Geride bıraktığı iz’le ve duruşuyla İslam coğrafyasının yakın dönem tarihinde yetiştirdiği ender devlet adamlarından biridir Aliya İzzetbegoviç. Müktesebatını göz önünde bulundurursak, sadece “devlet adamı” vasfı hafif kalmaktadır onun için. Onu tam olarak, belki de, bilgi ve birikimiyle “idare etme sanatı”nı ifa ederek “bilge”liğe yükselmiş bir kişi olarak tanımlayabiliriz.
Üsküdarlı Sıdıka Hanımın torunu olan Aliya, bir İstanbullu kadar bu toprakların çocuğu olup içten ve bizden biridir. O kadar içten ve bizden ki üçyüz sene beşyüz sene önce dünyaya gelseydi, Osmanlı’nın anlı şanlı paşalarından biri olabilirdi. Belki de aynı bölgeden gelip Osmanlı tarihinde padişahlıktan sonra en büyük makam olan sadarete oturmuş Sokollu Mehmed Paşa, Damat İbrahim Paşa, Hersekzâde Paşalar gibi ünlülerin safında yer alacaktı. Kim bilir tarihe Beyoğlu Ali İzzet Paşa olarak geçecekti. Ya da bilgeliğini göz önünde bulundurursak, Saraybosna’dan gelip İstanbul medreselerinde temâyüz etmiş Müderris Ali İzzet Efendi olarak tanıyacaktık onu. O zaman da muhtemelen büyük bir kadı ya da ünlü bir şeyhülislâm olabilirdi. Bu arada bir “divan” da tertip edebilirdi. Çünkü zamanın medreselerinde şiir ve edebiyatla iştigal etmek o kişiye farklı bir rüçhaniyet kazandırıyordu. Bu imtiyazlı özelliğinden dolayı padişah saraylarının, sadrazam konaklarının aranan bir şairi olması işten bile değildi. Böylece yine o bölgenin topraklarından gelmiş Bosnalı Sabit ve Mostarlı Derviş Paşa gibi, Priştineli Mesîhî ve Vardar Yenicesi’nden çıkmış Hayâlî Bey gibi eski şiirimizin ustalarından biri olarak tarihe geçecekti.
Yakın bir zamanda yaşamasına rağmen, kendi anlattıklarının dışında Türkçede Aliya İzzetbegoviç’in aile hayatı hakkında çok da geniş bir bilgiye sahip değiliz. Ölümünden önce geriye gidip yüz yıl evvelinin bile tablosunu tam olarak göremiyoruz. Görünen muğlak, flu fırça darbeleridir sadece. Biz bir çalışmamızda[1] bu fırça darbelerinin çizgilerini yer yer okumaya çalıştık.
Çalışma esnasında Aliya İzzetbegoviç’in büyük kızı Leyla Akşamiya Hanımefendi aile hayatı hakkında ayrıntılı bilgiler verdi. Bilge Lider’in 1924 doğumlu ablası Hayriya Hanım, ilk defa okuyacağınız İzzetbegoviçlerin şeceresini anlattı. Üsküdar doğumlu büyükannesi Sıdıka Hanımın İstanbul’dan Belgrat’a ve oradan Bosanski Şamac’a gidiş hikâyesini net olarak ondan öğrendik. İstanbul’da askerlik yapan dedesi Büyük Aliya’nın Belgrat’tan hicret edişlerini de. Aliya’nın diğer kızı Sabina Berberoviç Hanımefendi ise babasıyla ilgili duygu ve düşüncelerini ifade ettiler. Leyla Hanım ailede geçmiş zamanların çok nadir konuşulduğunu, enerjilerini daha çok karşılarına çıkan problemleri çözmeye teksif ettikleri için geçmişe dönüp bakamadıklarını söyledi. Doğruyu söylemek gerekirse dedi, “91 yaşındaki Hayriya halamdan atalarımızla ilgili bazı enteresan bilgiler öğrenmek benim de hoşuma gitti.”
Begoviçler’in Hicreti
19. yüzyılın ortalarından itibaren bütün Balkanları dalgalandıran milliyetçilik hareketinin kendini en fazla hissettirdiği merkezlerden biri de Belgrad’tır. Burası asırlar boyu Osmanlının Batıya açılan en önemli kapısı, İstanbul’dan çıkan ordunun haftalarca yol katettikten sonra konakladıkları ana karargâhı olmuştur. Batıya yapılan seferlerde Osmanlı ordusu bu merkezde toplanırdı. Yine Avrupa’ya giden-gelen kervanlar Belgrad’ta konaklardı. Burası emniyette olmalı ki Viyana ve Peşte’nin yolu görünsün. Belgrad güvende olmalı ki Üsküp ve Edirne, hatta İstanbul rahat uyusun. Bu bakımdan Osmanlı Belgrad’ı her zaman sağlam ve emin ellerde tutmanın yollarını aramıştır.
93 Harbi denilen 1877-78 Savaşı başlamadan yıllar önce Sırplar Belgrad’ta ortalığı karıştırmaya çoktan başlamıştı bile. Burasını üç yüz yıldan beri mesken tutmuş olan Müslümanlar tedirgindi ve yerinden yurdundan ediliyordu. Begoviçlerin sıkıntılı yolculuğu da işte o zaman başladı ve Osmanlının elinde kalan diğer bölgelere göç etmeye zorlandılar. Kanlı olaylar birbiri ardınca mahalleden mahalleye yayılarak aylarca ve yıllarca sürdü.
2003’te vefat eden Aliya İzzetbegoviç’in 1860 doğumlu büyükdedesi Aliya (Aliya Jahiç)’in hikayesi işte bu sıralarda başlıyor. Dede Aliya Belgrad’ta dünyaya gelmiştir. Onun babası İzet (d. 1830) ve annesi Şakira Hanım, öteden beri aynı yerde oturan şehrin yerli sakinleridir. İzet ve Şakira çiftinin Aliya ile birlikte Hasan adında bir oğulları daha vardır. Aliya Jahiç İstanbul’da askerliğini yaparken, Hasan babasına yardım ediyordu. Asker dönüşü Aliya da babasının yanında çalışmaya, onun işlerini deruhte etmeye koyuldu.
Belgrad’ta 1863 yılında başlayıp, daha sonraki yıllarda had safhaya ulaşan Sırp zulmünden kaçan Müslümanlar, Bosna’da daha güvenli bir yere yerleştirilir. Bosna ve Sava nehirlerinin kesiştiği stratejik bir noktadır burası. Kuzey Bosna’da Posavina bölgesindeki bu yeri Müslümanlara Sultan Abdülaziz bahşettiği için “Aziziye” denmiştir. İlk geldiklerinde orada hiçbir ev yokmuş. Eski kayıtlardan öğrendiğimize göre birkaç sene içerisinde Aziziye’ye sağdan soldan o kadar çok muhacir gelmiş ki kısa süre içerisinde ikinci bir yerleşim yerine daha ihtiyaç duyulmuş. İlk yerleşim bölgesine Aziziye-i Bâlâ (Yukarı Aziziye) ve sonraki yerleşim bölgesine de Aziziye-i Zîr (Aşağı Aziziye) adı verilmiştir. Bugün Yukarı Azizye’ye Bosanski Şamac, Aşağı Aziziye’ye de Oraşje denmektedir.
İzet Beyin oğlu Aliya, Aziziye’ye taşındıktan sonra ağabeyi Hasan’la birlikte babasının işine gücüne yardımda bulunmuştur. Bosna’ya göç ettiklerinde yaşı daha küçüktür. 20’sine doğru askere giderek vatani görevini mülâzim subayı olarak İstanbul Selimiye Kışlası’nda tamamlar. Aziziye’ye döndükten sonra ağabeyinin ölümü üzerine aile firmasını çekip çevirmek ona düşer ve Belgrad’tan geldikleri için kurduğu firmanın adını “Aliya Belgradlı” koyduğu görülür. Onlarca kişi çalıştıran bu firmanın faaliyetlerine İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar devam ettiğini öğreniyoruz.
Aliya ile beraber ele aldığımız diğer kahramanımız Sıdıka Hanım’dır. Babası Tabib Efendi[2] 1870’li yıllarda Belgrad’ta Osmanlı Ordusunda cerrahlık yapan bir Türktür. Tabib Efendi memleket hasretiyle yanıp tutuştuğu bir gün ailesini İstanbul’dan getirmeye karar verdi. İstanbul Üsküdar’da oturan ailesinin yanına yılda bir gitmeye çalışıyordu ama yol şartları çekilir gibi değildi. Bir yaz sonu canına tak etti, eşini ve biricik kızı Sıdıka’yı da alarak Belgrad’a geldiler ve buraya yerleştiler. Sıdıka Cerrah yani Sıdıka Hanım 12-13 yaşlarında bir kız çocuğuydu daha. İstanbul’dan yola çıkıp yaklaşık bir hafta süren bu yolculuğun yorgunluğunu unutamaz. Nasıl unutsun ki, bu kadar uzun yolculuğa ilk defa çıkmıştı ve Belgrad’a varınca hastalanmıştı. Babası hemen mesaiye başlayarak cepheden dönen gazilere bakmış, onların tedavisiyle uğraştığı için kızına ayıracak zaman bile bulamamıştı.
Bu arada İzzetbegoviçlerin Belgrad’tan göç etmek zorunda kaldığı sıralarda, İstanbul’dan gelen Tabib Efendi’nin ailesi de aynı sıkıntıyı yaşamıştır. Bu arada Belgrad’ta babası ve annesiyle birlikte kalan Sıdıka Cerrah, annesiyle beraber kısa bir süre hadiselere karıştığı iddia edilerek hapiste kaldığı görülür. Bunun üzerine Dorçol Belediyesi zabıtası tarafından tüm Cerrah ailesi sınır dışı edilir. Öyle ki geride kalan eşyalarını yanlarına alıp götürmelerine bile fırsat verilmez. Artık Belgrad, sadece oranın yerli ahalisine değil, görevli olarak şehirde bulunan Türklere de dar gelmeye başlar. Tabib Efendi içinde bulunduğu çaresizliğe bir çıkış yolu bulmak için İstanbul’a dönmenin yollarını arar. Ancak o günün şartlarında günlerce sürecek yolculuğu ve bunun doğuracağı meşakkat ve sıkıntıyı göze alamaz. Eşi ve kızının tutuklanması da gözünü korkutur. Diğer Müslümanların yaptığı gibi Posavina bölgesindeki Yukarı Aziziye’ye taşınmaktan başka çare bulamazlar.
Aziziye’ye göçtükten sonra serhatte yıllardır ordu cerrahı olarak görev yapan Sıdıka’nın babasına Osmanlı devletinden yüklü bir para verilir ve emekli maaşı bağlanır. Sıdıka Cerrah zamanla sıkıntılı hayatı atlatıp annesi ve babasıyla birlikte Aziziye’de huzurlu bir hayat yaşamaya başlar. 1878 yılında İzzetbegoviçlerin büyük oğlu Hasan’la evlenir. İzzetbegoviç ailesinin işlerini İzet Beyle birlikte oğlu Hasan yürütüyordu ve Aziziye’nin en zengin insanları arasında sayılıyordu. Bu şehirdeki ticaret onlardan soruluyordu. Sadece ana cadde üzerinde 100 kadar dükkânları, han ve hamamları vardı. Bunun yanında evleri, bağ ve bahçeleri, dönüm dönüm tarlaları da bulunuyordu.
Sıdıka Hanım, İzzetbegoviçlerin Hasan’la evlendikten birkaç yıl sonra kocasını 26 yaşında kaybetti (1858-1884). Çocukları olmamıştı. Çevresinde İstanbullu ve gün görmüş, zengin ve eğitimli bir Türk kızı olarak tanınıyordu. Kendisini Begoviçlere kabul ettirmiş ve sevdirmişti. Bu yüzden ailede saygın bir yeri vardı. Sıdıka Hanımın kayınvalidesi Şakira Hanım devreye girerek, dul gelininin, diğer oğlu Aliya ile evlenmesini sağladı ve Hasan’ın ölümünden bir yıl sonra dünya evine girdiler. Artık Cerrah ailesi İstanbul’a dönmeyi unutulmaya terketti.
Belgrad’tan sonra parçalanmış olan İzzetbegoviç ailesinin bir kısmı Ujiçe’ye, bir kısmı da Anadolu’ya göç etmiştir. Belgrad’tan ilk gelen muhacir Müslümanlar ise önce Bosanski Şamac’ı vatan edinir ve oraya bir cami[3] yaptırırlar. Aliya’nın ailesine Şamac civarında geniş bir toprak parçası verilir. O tarihten sonra haksızlığa uğradıkları için Belgrad’tan ve başka yerlerden ayrılmak zorunda kalan çoğu Müslüman aile işte Posavina’yı vatan edinerek oraya yerleştikleri görülür. Burada birkaç on yıl içerisinde büyük bir şehir oluşur.
Aliya İzzetbegoviç’in dedesi olan Büyük Aliya ve onun babası İzet Bey, işte Belgrad’tan gelip Bosanski Şamac’a yerleşen ailenin önde gelen reislerindendir. Boşnakların “Dedo” dediği bu zat Belgrad’ın asilzâdelerinden biri, adı üstünde bir beyzâde (begoviç)tir. Büyük Dedo İzet’e Sultan Abdülaziz 1863 yılında bir beratla[4] “bey” ünvanı verir. “Begoviç” adını padişahın bu beratından sonra kullanmaya başladıkları görülür. Bu beyzâdelik onlarda sonradan elde edilmiş bir kazanım değil, babadan oğula zincirleme olarak devam eden bir asâlet ünvanıdır.
Ailenin “Dedo” veya “Ced” de dediği Büyük Aliya, geldiği muhitte hatırı sayılır ve saygın bir insan olarak bilinirdi. Yaşadıkları bölgede insanların içinden çıkamadıkları sorunlara onun hal çaresi bulması beklenirdi. Aynı zamanda eliaçık bir kişi olduğundan, çevrede cömertliği ve adâleti ile de maruf bir insan olarak tanınırdı. Aliya Yahiç’in bir de şöyle bir özelliği var: Büyükle büyük, küçükle küçük; herkese onların seviyesine inerek ikna etme kabiliyeti vardı. Anlatıldığına göre bilgiçlikten hazzetmez, en çetrefil konuları herkesin anlayabileceği bir şekilde basitleştirerek ifade etmede üstüne yoktur. Öylesine bir ikna kabiliyeti vardı ki Şamac’ta halk içinden çıkamadığı sorunların çözümünü onu götürürdü.
Büyük Aliya,[5] Bosanski Şamac’ta kendisini halka sevdirmiş ve ahali de onu şehre belediye başkanı seçerek ödüllendirmiştir. Aliya İzzetbegoviç’in hatıralarından öğrendiğimize göre, herkese âdil davrandığı için ahali nezdinde saygın bir yer edindiğini öğreniyoruz. Adalet sözkonusu olunca, müslim-gayrimüslim demez herkese eşit muamele ettiği görülür. Bu yönüyle efsane bir başkan olarak yıllar sonra bile adından söz edilmiştir. Hatta Avusturya Veliahtı Prens Ferdinand’ın 1914 yılında Saraybosna’da öldürüldüğü sırada Büyük Aliya, Bosanski Şamac’ta belediye başkanı olarak görev yapıyordu. Avusturyalılar suikast sonrası bütün Bosna-Hersek topraklarında olduğu gibi, Bosanski Şamac’ta da Sırplar üzerinde baskıyı artırmış, suçluyu bulmak için masum birçok Sırp tutuklanmıştı. Belediye Başkanı olan Aliya, suçsuz olduğuna inandığı 40 kişilik bir Sırp grubunu Avusturya askerlerine karşı ne pahasına olursa olsun korumuş, onları işgalcilere teslim etmemişti. Bu 40 kişi arasında serbest bırakılanlardan biri de masum olduğuna inandığı Stanko Ristiç isimli bir Sırptı. Çünkü Başkan Aliya, yakından tanıdığı Sırp hemşehrilerinin bu katliama ortak olmadığına inanıyordu. İşgalci Avusturya askerlerine karşı:
- “Ben buranın belediye başkanıyım, kimin suçlu kimin suçsuz olduğunu bilirim, bu insanlar suçsuz, eğer onları götürecekseniz beni de götürün!” diyerek bir adalet ve cesaret örneği göstermiştir. Başkan Begoviç’in bu sözü sadece o bölgede değil, bütün bir Bosna-Hersek’te yıllar yılı efsane olarak anlatılmıştır.[6]
İstanbul Özlemi
Çocukluğunun İstanbul’unu özleyen Sıdıka Hanım, memleket hasretini çocuklarıyla Türkçe konuşarak çıkarmaya çalışırdı daha çok. Torun Aliya’nın (doğ. 1925 - öl. 2003) hatırlayabildiği kadarıyla, babası Mustafa Bey Türkçeyi annesinden kulak dolgunluğu olarak biraz anlar ancak konuşamaz. Yine Aliya İzzetbegoviç’in hatıralarından öğrendiğimize göre, annesi Hiba Hanımın anlamadığı Boşnak dilinden dolayı kayınvalidesiyle tartıştığı zamanlar olurmuş. Onlar aralarında hızlı hızlı konuştuğunda, Üsküdarlı kayınvalide söylenenleri anlamadığı için kendince bir mana çıkarırmış. Bu anlaşamama durumu, Bosna’ya gelin giden Türk kızı ile komşuları arasında da zaman zaman su yüzüne çıkarmış. Herkesin anlamadığı bir dilden konuşması, Belgrad’a ilk gittiğinde “dobra” ve “niyedobra”dan başka hiçbir şey bilmeyen Sıdıka Hanıma elbette zor gelmiştir. Başkalarının yanında kurduğu her cümlenin sanki kendisini çekiştiriyorlarmış gibi bir vehme kapılarak kulak kabartması onu tedirgin etmiş, bu kuruntunun etkisinden uzun süre kurtulamamıştır.
Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını İstanbul’un Boğaza nazır en güzel yerinde geçiren Sıdıka Hanımın bir ömür boyu doğup büyüdüğü topraklara karşı özlem duyduğunu tahmin etmek zor değildir. Öyle sanıyoruz ki, evlendiği ilk yıllarda kocasını da alıp İstanbul’a gitmek fikri aklından hiç çıkmamıştır. Ona rağmen Büyük Aliya ise, Sıdıkasının şikâyet ve serzenişlerine katlanma pahasına da olsa İstanbul’a taşınmayı hiç düşünmedi. İstanbul’un dünyaya bedel güzelliğini bildiği için hanımına her zaman hak verdi. Ortasından deniz geçen bu şehrin güzelliğini birbirlerine anlata anlata bitiremezlerdi. İstanbul’un yedi tepesinden, selâtin camilerinden, Boğazı sağlı sollu gerdan gibi süsleyen inci köşklerinden bahsederlerdi. Evleri Selimiye Kışlası civarında bulunduğundan sabahları asker sesiyle uyanmayı özlediğini anlatırdı kocasına. O da Sıdıka Cerrah’ın evlerinin bulunduğu yeri, kışlanın dışarsını fazla bilmediği için bir türlü çıkaramazdı.
İstanbul’u yıllar sonra gören torun Aliya İzzetbegoviç’in zihninde, büyükannesinin anlattığı Kız Kulesi, Topkapı Sarayı, Galata Kulesi, selâtin camilerinin adları Sultanahmed, Fatih, Süleymaniye, Ayasofya vs. çocuk zihninde olduğu gibi kalmış. Topkapı Sarayı ve Gülhane Parkı’nın Üsküdar’ın tam karşısına düştüğünü ilk gördüğünde şaşırmış ve hep büyükannesinin babasına masal gibi anlattıkları aklına gelmiş. Sıdıka Hanımın torunlarına anlattığı masal kahramanlarının hayatı her ne hikmetse hep bu yerlerde geçermiş. Kahramanlarını su üstünden yürüttüğü bile olurmuş.
Aliya İzzetbegoviç İstanbul’a ilk geldiğinde kendisini babaannesinin yerine koyarak Harem’e kadar yürümüş ve Salacak’tan uzun uzun karşıları seyretmiş. Daha İstanbul’a gelmeden babasından burasıyla ilgili çocukluğunda bilgi sahibi olmuş bile. İlk gördüğünde Boğazın güzelliği ve vapurların iskeleye yanaşarak gidip gelmesi karşısında hayran kalmış. İskeleye yanaşan vapur düdüklerinden çok etkilenmiş. Torun Aliya, Üsküdar’ın gezilip görülmesi gereken yerlerini ilk defa dolaşırken, büyükannesinin de özlemini içinde yaşatarak adeta onunla beraber ellerinden tutarak gezdiğini hissetmiş.
Bir çocuğun yetişmesinde ve dünyaya bakışında ailenin rolü inkâr edilemez. Aliya İzzetbegoviç hatıralarında, “kişiliğimizin oluşmasında ailemin etkisi büyüktür” der. Büyükannesini “çok dindar” bir kadın olarak tanımlar ve anlatılanlardan tanıdığı ninesini çok sevdiğini söyler. Konuşamadığı Türk dilinde büyükannesinin kullandığı bütün kelimeleri ailenin anladığını ifade eder. Bundan dolayı onun sevdiği şeyler de “bana sempatik geliyordu” der. Ninesini hep seccâde başında omzuna yayılmış beyaz tülbent olduğu halde namaz kılarken tahayyül ederdi daha çok. Her daim birşeyler okur, durmadan dua edermiş. Ailesi, “dünya dua üzerine dönüyor yavrum” sözünü onun maneviyatının derinliğine yorardı.
Büyük Aliya, İstanbul’a göç etme imkânı varken gitmemiş ve memleketinde kalmıştır. Ülkenin sahipsiz kalmasından korkmuş, herkes giderse evlâd-ı fatihan yurdunu kim koruyacak diye endişe etmiştir. Böylece sözünü geçirebildiği kimselerin göçüne engel olmaya çalışmış, sahibi olduğu dükkânlarda onlara iş bulmuştur. Ancak İstanbul’un yolunu bilen ve Osmanlıdan maaş alan memurların çoğu dönmüştür. 19. yüzyılın sonlarında ve yeni yüzyılın başlarında başı sıkışan Anadolu’ya gidip Sultana sığınıyordu. Bu zorunlu durum sadece Balkanlar’da değil, Devlet-i Aliyye’nin tüm serhat cephesinde de böyleydi. Bosna’dan gidenler arasında bilhassa güngörmüş insanlar çoğunluktaydı. Tarihçiler, geride kalanların ekseriyetinin, o kadar yolu göze alamayan fakir fukara ve takati olmayan yaşlı insanlar olduğunu kaydeder.
Büyük Aliya’nın içindeki vatan aşkı ve doğup büyüdüğü topraklara düşkünlüğü onu Bosna’da tuttu. İstanbul’a göç etme imkânı varken gitmeyerek, kınadıkları Boşnakların durumuna düşmek istemedi. Muhtemelen Sıdıkasını da öyle ikna edebildi. Sıdıka Hanım çoluk çocuğa karıştıktan sonra araya evlât acısı da girince İstanbul’u unuttu. Zira acılı kadın, iki kızı ve bir oğlunun ölümünü hayattayken görmüştü. Babasını Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra 1921 yılında kaybeden İstanbullu Türk kızı 64 yaşına kadar yaşadı ve İstanbul’a bir daha da gitmedi. 1926 yılında vefat etti. Herkes ona “anne” diye hitap ederdi ve “ata-türkçe” konuşurdu. Ata-türkçe, yani atalarının dili ile konuşması aile arasında ona bir ayrıcalık ve üstünlük katardı. Belki sözlerinin bir kısmını anlamazlardı ama bunu onun değil kendi kusurları olduğunu kabul ederlerdi.
[1] Bilge Lider Aliya İzzetbegoviç (Hazırlayan Hüseyin Yorulmaz), Hat Yayınları, İstanbul 2015, 400 s.
[2] Görüldüğü gibi Sıdıka Hanım’ın babasının ismini bile bilmiyoruz. Aile de çıkaramadı. Ailenin “cerrah” olarak nitelediği bu askeri biz, ordudaki doktorluk görevinden dolayı Tabib Efendi olarak adlandırdık.
[3] Buraya ilk yapılan camiye, Sultan Abdülaziz’e (1830-1876) atfen Aziziye Camii denmiş. Bu cami ile birlikte İzzetbegoviç ailesinin evi 2013 yılında TİKA’nın imkânlarıyla yeniden yaptırılmıştır.
[4] Abdülaziz’in verdiği altın yaldızlı berat İzzetbegoviç ailesi tarafından Saraybosna’daki müzeye bağışlanmış ve bugün orada sergilenmektedir.
[5] Büyük Aliya’nın Sıdıka Hanım’la evliliğinden 4 kız, 2 de erkek olmak üzere 6 çocuğu olmuştur: Ago (1886-1915), Nafiya (1890’da doğmuş ve aynı yıl vefat etmiştir.), Mustafa (1896-1950. Aliya İzzetbegoviç’in babası.), İzet (1898-1934), Faik (1906-1988), Şuhreta (1908-1920. 12 yaşında ölen Şuhreta için Büyük Aliya kızının tabutunu çiçeklerle örtüp, “keşke onun yerine ben ölseydim” dediği rivayet edilir ).
[6] Kaderin cilvesine bakın ki bu tarihten tam 29 yıl sonra 1943 yılında, Başkan Aliya Yahiç’in torunu Aliya İzzetbegoviç’i Gradaçac yakınlarında Müslüman mültecilere yardım topladığı gerekçesiyle kesin ölümden kurtaran kişi, yukarıda adı geçen Stanko Ristiç’in torunudur. Yüzyılın sonunda Bosna’ya Cumhurbaşkanı seçilen Aliya İzzetbegoviç, “düşmanıma sadece bir adalet borcum var” derken, belki de başından geçen bu hadiseye göndermede bulunuyordu.