Cemil Meriç’in, kelime kullanırken maddî hatalar yapan kimi profesörlerimiz için “Bunlar okur-yazar bile değil evlâdım.” dediğini bizzat kendisinden duymuştum. Osmanlı Türkçesinin önemini bu kadar güzel özetleyen bir ifade yoktur. Bu ülkenin kültür tarihine unutulmaz katkılarda bulunan A.H.Tanpınar, Kemal Tahir, B.Necatigil, Nihat S. Banarlı, Şerif Mardin, Semavi Eyice gibi üdebanın çevrelerindeki insanlara Osmanlı Türkçesinin bilinmemesinden daima yakındıklarını erbabı biliyor. Batı’da Rönesans ve Reform hareketlerinin öncülerinin, işe Batı’nın Osmanlıcası olan Lâtinceyi öğrenerek başladıklarını hatırlatalım. Osmanlıcayı 90 yıl boyunca liselerimizde ders olarak göremedik. Bu konu, mayınlı bir alan ve bir tabu olarak önümüzü yıllarca (2014’e kadar) tıkadı.
Bu toprakların yetişmiş değerleri, üreten yazar ve şairleri, uzun kış akşamlarında büyüklerinden halk hikâyeleri dinleyerek büyüdüler, halk masalları ve halk ninnileriyle avutuldular, onların ruhları halk türküleriyle beslendi. Fakat nicedir çocuklarımız, -yurt dışındaki de yurt içindeki de- halk hikâyelerini hiç duymuyor, halk masallarıyla uyumuyor, halk türküleriyle uyanmıyorlar; yabancı kökenli çizgi filmlerle, şiddete davet eden uyduruk ‘playsteyşin’ kahramanlarıyla büyüyorlar. Büyük değişimler yaşanan son 15 yılda da bu konuda (çocuklarımızın kendi medeniyet değerlerimize uygun yetişmesi konusunda) kayda değer mesafe alınmış değildir.
Problem, ekonomik gelişmemizi tamamlayamayışımız olmadığı gibi, Batı’dan teknolojik alanda geri durumda olmamız ya da Avrupa Birliğine üye olmayışımız değildir. Bir ülkenin teknolojisini tamamlama süreci 80 yıl mı sürermiş? Bir ülke 60-70 yıl boyunca “gelişmekte olan bir ülke” olarak mı kalırmış? Yıllarca bilgi kirliliği yapıldı. Problem, adı konmuş, taşları rayına oturmuş bir din, medeniyet ve tarih algısına sahip olmayışımızdır. Problem Batı medeniyet dairesine girmemizde veya giremeyişimizde ya da Avrupa Birliğine üye oluşumuzda veya olmayışımızda değil; problem sahih bir din ve medeniyet algısına sahip olup olmamakla ilgilidir. Bu problemin çözümü de bellidir: Bu medeniyete komşu, ama kendimize ait adı konmuş bir medeniyetin kodlarını genlerimize yeniden işlemek, bir medeniyet algınsına sahip olmak; kaybedilen değerler manzumesini eğitim sistemimizin hücrelerine kadar nakşetmekten geçiyor. İslâm’ı dışarıda tutarak kendimize ait bir medeniyetten bahsetmek ise mugalâtanın da ötesinde oryantalizmin ve sömürgeciliğin içimize soktuğu bir fitnedir.
Kimse, köklerinden koparılmış seküler bir süreci ya da İslâmî renk ve tonlarla paket yapılıp ambalajlanmış taşralılığı, kabalığı veya arabesk bir hayatı bize medeniyet diye sunamaz artık.
Sorunlarının tartışılmasından ürken veya korkan veya onları sürekli ‘halı altına atarak’ gizleyip erteleyen toplumlar, başkalarının müdahalesine açık olur. İslâm ülkelerinin provokasyonlara açık bir arena hâline gelmesinin sebebi budur. Müslümanların geçirdiği zorlu zamanlardan ve acı tecrübelerden sonra insanlığın ulaştığı nokta da dikkate alınarak yeni bir tefsirin ve yeni bir ilmihalin yazılmasına; içtihat kapısının açılmasına şiddetle ihtiyaç vardır.
Müslümanlar, (başta içtihat konusu olmak üzere) kendi elleriyle önlerine ördükleri duvarları kaldırmak zorundadırlar. Bu kalın duvarların en çetini, din-dindalık algısındaki problemlerdir. Basit bir misal verelim: İslâm’ın şartı 5 değil daha fazladır. İbadetle sınırlanan mevcut şartları kim neye göre belirlemiştir, bunları tartışmak gerekir. Kaldı ki o bildiğimiz temel şartlar da 5 değil aslında 2’dir: 1-Kelime-i şahadet getirmek 2- İbadet etmek (hac, zekât, namaz, oruç) Oysa temiz olmak, adil olmak, ahlâklı olmak; hoşgörülü ve nazik olmak, kendine yapılmasını istemediğini başkasına yapmamak, “emrolunduğu gibi dosdoğru olmak”, konuştuğunda doğru konuşmak, verilen sözü tutmak, kısaca istikamet sahibi olmak, doğru ölçüp doğru tartmak (aldatmamak), işini düzgün yapmak, yoksulu ve yetimi gözetmek, öldürmemek, çalmamak… İslâm’ın temel şartları bunlardır. Bunlar olmadan ibadet edemezsiniz; etseniz de yaptığınız ibadetin size hayrı olmaz (bkz Maun/4) Din algısı dediğimiz budur. Kaldı ki ibadet de dört unsurdan (namaz, hac, oruç, zekât) ibaret değildir. Şükür de zikir de ibadettir, insanlara tebessüm etmek, çok yememek, çok uyumamak, çetin kış şartlarında hayvanlara yiyecek bırakmak, doğal çevreyi korumak da bir ibadettir vb. Bu temel problem, din eğitimi alanında faaliyet gösteren diğer resmi ve tüzel, stk vb. tüm kuruluşlar için caridir.
Konuyla ilgili Dr. İsmet Uçma’nın yayımladığı önemli bir makaleden söz etmeden geçemeyeceğiz (1). Uçma ilgili makalesinde mevcut ders programlarının İHL’lerde Kur’an eğitimini ikinci planda bıraktığını, bu okullardaki ‘dindarlık algısı’nın mutlaka değişmesi gerektiğini söyleyerek ders programlarında köklü değişikliklere gidilmesini önermektedir. Uçman’ın önerdiği eklenecek dersleri şöylece ifade edebiliriz: Din İlimleri (Tefsir, Kelâm Hadis Fıkıh gibi derslerin birleştirilerek metodolojik genel bilgi verilmesi); bu derslerden boşalacak yerlere mesaj algısını öne çıkaracak şekilde Kur’an Eğitimi (adlandırma bize ait, Uçma ders adı vermiyor), Kitap Okuma, Adabımuaşeret, Dünya Düşünce Tarihi (Sokrat’tan Nietsche’ye kadar). Mevcut din algısıyla dindarlığa değil dini darlığa ulaşılır ve öyle de olmuştur. Bunu biraz açalım:
“Kütübüsitte” olarak maruf 6 temel kitabın “kutsal kitap” gibi algılanması ciddi bir problemdir. Bu konuyu gündeme getiren herkesi “hadis düşmanı” ilan etmek, tahfifle suçlamak araştırmanın ve öğrenmenin önünde bir tıkaçtır. Konu açılımına “yes’elûneke” یسئلونك (sana soruyorlar) diye başlayan Kitap’a karşılık onun tebliğcisi bir Peygamber, “Sizden öncekiler kesret-i sual (çok soru sormak) yüzünden helâk oldular” der mi? Dediyse bunun bağlamıyla şerh edilmesi gerekmez mi? Günümüzde özenli ve ilmi bir heyetçe hazırlanmış bir hadis şerhi kaynağına şiddetle ihtiyaç bulunduğu gün gibi ortadadır. İki rekât olan Cuma namazı nasıl olmuştur da 10 rekâta çıkmıştır? Keza Şia geleneğindeki “masumiyet’in karşılığı olarak Sünni geleneğe de “Aşere-i mübeşşere” nasıl yerleştirilmiştir? İnsanların dünyada iken cenneti garantilemesi Efendimiz’in öğretileriyle uyuşmamaktadır. Bunlar tartışılmalıdır.
Medya vaizlerinden birinden dinlemiştim: Secde mahalline yatan kediyi rahatsız etmemek için kıble istikametini değiştirecek kadar hayvanlara merhametli olan Efendimiz, “kertenkelenin görüldüğü yerde öldürülmesini” buyurmuşlar (!) güya; çünkü bu hayvan İbrahim (as)’ın ateşine körük sıkası imiş(!). Adam, sözün devamında öldürme biçimlerini ve bunlardan alınacak sevap derecelerini de sıralıyor ve bu akıl dışılıklara “Kütübüsitte”den dayanak da gösteriyordu. Bir başkası, ‘Efendimiz’in zaman zaman hacamat (kan aldırma) yaptırdığını, bu işlemlerden birinde görevli Sahabi’nin atık kanı dökmek yerine gizlice ‘içtiğini’ söylüyor ve bu akıl dışılığı Efendimiz’in “şifadır” diye onayladığına (!) Kütübüsitte’den kanıt (me’haz) getiriyordu. Bu, temizliği imanın temeli kılan bir dinin Peygamberine açık bir iftiradır. Temeli zayıf insanları dinden imandan edecek bu gibi uydurma “Hadisler” Kütübüsitte’de yer alıyorsa bu konu ciddi bir problemdir. Ciddi bir ilim heyetince gözden geçilip ayıklandığı taktirde “kaynak altı hadis kitabının tek bir kitaba ineceği” iddiası ciddiye alınacak bir iddiadır.
Vacip olmasına ve dinen zengin sayılabilecek kişiler için geçerli olmasına rağmen (farz da değil “müekked farz” hâline getirilen) ‘kurban kesme’ konusu da tartışılması gereken bir konudur. Gerçek şu ki imkânı olmadığı hâlde sırf örfün tazyikiyle birçok insan bankadan para çekip borç harç kurban kesmektedir. Konunun icra planı ayrı bir faciadır. Bu konuları konuşup tartışmak kimseyi dinden etmez; ama konuşmamak kimi insanları dinden eder. İmam Birgivî’nin şartlarında yaşamıyoruz. Hazretin uydurduğu ve cenazenin defninden saatler önce yapılan; (hani şu, Anadolu’da “devir” ya da alt üst” olarak bilinen) “ıskat-ı salât” türünden uygulamaların hiçbir dayanağı yoktur. Bu titizlenme, eski kaynaklara reddiye anlamına da gelmez. Eski kaynaklarda, dinin hedefini beş maddede toplayan ve kaynağını Kitap’tan alan evrensel bir değerlendirme vardır ki bugün de geçerlidir: Dini muhafaza bütün insanların din ve vicdani kanaat özgürlüğüne, aklı muhafaza, düşünce (felsefe) ve söz (kalem ve kelâm ve basın) hürriyetine, sanatsal ürünlerin korunup geliştirilmesine; malı muhafaza; mülkiyet hakkına, üretme, kazanma ve tüketme özgürlüğüne; nefsi muhafaza, can güvenliğine, bütün canlıların yaşama haklarına; nesli muhafaza, genç ve sağlıklı insanlar yetiştirilmesine, yani eğitime, gençliğin korunup yaşatılmasına tegabül eder.
Başka bir şey daha var ki bu ayrı bir yazı konusudur. O kadar tecrübe yaşandıktan ve onca acılardan sonra İslâm coğrafyasından uluslararası etki gücüne sahip felsefe akımlarının çıkmayışı; etki alanı oldukça geniş kültür ve sanat akademilerine, siyaset edenleri etkileyebilecek güçte “think-thank” türünde bilgi ve düşünce üreten kuruluşlara sahip olmayışları düşündürücüdür.
________________________________________________________________________________________________________
(1) İsmet Uçma, Dil ve Edebiyat Dergisi, Eylül 2015, sa.81 s.14, İstanbul; İslâm Dünyası İçin Örnek Eğitim Kurumumuz: İmam- Hatip Okulları. Uçma, bu makalesindeki İmam-Hatip Liselerinin Eğitim Öğretim Programının İyileştirilmesi Konusunda Öneriler bölümü oldukça aydınlatıcıdır.