Dawkins “gen bencildir” çalışmasında toplumsal davranışların genlere işlendiğini ifade eder. Dolayısıyla kolektif akıl ve bellek sadece beyne işlenmekle kalmaz aynı zamanda genlerimize de işlenmek suretiyle her geçen dönem yeni bir insan tasarımı yapar. Her yeni nesil özgür iradeleri sınırlandırılmış şekilde yeni bir kodlanmışlıkla dünyaya gelir. 

Belleğin bireysel ve tek parça bir beceri/kazanım olmadığı gerçeğini kabullendiğimizde, bilinçdışımızdaki ortak yaşanmışlıkların beynimiz tarafından mahirce bilincimize aktarıldığını fark edebiliriz. Yaşantımızın bir parçası olan kazanılmış belleğimiz ile atalarımızın hatırası olan kalıtımsal belleğimiz arasındaki düalizm, farkında olmadığımız kişilik sapmalarımızın temelini oluşturur. Genlerimize kadar işlemiş bu ikilik beynimiz tarafından o kadar mahirce yönetilir ki birey çoğu vakit bunun farkında bile olmaz. Farkındalık mertebesine ulaşmış nadir insan grubu ise normal olarak adlandırılan kişiler içinde deli durumuna düşmemek için sessizce köşelerinde yaşamayı tercih ederler. 

Kalıtımsal belleğin yaşantımız üzerindeki etkisini en iyi sanatçılar, filozoflar ve edebiyatçılar yansıtır. Onlar ruhlarına yüklenmiş gizemli belleğin şifrelerini çözebilecek özel yeteneklere sahiptir. Zaman tünelinde geçmişi hatırlayabilme yeteneği sanatçıları diğer insanlardan ayırır. Kimi sanatçı ve yazarlar, geçmişten gelen konukların kendilerine sufleler sunduklarını söyleyecek kadar zamanın kılcal damarlarında gezinirler. İronik olsa da vaktiyle vücut bulmuş bir bellek, yaşanılan dönem itibariyle bir başkasında bilincin bir parçası olarak gün yüzüne çıkar. Zaman ve mekânı bir oyuncak gibi kullanan bellek Déjà vu’ların da kaynağıdır. 

Bilim beyin ile kalıtımsal bellek arasındaki ilişkiyi her geçen gün matematiksel modellemelere dökecek şekilde gelişiyor. Ancak beyin ile ruh arasındaki ilişki hala gizemini koruyor. Bir bedenle ilişkilendirilmesine rağmen ölümsüz olan ruhun beyin ve kalıtımsal bellek üzerindeki etkilerini ortaya koymak teknik olarak biraz daha zor görünüyor. Ancak bilimin metafizik değerleri kabullenme hususundaki eğilimi, ruhun kalıtımsal bellek üzerindeki etkisini izah etmekte önemli katkılar sağlayacaktır. Ne derseniz deyin ruh kalıtımsal belleğin oluşmasında zaman ve mekânı keyfince kullanabilen tek unsurdur. Vaktiyle farklı kıtalarda yaşayıp birbirlerinden haberdar olmayan kültür ve medeniyetlerin aynı düşünsel ve yaşamsal evrelerden geçmesini başka nasıl izah edebiliriz ki?

Sonuç olarak bilimin bize söylemek istediği bir şey var. Her geçen gün evcilleşmek suretiyle küçülen insan beyni, geçmişin değerlerini kullanarak insan yaşamına otomatik olarak yön veriyor. Yani günümüz insanı ilkel olarak adlandırılan dönemdeki insan kadar özgür bir iradeye sahip değil. Beynimiz, tanımlanmış yazılımlar yüklenmek suretiyle hayata gözlerini açıyor. Bu yazılımlar bizim beynimize verdiğimiz komutlardan daha öncelikli olarak beynin içgüdüsel hareketlerine zemin oluşturuyor. O vakit haklı olarak şunu soracaksınız; bizim hayvandan farkımız kalmayacak mı?

Elbette ki bu kadar abartmaya gerek yok. Lakin insanın her geçen gün kendi iradesinin dışında bir güdülenme ile yaşamak zorunda olduğunu da kabullenmek zorundayız. Teknolojinin gelişmesi, üç yaşındaki çocukların cep telefonları ve bilgisayarları mahirce kullanmaları eski nesillerden daha zeki olduğunuzun kanıtı değil. Beynin temel işlevi olan düşünmek, hareket etmek ve sosyalleşmek artık olması gerektiği gibi gerçekleşmiyor. 

Binlerce yıllık ardışık yaşanmışlıkların tecrübeleri beynimize otomatik olarak işleniyor. Bu güç her nesilde beyni biraz daha özerkleştirirken insan iradesine ket vuruyor. Evet hayvanlaşmıyoruz, lakin iradesizleşiyoruz. Bu bir nevi köleleşmektir esasında. Bir işletim sistemi olarak beynimizin hacklenmesi mümkün müdür? sorusu üzerinde artık daha ciddiyetle düşünmeliyiz. Psikiyatr ve psikologlara giderek kaybettiğimiz benliğimizi bulmaya mı çalışıyoruz, yoksa yeni bir benlik mi inşa ediyoruz? 

Yapay zekanın beyinle olan muhteşem iş birliği insanın bir köle olarak kullanılmasının kapılarını sonuna kadar araladı. Sosyal hayat, kültür, din, ekonomi ve siyasetteki bu kullanılmışlığın iç içe geçmiş halkaları, kimilerini efendi kimilerini köle gibi gösterse de esasında hepimiz bir köleyiz. Kendini akıllı sanan köleler, efendi kılıklı bir şaklabandan öteye geçemiyorlar. 

İnsanların kırsalda sakin ve yalnız bir hayat sürme arzularının temelinde, beyinlerinin tahakkümünden kurtularak, doğal yaşam şartlarına yeniden kavuşma isteği yatar. Bu istek ve arzu kısmi bir bireysel tatmin sağlasa da son kertede bunların çaresiz çırpınışlar olduğunu kabul etmek zorundayız. 

Bu çaresizliğin farkındayız, lakin kölelik artık genetik kodlarımıza işlemiş, her geçen gün geriye dönüş zorlaşıyor. Efendi kılıklı kölelerin tahakkümü bile kölelere zül gelmiyor. Beynimizin bu zafiyetini kullanan şeytani aklın oyuncağı oluyoruz. 

Nazım Hikmet hiç olmazsa yüz bin eli, ayağı, gözü ve yüreği olan bir ceviz ağacı Gülhane parkında, ya biz? Anil Ananthaswamy’in tabiriyle “ya ben yoksam” deyip gelecek yazımıza bir kapı açalım. İradesi olmayan insanın “yokluğunu” ve “kendisizliğini” anlamaya çalışalım. Gülhane parkındaki ceviz ağacı çok önemli. Sonra da onu konuşalım. 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.
KONTROL
Bu soru bir bot (yazılımsal robot) değil de gerçek bir insan olup olmadığınızı anlamak ve otomatik gönderimleri engellemek için sorulmaktadır.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
10 kez görüntülendi. 109 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.