Yaklaşık altı yıldır uluslararası ilişkiler hususunda yazılar yazıyorum. Makalelerin önemli bir kısmı somut gelişmelere dayanmış olmakla birlikte, temelde okuyucuyla paylaşmak istediğim husus, yaşadığımız dünyanın felsefi, sosyolojik ve psikolojik yanılsamalarına değinmekti. Gördüğümüz ve yaşadığımız hiçbir şeyin bunlara yüklediğimiz anlamlarla gerçekte çok da bağlantılı olmadığını anlatabilmekti. Kendimizi tanımlamaktaki acizliğimizi umursamadan, dünyayı algılayabilmekte sergilediğimiz maharetimizin, çilingir sofrasında ılık suya ıslanmış yağlı Urfa peynirinden farkı nedir ki?
Anil Ananthaswamy’in “ya ben yoksam?” çalışmasındaki sorunun cevabını aramakla yola çıkmış olmak hiç de abartı olmayacaktır. Yaşadığımız yanılsamaların kaynağı “kendimiz mi” yoksa “hayat mı?” Kendiliğimizi sorgulayıp kişiliğimizi ortaya çıkardığımızda “ben”den yoksun bir bedenle karşılaşmak hayatın illüzyonlarının farkına varmak olacaktır. Yunus
“beni bende demen, ben de değilim,
bir ben vardır bende, benden içeru”
der iken neyi kastettiğini bir daha düşünelim.
Meseleyi bir felsefeci veya psikiyatr olarak değerlendirebilecek yeteneğim yok. Akademik bir uzlaşıya sahip olmasa da – ki bu alanda buna hiç gerek yok- tartışılan bilgileri veri olarak kabul edip konuyu uluslararası ilişkilere taşımaya gayret edeceğim. Konumuzun merkezini teşkil etmekle birlikte “ben nedir" sorusunun deruni tartışmalarına girmeden “ben”in aslında bildiğimiz “ben” olmadığına değinmek suretiyle yeni bir yazı serisine başlamayı umut ediyorum.
Nörologlar beynin gizemlerine ilişkin her gün yeni açılımlar yapmakta. Bireyin egosunu veya “kendi”liğini oluşturan değer ve birikimlerin kaynağına yönelik çalışmalar, içinde bulunduğumuz yanılsamaları açıkça ortaya koyuyor. Yaşam ilk insandan bu yana belirli ilişkiler zinciri içinde sürüyor. Bütün yeni süreç ve sürgünler bu ilk sürgünün bir devamı niteliğinde. Hayatın bu kesintisiz bağlantıları insan zekasının bir süreklilik içinde geliştiğini gösteriyor. Zekâ ve bellekteki bu bağlantısallık silsilesi aynı zamanda insanın tekâmül sürecini temsil eder.
Zekâ ve belleğin nasıl oluştuğu ve geliştiği hususunda 13. Yüzyıldan beri yapılan çalışmalar bildiğimiz her şeyi her geçen gün tartışılır hale getiriyor. Richard Semon 1904 yılında belleğin kalıtımsallığı üzerine yaptığı bir çalışmada bu sosyolojik gerçeğin fizyolojik temellerini şekillendirmeye çalıştı. Semon’a göre bir ilişkiler zinciri içindeki hayatın yaşanmışlıkları ve tecrübeleri depolanabilir mahiyetteydi. İnsan bu depolanabilir bilgi ile doğar kendinden sonrakilere yeni birikimler aktarmak suretiyle mevcut belleğe katkıda bulunurdu. Yunan bellek tanrıçası Mnemosyme’e dayanarak ürettiği Mneme kavramı sadece günlük değil aynı zamanda kalıtımsal belleği de ifade ediyordu.
Semon’nun engraphy (belleğe bilgi kodlama), engram (anı izi) ve ecphory (bir anıyı harekete geçirme, geri çağırma) metodolojisi üzerine kurguladığı kalıtımsal belleğin fizyolojik izahı ne yazık ki vaktiyle meslektaşları üzerinde pek de ilgi uyandırmadı ve daha da üzücüsü kabul görmedi. Ancak, Michel Talagrand’ın sığırcık kuşlarının ortak davranış kalıplarını matematiksel olarak ifade edebilmesinden dolayı 2024 yılında matematik Nobeli olarak kabul edilen Abel ödülünü alması, zekâ ve belleğin hayvanlarda bile kalıtımsal ve bağlantısal özelliğinin kabulü, aynı zamanda Semon’un aziz hatırasına bir saygının ifadesiydi.
Zekâ ve bellek üzerindeki bu kalıtımsal ve bağlantısal özelliği kabul ettiğimizde doğal olarak “ben” dahil bildiğimiz her şeyi yeniden tanımlamamız gerekecek. Metafizik değerlerin bilimsel izahlarının yapılamaması nedeniyle ekseriyet felsefeciler manevi duygularımızı ötelemek ve küçümsemekten hiç çekinmedi. Dün bilimsellikle ilişkilendiremediğimiz duygu ve davranışların bugün matematiksel ifadelerinin çıkarılabiliyor olması yüzlerce yıllık tartışmaları daha uzlaşmacı hale getiriyor. Göbeklitepe ve Karahantepe’deki uygarlıkların bütün uygarlık tarihi kitaplarını sil baştan yazdırmaları gibi.
O zaman tekrar soruyoruz “ben kimim?” ilk insandan bu yana var olan ilişki zincirlerinin kendi kulvarlarındaki bağlantısallığı içinde öngörülemez zekâ, bilgi, bellek, duygu ve düşüncelere sahip bir canlıyım. “Ben”i tanımlamanın yetersiz kalındığı böylesi bir süreçte, yaşam kümesinin içindeki ilişki ve bağlarla genelleştirilmiş bir insandan bahsedebiliriz. “Düşünüyorum öyleyse varım” ifadesi “düşünüyoruz öyleyse varım” şeklinde olsaydı Descartes felsefesi hayata tutunmakta biraz daha güçlenmiş olurdu. Afrika toplumlarında “biz içindeki ben” anlamında da yorumlayabileceğimiz “Ubuntu” kavramı tam olarak bahsettiğimiz “ben”i tanımlar.
Platon insanın bilerek doğduğunu, hayatının ilerleyen aşamalarında ise bildiklerini hatırladığını söyler. İnsan beynine kodlanmış zekâ ve belleğin, kalıtımsal olarak sonraki nesillere aktarıldığı gerçeği kartezyen ve deterministik felsefenin gözden geçirilmesini zorunlu kılar. Zira hayatta hiçbir şeyi tanımlamak, sınırlamak, ispatlamak eskisi kadar gerekli olmayacak. Lakin buna rağmen bahsettiğimiz ancak anlamlandırmakta hala yolun başında olduğumuz bu ilişki ağları ve bağlantısallığın kendi içindeki matematiksel varlığından asla şüphe etmemeliyiz.
Daha net olarak ifade etmek gerekirse, “ben” diye ifade ettiğimiz kişilik, ilk insandan bu yana üretilmiş bütün zekâ ve belleğe sahiptir. Açık bellek insanın bilinç düzeyine taşıyıp günlük hayatında bir farkındalıkla kullandıklarını, örtülü bellek ise bilinç dışında farkında olmadan kullandığımız zekâ ve belleğimizi ifade eder. Uyarıldığında bilince aktarılabilse de o her daim bizim görünmeyen ve bilinmeyen zihnimiz olmaya devam eder. Dolaysıyla bireyin ailesi, yaşadığı ülke ve ülkenin bulunduğu kıta onun zekâ ve bellek kullanımındaki gücünün kaynağıdır. “Doğduğun ev kaderindir”, “coğrafya kaderdir” ifadeleri de buradan gelir.
Vaktiyle Diyarbakır Zerzevan kalesini gezerken, M.Ö 9. yüzyıla kadar ilişkilendirilen ve 124 metre yükseklikteki bir tepeye inşa edilen kalenin sarnıçlarına mekanik yolla ovadan su çekildiğini öğrenmiştim. Bu vesileyle M.S 12. yüzyılda bölgede yaşayan El Cezeri’nin robotik ve matematik konusundaki deha yeteneğinin alt yapısını fark etmiş olmam onun büyüklüğüne asla zeval getirmeyecekti. Cezeri robotik hususunda muhteşem icatlar yaptığı için değil, sahip olduğu zekâ ve bellek evrenini geliştirerek sonraki nesillere aktardığı için büyüktür.
Deha zihinler içinde bulundukları evrenin bilgi birikimlerini sonraki nesillere aktardıkları için üstün zekalı unvanını hak ederler. Lakin içinde bulundukları üst kümelerin bireylere verdikleri özgürlük alanı geçmiş zaman birikimlerinin daha kitlesel boyutta yeni kümelere taşınmasına vesile olur. Özgürlük alanının olmadığı ortamlarda da bu elbette ki gerçekleşir, lakin arzu edilen boyutlarda olmazlar. Bu nedenledir ki vaktiyle büyük medeniyetlere ev sahipliği yapan topluluklardan eser kalmadığını görürüz. Ancak her ne olursa olsun yaşayan her insan topluluğu atalarının sahip olduğu bilgi ve belleği her daim korurlar. İnsanlar biyolojik evrimin siyasi tartışmalarıyla uğraşadursun, zihinsel ve düşünsel alandaki evrim kendi sessizliği içinde hayata yön vermeye devam ediyor.
Bireysel zekâ ve bellek kendi içinde bir anlam ifade etse de bunların bileşiminden kaynaklanan toplumsal hafıza tamamen yeni bir boyutta tezahür eder. Üst aklın üstünlüğü her ne kadar gücünü bireysel katkılardan alsa da binlerce yıllık harmanlanmış bilgi birikimi onun temel motivasyonudur. Farklı coğrafyalarda yaşayan topluluklar kendi içlerindeki bu bilgi aktarımları sayesinde nevi şahsına münhasır kültürler oluşturur. Bağlantısallık zinciri, bu kültürel kodları, gelişen hayat koşulları doğrultusunda nesilden nesile aktarır. Kendini herhangi bir isimle tanımlayan topluluklar bu zinciri ne kadar geriye doğru götürebilirse sahip oldukları aklı o kadar geliştirmiş olurlar.
Nörologların gayretli çalışmaları, beyin ile kümülatif zekâ ve bellek arasındaki ilişkinin fizyolojik boyutunu her geçen gün aydınlatıyor. Beynin biyolojik yapısının böylesi akıl ötesi unsurlarla ilişkilendirilebiliyor olması bana yeni açılımlar için umut kapısı oluyor. Beynin ruh ile ilişkisine dair çalışmaların hayatımıza renk katacağı aşikâr. Esasında beyin, kolektif akıl ve ruh üçlemesinin matematiksel modellemesi ilk ikisi arasındakinden daha eğlenceli sonuçlar çıkaracaktır. İnsan bedeniyle ilişkisini koparmasından sonra da varlığını koruyan ruhun, kolektif aklı sonraki nesillere aktarma hususundaki işlevinin keşfi insanlık açısından tarihi bir kırılma noktası olacaktır.
Beynimize işlenmiş, hatta DNA’larımıza kodlanmış binlerce yıllık zekanın/belleğin sadece biyolojik değil, aynı zamanda ruhsal dünyamızla ilişki ağı ve bağlantısallığı açısından yeni bakış açıları kazandıracaktır. O zaman birbiriyle iletişim halinde olmayan toplumların nasıl olur da aynı yaşam ve düşünce koşullarında olabildiklerini daha iyi anlayacağız. Birbirleriyle on binlerce kilometre uzaklıktaki mantarlar nasıl bir iletişim ağı kurduysa insanlar da ruhsal dünyaları üzerinden benzer bir bağlantıyı kurmuş olabilirler.
Sanıyorum diğer yazılara zemin oluşturabilecek bir giriş yapmış olduk. Böylece beyin, kümülatif zekâ/bellek ve ruh arasındaki ilişkilerin uluslararası ilişkilere yansımasını daha rahat bir ortamda tartışabileceğiz. Beyin ve zihin arasındaki ilişkide “ben” veya “kendi” olmanın yeri ve anlamı nedir? Kolektif akla sahip küresel insan kitlesini tarihin herhangi bir noktasında buluşturabilir miyiz? Mesela bugün çok farklı din ve dile sahip Türk toplulukları tarihin ortak bir paydasında buluşturulabilir mi? Üç semavi din mensupları Hz. İbrahim dönemine götürülebilir mi? Pandemi boyutunda nörolojik hastalıklar türetilebilir mi? Yani Amnezi, demans, otizm ve şizofreni gibi hastalıklar bir virüs vasıtasıyla kitlesel boyutlara dönüştürülebilir mi? Hasılı aklımızla her şekliyle oynanabilir bir aşamaya mı giriyoruz?
Yeni yorum ekle