1757 yılının bir sonbahar günü Fransız ordusunun Kayzer II. Friedrich karşısında yenilgiye uğradığı haberi Paris'e ulaşır. Bir eğlence esnasında kötü haberi alan Kral XV. Ludwig'in metresi Madame Pompadour tarihe geçecek bir söz eder: "Après nous, le déluge" ("Bizden sonra Tufan"). Yani, ülke batsın ama keyfimiz kaçmasın, demektedir sosyete kraliçesi. Soylu sınıfın bu aymaz tutumu daha sonra Fransız aydınlarına sirayet etti. İki yüzyıl 'irrasyonalizm' ayrıcalığını doyasıya yaşadılar, ve asla tufana yakalanmayacaklarını sandılar!
Popülizm hastalığı 18. yüzyılden beri Fransız siyasetinin ayrılmaz parçasıdır. Öyle ki, Robespierre kendisinin 'halk' olduğuna hükmetmişti! III. Napolyon ismine 'halk' denilen topluluğun kendisinde vücut bulduğuna inanmıştı! 20.yüzyılın aydınları da bu şemaya bakarak zihinlerini kodladılar. Çağın algoritması onlara göre çok basit ve değişmezdi: ''Parça bütündür, ve zümre herkestir.'' Özetle; çoğunluk, hiç kimsedir. Burada bir iç düşman yaratma amacı açıkça görülmektedir.
Önce aydınlar arasında bir maya tutar: Gerçek olarak bildiğimiz herşey toplumsal bağlamdan ayrı düşünülemez. Şimdi 'söylem' diyoruz buna. Dil oyunu ya da kültürel ana akım da denilebilir. Veya Richard Rorty'nin ifadesiyle «Hakikat, çağdaşlarının seni rahat bıraktıkları şeydir.» Hayata 'çoklukta birlik' gözüyle bakan insanlar olayları ekseriyetle 'yatay' değerlendirir, ama derine inmezler. Kısaca ona biz; sorunları deşmezler, diyelim... 'Hakikat' türünden metafizik izahat gerektiren konulara ise hiç dokunmazlar. Aslında hepimiz ahir zamanda dilediğimiz şekilde düşünme ve inanma hürriyeti imkanı veren bir ağın içine düştük! Çoğumuz - isteyerek veya istemiyerek - şehir hayatının getirdiği vurdumduymazlıkla çeşitliliğin keyfini sürüyoruz. Hayatımıza gereksiz sınırlar çizmekte isteksiz davranıyoruz. Çünkü modern hayat bize, 'doğru ve yanlış' veya 'hak ve batıl' hakkında ciddiyet gerektiren gözlem yerine, kayıtsızlığı emrediyor. Son halkoylamasında görüldüğü üzere; demokratik bir düzen içerisinde oy kaygısıyla çağlar öncesinin ilm-i kelamına sarılanlar çuvalladılar. Değişimi ıskalayan sadece muhafazakar sağ değil, sol da ülke gerçeklerinden uzak ve zihnen 19. yüzyıl senaryoları içinde yaşamaktadır. Demek ki; Avrupa ile yaşadığımız asırlık tarihi ilişkiden, edindiğimiz onca tecrübeden sonra ne ortak bir kültür ne de ortak bir inanç çıkarabildik. “Yeter! Söz milletindir!” dememize rağmen...
Başta çağdaş eğitim almış müslüman aydınlar olmak üzere her okur yazar 'hakikat' kavramının arkasında çıkarların çatıştığını bilir. Foucault, Deleuze ve Derrida okumuş her seküler aydın da 'hakikat' kavgasının bir iktidar oyunu olduğunu kavrar. Bu bakış açısına sahip aydınlar kaygan bir zemin üzerinde yürürken; çokluk'un tek'den iyi olduğunu, ötekini huzursuz etmeden, herkesin kendi yoluna gitmesini tavsiye etmekten geri durmazlar.
Söylem elbette güzel; ancak Beyaz Saray'da Trump'un, Ak Saray'da Erdoğan'ın oturduğu gerçeğini kabul etmekte zorlanıyorlar. Eski düzeni arzuladıklarını, hatta 'yeni' gerçeğe bir türlü alışamadıklarını görüyoruz. Her siyasal çevrenin/camianın 'hakikati' kendi zevkine göre yorumlaması karşısında ise nutkumuz tutuluyor, öfkemiz kabarıyor. Ama bu çarpık zihniyeti bizzat aydınlar topluma aşılamadı mı? Postmodernizm değirmenine yıllarca su taşıyarak kargaşa ve karmaşa ortamının doğmasına yol açmadı mı?
Şimdi bu teşhiste biraz duralım, ve kısa bir beyin jimnastiği yapalım! Bir aydından ne beklenir, hiç düşündünüz mü? İlgili olduğu ya da araştırdığı alandaki gerekçeleri tasnif ederek sunması ve bilimsel verilerin sonuçlarını ilk önce kendisinin benimsemesi gerekir. Bir aydın 'gerçekler yoktur, yalnızca yorumlar vardır' diyemez. Ancak Türk aydınları Tanzimat'dan beri Fransız düşüncesinin uydusu konumuna düşmüştür. Her bakımdan Fransız aydınlarını taklide yeltenmiştir. Kıbleyi Paris'e çevirmelerinin sebebi ise bizce meçhul değildir: Derbederlik. Çünkü ruh ikizlerini orada bulmuşlardır. Son çeyrek asırda da durum böyledir. Kural takıntılı Alman düşünürler değil, yabani Fransız düşünürler öne çıkmıştır. Örneğin; Habermas'ı dikkate alsalardı, onun 'ifadeni gerekçelendir, çelişkiye düşme ve uzlaşı ara' tarzındaki iletişimsel emirlerini uygulamak zorunda kalacaklardı! Belki, şimdi bir kısım solcu aydın 'Biz Habermas'ı sevmiştik ama' diyecektir. Ancak Habermas'ın 'geçerlilik iddiaları ile uzlaşı çağrıları' onları huzursuz etmemiştir, diyemeyiz.
Savruk Fransız aklı, özellikle 68 kuşağı için çılgın ve delice geliyordu. Komşu ülke Almanya, toplumun intizamlı şekilde demokratikleşmesini hedeflerken; Fransa, 'Yeryüzünün Lanetlileri'ni bir kaşık suda boğmanın telaşına düşmüştü. İyi niyetli, ama hiç bir işe yaramaz sol fikirleri okuyunca 'Keşke Habermas'a sarılsalardı' diye hayıflanıyor insan. Tarihsel gelişimini dikkate aldığımızda; eline fırsat geçseydi, Türkiye solunun ülkede kurabileceği en iyi idare şekli 'diktatörlük' olurdu. Lakin bu mazhariyetten Türkiye sağı - çapsızlıktan ötürü - hem yoksun kalmış hem de kendini dünyaya zincirle bağlamıştır!
Evet, laik çevreler Habermas'ın egemenlikten arınmış 'diyalog' önerisinin üstünü örttü de ne oldu? Uzlaşmak rakiplerin işine yarayacak, diye ödleri koptu. Niyetleri açığa çıkar endişesiyle herhangi bir gerekçe de bildirmediler topluma. Aman başımız ağrımasın, diyerek, düştükleri çelişkileri görmezden geldiler. Demokratik kuralları önce kendileri çiğnediler. Taraftarları dolduruşa getiren mesnetsiz iddialar yaymaktan çekinmediler. Oysa; Habermas'ın önerisi, başkalarının iradesine boyun eğmekten korkan kimseler için düşünülmüş ince bir ayardı. Ancak; münazara ve münakaşa, zayıfların güçlüleri frenlemek için buldukları lüzumsuz bir araçtır, diye, içlerinden geçirdiler.
Peki, keyfiniz ne zaman olacak? Sizleri nasıl ikna edeceğiz? Onaylayarak mı, severek mi veya ortak ederek mi? Nietzsche, 'her talebin arkasında bir iktidar iradesi bulunur' demişti. Akıl terörüne karşı deliliği yücelten Foucault, düzen havariliğine karşı şizofrenliği alkışlayan Deleuze size bunları öğretmedi mi? Anlayış ve arabuluculuk, izlenebilirlik ve uzlaşı gerektiren ilkeler etrafında buluşmak zorunuza gitti hep. Fransız aydınları gibi imrenmek, öykünmek lügatınızdaki tek yüklem oldu. Bedeni zevklerin öne çıktığı bir hayatın içinde, övgüler denizinde boğulmaktan yorulmadınız. Ne toplum sizi anladı, ne de siz toplumu!
Demokrasinin geleceğinden kaygı duymadığımız için; çekinmeden, 'gerçek' olarak gözümüze soktuğunuz her görüşü, bir 'değer tasavvuru' ya da 'irade beyanı' olarak gördük. Türkiye'nin yarınları için endişelerini dile getiren uzmanlar ile hemfikirdik. Onların korku masalları anlattıkları veya ideolojik cengaverler oldukları aklımızın ucundan geçmezdi. 'Gerçek' kabul ettiğimiz herşeyin bir toplumsal kurgu olduğunu sürekli vurgulasanız da bilim adamlarının doğruları söylediklerine hep inandık. Soruna müdrik oluncaya dek bu şizofreniyle yaşayıp gittik. Aydınlar objektif gerçek olmadığı inancını siyasi çizgisindeki kişilerle paylaşmaya devam, toplum ise yalnızca mutlak gerçeklere riayet etti! Özetle; aydınlar kendi inanmadıkları değerlere ve ilkelere halkın inanmasını ısrarla beklediler...
Düşünmediler ki, gün gelir devran döner. Çöpe attığınız demokrasi – her yiğidin ayrı yoğurt yiyiş tarzı olduğu gerçeği içinde – bir gün ciddiye alınır. Akıl oyunları her daim tek yönde sürgitmez. Kim demiş; bir dünya görüşü içine gömdüğünüz gerçekler açığa çıkmaz. Beyinlere musallat olmuş 'gerici' fikirler sökülüp atılmaz. Türkiye öyle düşünmüştü, başka türlü de olmaz, demişti. Artık aydınlar kendi silahıyla vuruluyor. Aşk olsun, diyerek kekeliyor. Belki, gerçeğin sosyal bir kurgu olduğuna kendileri de inanmamıştı. Olsun! Halkı kızdırmak çok hoşlarına gitmişti. Eminim.