Eserini Yazarın "Sabıka Dosyasına" Koymalı mı ?

30 Mayıs 2021

 

Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine

Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine

Y. Kemal (İbnülemin M. Kemal için)

 

Sanat Adamlarında Görülen Nevrozlu ve Şizoid Kişilikler

Sanatçı kişilikler genelde yer yer şizoid kişilik özelliklerine sahiptir ama her halükârda nevrozludur. Kelimemiz itici gelebilir. Bazı kelimeler gibi bu kelime de anlam kötüleşmesine maruz bırakılarak dilin arşivine kaldırılmakla karşı karşıyadır. Bu yüzden iyi bir şöhreti yok nevrozun. Oysa bunu hak etmiyor kelimemiz; çünkü çoğunluğa nispetle hassasiyet alanları daha fazla olan insanlarda görülebilen tepkisel bir belirtidir nevroz. Bu, sanatçı için eksi bir durum değildir. Sanatçı kişilikleri diğerlerinden ayıran da zaten herkes gibi olmayışları, bazı noktalarda özel hassasiyetleri ve farkındalıkları değil miydi? S. Kierkegaard’ın Baştan Çıkarıcının Günlüğü’ndeki şu açıklaması tam bir nevrozlu tarifidir: “O, bu dünyada çok şeyi olsa bile buraya ait değildi. Hep ona doğru yöneldi; lakin tam kendisini bırakacak iken gördü ki onu aşıvermiş. Aslında onun hafif bir rahatsızlığı vardı. Beyninin aşırı duyarlılık hâli.”                      Üretken insanların beyninin işleyişi de buna bağlı olarak hadiselere ve çevrelerine bakışları da diğerlerinden farklıdır. Bu farklılık, sanatçıyı/yazarı bulunduğu ortamlarda zaman zaman zor duruma düşürebilir. Genelin kabullerine uymayan söz veya eylemleri, özgüven patlaması yaşamaları, çevrelerinde rahatsızlığa sebep olabilir ve davranışları çekilmez bulunabilir. Egosu şişkin, “yazar kibri” ile illetli yazarlar bu cümledendir. Tartışma konusu davranışları kimi sanatçının umurunda olmaz; çünkü bu onun olağan hâlidir. Kimi sanatçılar ise uyumsuz aykırılıklarının kendisini çevresiyle çatışmalı kılmasından rahatsızdır; fakat yapabileceği fazlaca bir şey olmadığının da farkındadır.

Sanatçı herkesleşmeyi veya başkalarına benzemeyi varlığına yönelik bir tehdit olarak algılar, en azından bulunduğu alandan bir gerileme olarak görür. Bundan dolayı nevrozların varlığının farkındadır ve bundan şikâyetçi de değildir. Bazen mevcut nevrozlar, üzerindeki hâkimiyet alanlarını genişletebilir. Bu eklentilerin her biri sanatçı/yazar için yeni mutsuzluk semptomları demektir. Bu mutsuzluk, onun üretim kapasitesini besleyen kaynaklara bir yenisinin eklenmesi anlamına da geleceği için ona artı bir dönüt de sağlar. 

Nevrozun ilerlemiş halleri ile muallel olan sanatçılar da vardır: Şizopital bir kişiliğe, manik depresyona, bipolar bozukluğa, akut anksiyeteye maruz kalmak gibi. Bunun sanatçıya çevreden dönütleri çok parlak değildir. Mesela uyumsuzluk, uç fikirleri ve davranışları ile toplum dışı kalma, içe dönüklük, kendi iradesiyle tecrit edilmiş bir hayat, derin bir yalnızlık duygusu gibi. Bu aşamada sanatçı, ruhsal bunalımın eşiğinde; ya bohem ya da normal insanlar tarafından bakıldığında “tuhaf” bir hayat yaşar. Psikanalist Ernst Kris (öl. 1957), sanatçı nevrozlarının, ruhsal taşkınlıkla başlayan (manik depresif) yaratıcı süreçleri “ego hizmetinde regresyon” diye açıklar. Freud’e göre ‘regresyon’, ikincil süreçlere dönüştür; başka ifadeyle egonun alt benliğin ihtiyaçlarını karşılayamayışı üzerine bu talepleri ertelemesi, bir gecikme sürecine girmesidir. Psikanalistler, bu durumların sanatçının yaratıcılığını besleyen önemli bir kaynak olduğu görüşündedirler. Burası önemli. F. Dostoyevski’den C. Bukowski ve S. Dali’ye; bizde Necip Fazıl’dan Can Yücel ve A. H. Tanpınar’a kadar çoğu sanat adamları bu noktanın kıyılarında yaşadılar. Bu yaşayışın ileri aşamaları ruh hastalıklarına maruz kalmaktır. Bu, sanatçının sağlığının tehdit altında bulunması anlamına da gelir. Sanatçı, bu aşamada ya intihar eder; ya uyuşturucuya veya alkole sığınır ya da deliliğin kıyısında yaşar. Bu kümeye giren sanatçıların ortak özelliği başkaldırı veya uyuşmazlıktır ama her halükârda seçilmiş bir acı, ızdırap içinde geçen bir hayattır. E. Hemingway, C. Paveze, E. M. Cioran, F. Kafka, Sadık Hidayet vb. sanat insanları bu noktadaydılar. Bu kümenin bir ilerisinde anabileceğimiz Sinoplu filozof Diyojen; H. von Kleist, Nietzsche; bizde Neyzen Tevfik, Sakallı Celal, Hayalet Oğuz, İlhan Şevket gibi sivil ve itaatsiz adamlar çerçevesini kendilerinin belirlediği bir dünyada, intiharın kıyısında serazat yaşadılar. Bu aşamanın bir ilerisi şizofrenidir. İ. Newton, F. Nietzche, A. Wölfli, J. F. Hölderlin. P. F. Dick,  A. Pound; bizde Ayşe Şasa şizofreniyi derinden hissetmişlerdir.

W. Van Gogh, A. Pound, F. Kafka, F. Cahlo, P. Coelho, Yayoi Kusama, C. Claudel; aktör R. Williams, Neyzen Tevfik, Hayalet Oğuz, Münir Özkul, Yıldız Tilbe, Sümer Dilmaç bir süre akıl hastanesinde kaldılar. W.James, S. Kierkegaard, M. Foucault, P. Feyerabend, D. Hume, Kurt Gödel, F. Nietzsche ise zihinsel rahatsızlıkları olan bazı filozoflardır. Alman romantizminin öne çıkan yazarlarından Reinhold Lenz ve Nietzsche delirerek öldü. Bizde Ziya Gökalp’in de benzer şekilde öldüğü söylenir.        Nevroz, sanatçılarda farklı boyutlarda olabilir. Nevrozun ileri düzeyi bir hastalıktır; hatta Nietzsche’de olduğu gibi başka psikolojik hastalıklara da sebep olabilir. İleri nevrotikler anksiyete ile başlayan ve şizofreniye varan ruhsal süreçler arasında dolaşırlar. Hiçbir müntehir, nevrozların ileri uzantıları ile (akut anksiyete, korku, saplantı vb) karşılaşmadan intihar etmez. W. Woolf, G. De Nerval, E. Hemigway, S. Zweig (eşiyle birlikte), G. Deleuze, D. F. Wallace, K. Cobain, yönetmen Tony Scott; bizde Beşir Fuad, İlhan Şevket Aykut, oyuncu Suphi Kaner, Nilgün Marmara, Metin Kaçan intihar ettiler. Felsefeciler; Seneca, O. Weininger, W. Benjamin, Guy Debord, I. Witkiewicz, C. Gillman, W. Mayakovski,  C. Pavese, G. Deleuze, Sadık Hidayet, Nicos Poulantzas da intihar etmişlerdir.

Bazı filozofların/yazarların hayat çizgilerinde “nevişahsına munhasır” halleri yanında sevenlerini şaşırtan, asla kabul edemeyeceğimiz söz ve eylemleri de vardır. Öncelikle belirtelim; aşağıdaki anektodlar uç misallerdir ve bunları sindirebilecek bir sisteme biz de elbette sahip değiliz. Ortada şu soru var ve biz de onu soruyoruz: Bu insanların insanlığa katkı bağlamında sundukları verileri ne yapacağız; eserlerini kaldırıp atalım mı?

Halikarnas Balıkçısı babasını öldürmüştü.

Filozof Louis Althusser de zihin sağlığının bozulduğu bir günlerde eşini boğarak öldürdü.

A.S. Puşkin ve M. Y. Lermentov bir düelloda öldüler.

Dostoyevski’nin Türkler hakkında söylediklerini buraya almayalım, rahatsız olunur.

H. de Balzac bir süre tefecilik yaptı; hatta bir ara jigololuk yaptığı da biliniyor.

A. Schopenhauer, bir tür bir ‘paranoyak’ idi. Tıraş olduğu berberinin gırtlağını kesme ihtimali ile kaygı içinde kalıyor; paralarının başına bir hal gelebileceği endişesiyle bankasına güvenemiyordu. Schopenhauer’e göre en iyi intihar biçimi beş parasız kalıp açlıktan ölmektir.

Kurt Gödel, öldürüleceği korkusuyla bir şey yememiş ve açlıktan ölmüştür.

Turgut Uyar’ın Edip Cansever ve Cemal Süreya, Tomris Uyar dörtlüsü arasında toplumun kabullerini zorlayan ilişkiler yaşanmıştır. İlhan Berk’in kız kardeşinden ve annesinden söz ederken kullandığı dil de kafaları karıştıracak düzeydedir.

J. P. Sartre’ın Simone de Beauvoir ile ilişkileri seküler-profan Fransızların bile kaldıramayacağı düzlemdeydi.  Mesela taraflar eve sevgililerini getirebilirlerdi. Sartre, ölüm döşeğinde hayat arkadaşı ve kendisi gibi filozof olan Beauvoir'a verdiği röportajda, annesine farklı duyguları olduğunu ve bir gün kadınların kendisini suda boğarak öldürebilecekleri kaygısı ile yaşadığını söyledi.

Çocuk eğitiminde uzman olan ve "Emile ya da Çocuk Eğitimi Üzerine" adlı bir de bir kitabı da olan J. J. Rousseau, kendi çocuklarını terk etmişti.

Diyojen (MÖ. 323), halkın görebileceği yerlerde istimna yapıyordu. Bu davranışına tepki gösterenlere ise "keşke bu iş aç bir mideyi okşayarak yatıştırmak kadar kolay olsaydı" diye alaycı cevaplar veriyordu.

Crates (Thebes'li kinik-sinist filozof, öl. MÖ 365), daha ileri giderek eşiyle mahrem eylemini halkın görebileceği yerlerde yapıyordu.

 “Cuma namazına deyü izn’alıp maderden” dizesinden hareketle şair Nedim’e “gulam” ilgisi atfedilmiştir. (Karşı cins Cuma namazına gitmez.) Doğrusunu Allah bilir.

M. Heidegger, O. Spengler, H. S. ChamberlainA. de Gobineau ve A. Rosenberg gibi filozoflar ve bestekâr R. Wagner Adolf Hitler’e farklı biçimlerde destek verdiler. A. Schopenhauer,  J. G. Fichte, L. A. Feurbach, F. Nietzsche  ise antisemitik fikrileriyle Führer’e destek sundular.

M. Foucault, 1976’da Fransa’da özel ilişkilerde rıza yaşının 12’ye çekilmesine ilişkin yasaya imza kampanyasını ilk imzalayan düşünürlerden idi. (Arkadaşı Guy Sorman, Foucault’nun Tunus’ta oğlan çocuklarını istismar ettiğini de iddia etti.) İlgili yasaya destek veren diğer ünlü filozof veya yazarlar: L. Aragon, L. Althusser (Derrida ve Foucault’un hocası, yapısalcı filozof), J. P. Sartre, Simone de Beauvoir, J. Derrida, J. F. Lyotard, G. Deleuze, Roland Barthes, F. Guattari…

Deleuze ve Guattari ikilisi renk ayrımcılığı (mesela siyahîlere karşıt olanlara tepki gösterilmesi) konusunda sessiz kaldılar.

Ünlü yönetmen Roman Polanski ve bizde yazar Metin Kaçan “tecavüz” iddiasıyla yargılandılar ve suçlu bulundular.

2020 sonlarında ünlü romancı H. Ali Toptaş hakkında, sosyal medyada, içinde "taciz” kelimesi geçen iddialar servis edildi.

Edebiyatın Ahlakla İmtihanı Ya da Eserini Sanatçının Sabıka Kaydının Bulunduğu Torbaya Koymak

Yukarıda verdiğimiz bilgilerle burada adı geçen yazar, filozof veya sanat adamlarının zaaflarını veya kabul edilemez söz veya eylemlerini öne çıkarmayı da bunlardan yola çıkarak onların eserlerini mahkûm etmeyi de düşünemeyiz. Bununla; onların üretken bir kafaya sahip olmaları yanında zaafları, yanılgıları ve yanlış işleri ile beşer olduklarını; beşerin şaşmalarının onlar için daha fazla cari olduğunu söylüyoruz.

Tartışma şuradan çıkıyor: Sanatçının, bazısı suç teşkil eden söz veya eylemlerini eserleri ile aynı torbaya koymalı mıyız? Başka ifadeyle Sanatçı, tartışmaya elverişli veya toplumun kabullerine aykırı söz veya davranışlar içindeyse (mesela suç işlediyse veya suçlulardan; hatta bize göre terör sayılan gruplardan yana tavır alarak bizi öfkelendirdiyse) bunun sorumluluğunu eserlerine de yüklemeli miyiz? (“Sanatçıyı eserinden, eserini sanatçıdan ayrı düşünemeyiz” mottosu meselenin başka bir veçhesidir ve edebiyat eleştirisi ve kuramları ile ilgilidir.) Bir yazarın bizi rahatsız eden söz ve eylemleri vatanseverlik damarımızı veya dini duygularımızı kabartabilir. Bu insani bir durumdur; ama yazar serini “uç” veya “suç” görünen davranışları eserinde özendirici bir ileti teması haline getirmiyorsa sırf sosyo-siyasal duruşu bize ters diye eserini mahkûm edebilir miyiz? Bu hakkı kendimizde nasıl bulabiliriz? Diyelim sanatçı/yazar veya filozof bir katil olsun ve suç örgütlerine yakın bir yerde dursun; ama eserleri harikulade ve toplumuna sunulmuş bir armağan niteliğinde. Üstelik bu, çeşitli vesilelerle de teyit edilmiş. Ne yapacağız? Sanatçının bu davranışını elbette hoş göremeyiz; fakat bundan eserlerini de sorumlu tutabilir miyiz? Diyelim bunu yaptık. Bu adil olur mu? Babasını öldüren bir filozofa katil diyebiliriz ama adam öldürenin kendisi olduğunu, görüşlerinin veya eserlerinin adam öldürmediğini kabul etmek durumundayız. Suç işleyen veya toplumsal değerleri hiçe sayan sanatçının eserleri değil ki, kendisidir. Soruyu daha da basitleştirelim: Diyelim sanatçı tutuklandı, eserlerini de mi tutuklayacağız? Bu sapla samanı karıştırmak olmaz mı?

Konunun başka bir veçhesi daha var:  Yazarın sanat görüşü bizimle aynı olmayabilir. Mesela anlatım tarzı, kullandığı yöntemler bizimle uyuşmayabilir. (Bu bir gereklilik bile değildir zaten.) Başka bir yazarın sosyo-siyasal görüşleri veya yazarlık tutumu bize ters gelebilir. (Aynı olması şart değildir.) Böyle bir konumda iken bize her nasılsa “tercih” veya “belirleyicilik” gibi bir görev verildiğini varsayalım. (Herkes kendisini bir an bu konumda hissetsin.) Önümüze o hoşlanmadığımız yazarla ilgili kayda değer bir konu (eser, çalışma, hakkında hüküm vermemizi gerektirecek bir dosya vb.) geldiğinde adil olamıyorsak ve hislerimizle hareket edebiliyorsak biz öncelikle dürüst değiliz demektir. Şayet o yazarın bizim dışımızda kendi çabalarıyla elde ettiği, okur nezdinde bir yeri ve konumu varsa, bu keyfiyet, vicdanımızın doğru işleyip işlemediğinin açık bir göstergesi olur. Hele kendimizi (andığımız gibi bir görev de olmaksızın) tayin edici makamında görüyorsak bu, vicdanımızın işlemediğini gösterir.

Öte yandan, bir yazarla aramızda yazarlık dışı kişisel meseleler veya o yazarın bize problemli gelen hoşlanmadığımız bazı davranışları da olabilir. İşte tam da burası bireyin vicdanının sağlıklı çalışıp çalışmadığını ortaya çıkaran bir turnusol kâğıdıdır. Dışta bırakıcı iş ve işlemler; “karar vericilik”, “değerlendirmen”, “eleştirmen” veya “jüri” etiketleriyle yapılırsa, yapılan iş ciddi bir ahlak problemidir. Kendisine sunulan kamu imkânlarını bu hırsın ve gözü dönmüşlüğün bir aracı olarak kullanmaktan çekinmemek ise ahlakın ilkelerini de zorlayarak haddi aşmaya girer. Haddi aşmak ise zulümdür.

Bir ilke: “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutun, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Herhangi bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsiz davranmaya itmesin. Adaletli olun.” (Maide:8’de geçen “kavim/topluluk kelimesini “birey” olarak da algılayabiliriz). Bu evrensel ilke de kişiyi kımıldatamıyorsa sadece hukuk değil ahlak da rafa kaldırılmış demektir; yapılan işler başka bir şeydir ve sanatla telif edilemez artık. Edebiyat mahfillerine bir süreliğine de olsa hâkim olan veya arkasını güce yaslayan bazı yazarların meslektaşlarına bunları fütursuzca yaptığını biliyoruz. Bu bilgi, bizim şahsi bilgimiz değildir. Sosyal medyada bir süredir tedavülde olan “edebiyatta çeteleşme” iddiaları herkesin malumudur. Yukarıda değindiğimiz ahlak dışı iş ve işlemleri eskiden “sol” yapardı; şimdi (orada bu tutumda bir eksilme olmaksızın) sağ”ı da “sol”u da “İslamcı”sı da maalesef yapmaktadır.

Konuyu Bitirirken: Orhan Pamuk’a dış medyaya verdiği bazı beyanları sebebiyle öfkelenildi. Bu bizi onun eserlerine de öfkelenmeye sevk ediyorsa duruşumuz adil değildir. Bu gibi konularda hislerimize kapılıp adaletten sapsak bile zaman kendi hükmünü veriyor. Nitekim bir süre sonra bu yazara yönelik öfke süreklilik arz etmedi, en azından eserlerine yansıtılmadı. Doğrusu buydu. Fakat yukarıda andığımız başka bir yazarımızla (HAT) ilgili -farklı nitelikteki iddialardan- eserleri de sorumlu tutuldu. Bir yazarın üzerine atılı “suçu” eserlerine de yüklemeyi doğru buluyor isek o zaman yukarıda andığımız kabul edilemez davranışları olan filozofları, sanat adamlarını kaldırıp atacak mıyız? Foucault’u okumayalım mı? 1960 darbesini alkışlayan bir yazı yazdığı için Tanpınar’ın üstünü çizelim mi? Hitler’e destek verdi diye ünlü filozofu faşist mi ilan edelim;  Heidegger’in Varlık Zaman’ını yakalım mı? Nietzsche’yi tanrılara kafa tutu diye okumayalım mı? (Ünlü filozofun aslında teslise, Hıristiyanlığın baba-oğul-ruhulküdüs’ten oluşan tanrılarına kafa tuttuğunu söylemeye gerek var mı?)

Sırf kişisel davranışları sebebiyle çocuklara tacizi kolaylaştıran yasal çalışmalara destek verdikleri için (bize göre 20’ yy’ın en büyük filozoflarından biri olan) G. Deleuze’ü, F. Guattari’yi, R. Barthes’ı; hakkında eşcinsel olduğu iddialar tekzip edilmemiş olan Foucault’yu okumayı yasaklamak ne cahilce bir davranış olurdu değil mi?

            ____________________________________________________________

*Bu yazının bir kısmı Olağan Hikâye dergisinin Haziran-Temmuz 2021 sayısında yayımlanmıştır.

 

 

Yeni yorum ekle

Plain text

  • Hiç bir HTML etiketine izin verilmez
  • Web sayfası adresleri ve e-posta adresleri otomatik olarak bağlantılara dönüşür.
  • Satır ve paragraflar otomatik olarak bölünür.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 195 kez görüntülendi. 1 yorum yapıldı.