Fikir yazısı yazmanın, yazılan konunun ya da fikirlerin değil, şahısların (inanç ve dünyagörüşlerinin) hedef alınarak, yargılanarak, töhmete, zanna ya da ‘mahalle kavgası’na dönüştürülebildiği bir kültürde, özellikle din, siyaset ve ahlak konularında yazmak her halde oldukça yorucu ve cesaret isteyen bir eylem olarak görülebilir. Yine de hakikat olduğuna inandığınız bir şeyi söylemenin ve yapmanın en erdemli yaşama biçimi olduğu kuşku götürmez bir gerçektir.
“Nekropolitik Şiddet, Teopolitik İstisnacılık ve ‘Gazze’nin Eşekleri’” başlıklı bu yazı, Hristiyan Katolik dünyanın 267nci papası olan Papa 14ncü Leo’nun Türkiye’ye yaptığı ziyaret ve bu ziyaretin bir kısım ‘milliyetçiler’, bir kısım ‘muhafazakârlar’, ve bir kısım ‘laikçi kemalistler’ tarafından sosyal medyada, duygusal olarak anlaşılabilir olan ama pek çok gerçek dışı ve temelsiz iddialarla tartışıldığı bir döneme denk geliyor. Bu konuda yani, bugün, müslümanların, gayri müslim Avrupa ülkelerinde Kutlu Doğum kutlamalarından tutun da mescid ve minareli dev camiler açabilmelerine, İstanbul'un fethini kutlamalarına izin verilen bir dünyada, Vatikan Papası ile Rum Ortodoks Patriğinin öncülüğünde toplanan Hristiyanların ayinlerini ülkemizde (İstanbul ve İznik) yapmalarına –kendi itikatlarınca elbette- izin verilmesinin, 1700 sene önceki İznik Konsili'nden ya da 1000 sene önceki Clermont Konsili'nden habersiz olunmayla ilgisi olmayıp, ‘devlet aklı’nın konjoktürel ve stratejik bir kararı olduğunu düşündüğümü de belirtmeliyim. Bu karşılama (bilgiler-görüntüler dikkatle incelendiğinde, bu detayla ilgili resmi açıklama da olmadığı için aslında içinde Resulullah sevgisi zikredilen –rahatsız olacaksa Papa’nın rahatsız olması gereken- ‘Talea’l-bedru’nun Papa’yı karşılamak için icra edilmediğini, Cumhurbaşkanı ve Papa salona gelmeden önce saz heyetinin orkestra uyumu için arayı doldurarak yapılan ses provası olduğunu düşündürüyor) ve ziyaret izinleri olsa olsa hem Osmanlı'nın Emânnâme geleneğinin sürdürülmesi hem de şu an ulusal, uluslararası ve bölgesel menfaatlerimizi gözeten bir politika yürütülmesiyle ilişkilendirilebilir. Osmanlı döneminde herhangi bir Papa'nın ziyaret etmek isteyip engellendiği bilgisi tarihi gerçeklere dayanmamaktadır. Ziyarete cesaret edecek durum olmamıştır. 19 y.y.'a kadar bir protokol bile mevcut değildir. 1925'te Atatürk’ün engellediği iddiasının da temelsiz olduğu anlaşılmaktadır. Bu iddianın zamanında Atatürk tarafından kurdurulmuş olan ‘Türk Ortodoks Kilisesi’ tarafından sosyal medyada yaygınlaştırıldığı görülmektedir ki bu da başlıbaşına bir yazı konusudur. Papalık'la diplomatik ilişkiler 1960 yılında başlıyor. Bu tarihten sonr üç Papa'nın (1967, 1979, 2006) Türkiye ziyaretlerinde İznik ziyaretine izin verilmemiş, bu da Yunanistan'la ilişkiler, Kıbrıs meselesi, Papalığın İslam ile ilgili o günlerdeki demeçleri, Ayasofya gibi dönemin stratejik konularıyla ilgili olmuştur. Bugün Türkiye hem bir bölgesel güç olarak hem de AYASOFYA'yı ASLINA CAMİYE dönüştürmüş olmanın gücüyle, Papa’nın İznik ziyaretine izin vermiştir. Bundan önceki ölen Papa Ayasofya’nın “müze olarak kalması’nı dilemiş, camiye çevrilmesinden “acı duyduğu”nun beyan etmişti. Ben de o zaman yine Fikir Coğrafyası’nda “Mamma li Turchi! Ayasofya Cami Olmuş: One Minute!”(1) başlıklı bir yazıyla düşüncelerimi ifade etmiş, bu konuda uluslararası online bir tartışmaya da katılarak Ayasofya’nın niçin camiye çevrilmesinin, fıkhi değil siyasi tarih bilinciyle bakıldığında normal ve kaçınılmaz olduğunu anlatmıştım. O tartışmalarda o günlerde Arap ülkelerinden tarih ve siyaset bilinci gelişmemiş bazı “müslüman”lar ‘ehl-i kitabın mabedlerine dokunulmaz’ iddiasından hareketle sömürgeci diliyle konuşuyorlar ve yazıyorlardı. Ayasofya’nın cami olarak aslına dönüştürülmesine Batı’dan yapılan tepkilerin de bu yazının başlığıyla ilgisi vardır. Sessizce geçemeyeceğimiz bu konuyu bu kadarcık bir izahla kenara koyarak şimdi çok daha temel bir mesele olarak gördüğüm esas tartışmamıza geçelim: Nekropolitik teopolitika.
Bu konu, bir anlamda, daha önce burada Fikir Coğrafyası’nda yazdığım ve geniş bir okuyucu ilgisine/kavrayışına mazhar olmasından memnuniyet duyduğum “Tarihin Sonu ve Son Müslüman” (2) başlıklı yazımın da farklı bir pencereden devamı kabul edilebilir. Tartışmamızda, nekropolitikanın Batı dünyasının dini politikasının nasıl bir devamı olduğuna işaret edilecektir.
Önce Nekropolitika kavramıyla başlayalım. Nekropolitika, bir Orta Afrika ülkesi iken önce bir Alman kolonisi sonra da İngiliz ve Fransız sömürgesi olan, sonra süreçte bölünen, yani Batı’ tarafından sömürgeleştirilmiş olan Kamerun’da bir sömürge çocuğu olarak doğmuş büyümüş, ancak doktora eğitimini Fransa’nın Sorbonne’unda tamamlayıp Batı’nın önemli üniversitelerinde dersler vermiş, ödüller almış, diğer bir ifadeyle sömürgecilerin akademik saraylarına sızmış bir postkoloniyal-antikolonyalist sosyal filozof ve siyaset bilimci olan Achille Mbembe tarafından geliştirilmiş bir kavramdır. Önce 2016’da Fransızca yayınlanan sonra 2019’da İngilizce’ye aktarılan Necropolitics (3) kitabında Bu kavram, modern iktidar yapılarının "kimin yaşayacağına, kimin öleceğine karar verme güç ve yetkisi"ni nasıl kendilerinde görerek ötekileştirdiğini, kendisi dışındaki insanları “yarı-insan” görerek hiçe saydığını tanımlayan bir kavramdır. Bu yazımızda, Mbembe’nin Batı kolonyalist emperyalizminin nasıl bir ‘nekropolitika’ olduğuna dair analizini esas alarak, Gazze soykırımının sadece bir Yahudi siyonizmi fitnesi olmadığını, Batı’nın Gazze soykırımı karşısındaki İsrail yanlısı duruşunun da gösterdiği gibi, hem dini hem de siyasi olarak Batı politikasının karakteriyle ilgili olduğunu anlatmaya çalışacağız. Postkolonyal eleştiri çalışmaları bağlamında yeni bir konu olmamakla beraber, Mbembe’nin Batı’nın küresel sömürgeci siyasetini ‘nekropolitika/nekro-siyaset’ olarak tanımlayarak eleştiren yaklaşımının Türkiye’de yeterince ele alınmadığı söylenebilir. Postkolonyal bir eleştirmen olarak önemi bir tarafa, Mbembe ayrıca 2020’den itibaren siyonist lobiler tarafından yoğun bir antisemtizim suçlamasına maruz bırakılmış olan bir düşünürdür. İsrail’in Filistin işgali ve yönetimini, nekropolitik (yani bir başka halkın ölümüne karar verme politikası) ve kolonyal bir etnik apartayt rejimi olarak nitelemesi, ayrıca BDS boykotunu desteklemesi nedeniyle yani İsrail’i çağdaş kolonyal pratiklerin en önemli örneklerinden biri olarak tanımlaması nedeniyle siyonist lobiler tarafından ‘İsrail’i şeytanlaştırma, holokostu sıradanlaştırma’ suçlamasıyla hedef haline getirilmiş, ve onca yıllık ‘saygın’ konumuna rağmen Batı’da bazı akademik programlara katılımı bile engellenmiştir. Şimdi artık Güney Afrika’da bir Üniversitede ancak çalışıyor olabilmesi sanırım tesadüf olarak görülemez ve nekropolitika tartışmasının da ispatı olarak görülebilir. Bu bağlamda Mbembe’nin, Michel Foucault’nun biyogüç ve kontrol tartışması üzerinden Batı ‘medeniyeti’ne yönelik, postkolonyal bağlamda ‘Nekropolitik insandışılaştırma (dehumanisation)’ eleştirisi tam da yerini bulmaktadır.
Nekropolitika kelimesinin başındaki ‘nekro’ ön eki ya da kelimesi, Yunanca ‘ölü’ anlamına gelmektedir. Nekropolik de dolayısyla ‘ölü(m)politikası’ demektir. Nekropolitika kavramı, sömürge sonrası devletlerin ve askeri güçlerin ‘ölüm’ü ve ‘tüketilebilirliği’ egemenliklerinin merkezi araçları haline getirme biçimini inceler. Bugün Gazze, nekropolitik şiddetin yani ‘kimin toplu halde öleceğine kimin karar verip, kimin de buna aracı olabileceğinin’ en canlı, sistematik ve belgelenmiş örneklerinden biridir. Hatta ölenlerin arkasındaki destekleyenlerin de ölümü kutsaması sağlanır farkına varmadan. Nekropolitika bu oyunun adıdır ve sinsice düşer çoğunluk bunun tuzağına. Ölüm sıradanlaşır mazlumların çığlığında.
Gazze’nin eşekleri: İnsancıl Barbarlık
Batı’da Belçika, Fransa ve en son Almanya’nın Gazze’den “hayvan hakları” adı altında yaralı, bakıma muhtaç eşekleri kurtarak bu ülkelere tedavi için götürdüğü, ama Filistinli hastaları yaralıları kabul etmediği bir insancıl barbar dünyada, Gazze, dünyanın en görünür “ölüm-dünyası” hâline geldi—hayatta kalmanın belirsiz olduğu, altyapının yok edildiği ve sivillerin sürekli tehdit altında yaşadığı bir bölge. Gazze’de eşekler, soykırımın katliamın yok ettiği yaşamın asgari şartlarında birer taşıma aracı. Mevcut yetersiz imkanlarına rağmen Gazzeliler oradaki mobilite için vazgeçilme olan kalan eşekleri kullanabilmek için tedavi ve bakımlarıyla ilgilenirken, Batılı ülkelerin, Gazze’nin eşeklerini, tüm imkanları seferber edip alarak Avrupa’ya bakıma götürdüğü bir çağdaş dünyada aşağıdaki tartışma anlamsız kalıyor: “Aksa Tufanı zamanlama ve strateji olarak doğru muydu, gerçekte kim-niçin bu operasyonu yaptırdı, kimler kullanıldı, kimler işbirliği yaptı, kimler öldü, 100 bin Gazzelinin ölümüne ve kalanların perişanlığına karşı koruyanı olmadığı bir katliamın önünü açanlar, tünel cihadının Gazzelileri korumamasından da sorumlu değil mi, 2 yıl sonra tüm 70 yıllık işgalin hasılasıyla birleşik olarak ne elde edildi, öngörülemez miydi, farklı yöntemler kullanılamaz mıydı?” Çünkü Gazze'de İsrail otoritelerinin uyguladığı kuşatma, abluka, sistematik bombardıman, elektrik, su ve tıbbi yardım kesintileri ile sivillerin neredeyse hiç "yaşama alanı" bırakılmadan sıkıştırılmasının, gerçek bir nekropolitik deney olarak işlev gördüğü gerçeği insanlığın vicdanını kanatan acı bir gerçeklik olarak önümüzdedir. Sivil nüfus topluca "yönetilebilir bir ölüm alanı"na dönüştürülerek yaşamın kendisi sürdürülemez hale gelmektedir. Bu yalnızca bir askeri strateji değil; aynı zamanda sosyal, psikolojik ve teolojik bir imha projesidir. Hannah Arendt’in Totaliteryanizmin Kökenleri kitabında “ (Nazi)Toplama kamplarındaki yaşamın hiçbir benzeri yoktur. Onun dehşeti, tam olarak hayal gücüyle kavranamaz; çünkü o, hayat ve ölümün dışında durur.” (4)betimlemesi bugün daha fazlasıyla Gazze için sözkonusudur. Katliam gerçekleşir, insani yardım götürülür, aslında arkasındaki toplumsal desteğe rağmen bir iki kişi savaş suçlusu ilan edilir. Bosna’da da Srebrenitsa’da da aynısı olmuştur. Oysa esas katil bellidir. Nekropolitikacılar. Diğerleri tetikçi. Büyük bir Avrupa ülkesinin Başbakanı’nın İsrail’in İran’a saldırısı hakkında “İsrail bizim ‘kirli işimiz’i (drecksarbeit - dirty work) yapıyor” (5) diyerek övmesi , nekropoltikanın en çarpıcı en üst örneklerinden birisidir.
Dil, nekro-teopolitik süreçde ve eylemde kritik bir rol oynar. İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, Filistinlileri "insansı hayvanlar" olarak nitelendirmiş, diğer yetkililer Filistinlileri Amaleklilerle özdeşleştirerek Tevrat'taki toplu yok etme emirlerini çağrıştırmıştır. Bu dehumanizasyon/insandışılaştırma, bütün toplulukları öldürülebilir, harcanabilir ve yas tutulmasına gerek olmayan bir konumda sunar; nekropolitika ancak bu ideolojik temel üzerinden çalışabilir. Batı siyaseti bir nekro-teopolitikadır. Yani, nekropolitika, aynı anda teopolitika olarak işler: Dinin, kutsal anlamların, mitlerin ve teolojik kavramların iktidar tarafından şiddeti meşrulaştırmak, hâkimiyeti sürdürmek ve yaşam-ölüm üzerindeki kontrolü kutsallaştırmak için seferber edilmesidir. Bu ilişki özellikle sömürgecilik projelerinde, yerleşimci ideolojilerde ve modern çatışmalarda açık biçimde görülür; çünkü şiddet, çoğu kez “ilahi görev”, “tarihî kader” ya da “kutsal zorunluluk” adına icra edilir. Batı, bu köklü nekropolitikasını uygularken, müslümanların da ‘cihad anlayışı’nı bir yaşama/yaşatma çabası/eylemi olarak değil, ölme/toplu intihar ve öldürme eylemi olarak sunmaktadır. Daha da traji-ironik olanı ise pek çok müslümanın da, ‘bize Allah ölmemizi emretti, sonuçtan sorumlu değiliz’ iddiasıyla, Kuran ve Sünnet’in “sünnetullah” ve “cihad”(belli bir güç ve strateji şartı getiren) vizyonuna aykırı olmasına rağmen, Batı’nın tanımladığı bu ‘sözde İslamcı-cihatçı söylem’ manipülasyonuna yenik düşebilmesidir. Oysa bu yenik düşüş, Batı’nın işine gelmekte ve nekropolitikasını beslemektedir.
Nekropolitika sadece öldürmek değildir; öldürmeyi ahlaki olarak meşru kılan bir evren yaratmaktır. Akademya da “istisnacı sessizlik”le (the silence of exceptionalism) bu nekropolitikaya çanak tutar. Bütün göçmenler ve mazlumlar akademyada bir şekilde hem özne hem araştırma konusu olarak yer bulurken, Filistinliler bir istisnacılığa-exceptionalism’e maruz bırakılırlar ve sessizce geçilir. Bu yazının yazıldığı tarih itibariyle son iki yılda Avrupa’da katıldığım akademik etkinliklerde, detaya girmeden ama kuvvetli bir diskurla Gazze üzerinden yürüyen adaletsizliğe her temas ettiğimde, Avrupalı akademisyenlerin (katıldığım konferans ve proje etkinlikleri kapsamında benzerleri arasında en “çoğulcu ve diyalogcu” görünenlerin de dahil) bana korkunç derecede gayri insani gelen sessizliği ve ilgisizliği, epistemik (ırkçı, sömürgecilik ve istisnacılık) olarak nasıl bir nekropolik şiddet içinde yaşanıldığını göstermektedir. Devletlerin veya hareketlerin bazı toplulukları “öldürülebilir” ilan edebilmesi için bazı hayatların değerli, bazılarının ise değersiz olduğuna, insan değerinin hiyerarşik olduğuna, hatta eşeklerin hayatının daha değerli olduğuna, şiddetin bir “görev” olduğuna insanları ikna etmesi gerekir.
Bu iknanın temelleri özünde teopolitiktir. Dolayısıyla, teopolitika, nekropolitikaya şunları sunar: seçilmişlik anlatıları, kozmik savaş imgeleri, saflık/kirlilik anlayışları, kurban ve fedakârlık söylemleri, kutsal coğrafyalar, eskatolojik (kıyamet/son) vizyonları. Bu nedenle nekropolitika, dini sadece “araç” olarak kullanmaz; mantığını sürdürebilmek için teolojik bir dilbilgisine ihtiyaç duyar. Şu örnek bunu izaha gerek bırakmayacak kadar sarih ortaya koymaktadır. İşgalci İsrail devleti bünyesinde Tapınak Enstitüsü adında bir kurum bulunmaktadır. 2020’ye kadar Kudüs’teki Kutsal Tapınağın yeniden inşasına adanmış olan bu enstitünün Uluslararası Direktörü, Sanhedrin’i yeniden canlandırma projesinin öncülerinden biri ve 2020’de Kudüs Işıkları Örgütünü kuran Haham Rabbi Chaim Richman’dır. Richman, Tapınağın yeniden inşası için gerekli olan kırmızı düveyi üretme çabalarına katılımıyla bilinir. Bir röportajda (6) Haham Richman şöyle demiştir: "Hristiyan dostlarımıza şunu söylemek istiyorum… Durumu olduğu gibi söylemek gerekirse, siz sadece bir Yahudi’ye tapıyorsunuz, bu bir hatadır. Hepimize tapmanız gerekir çünkü biz her gün sizin günahlarınız için ölüyoruz." Richman devam eder: "Ve işte burada tam olarak olan şey budur. Hepimiz Tanrı’nın ilk doğanlarıyız ve şu anda sizin günahlarınız için ölüyoruz, çünkü İsrail topraklarındaki Yahudi halkı, Ork’lara karşı bir kale görevi görüyor. Orklar, yakındaki bir tiyatroya değil, doğrudan sizin evinize geliyor!" Buradaki `Ork`lar, Batı tarih vizyonunda ve popüler kültürde özellikle İslam’a karşı kullanılan sembolik bir kavramdır. Tolkien’in kurgusal Orta Dünya evreninde Orklar, Melkor tarafından yaratılmış yarı insan, yarı hayvan bir ırktır. Silmarillion ve Yüzüklerin Efendisi romanlarında Orklar, karanlık güçler olan Morgoth, Sauron ve Saruman tarafından asker ve hizmetkâr olarak kullanılır; Hobbit romanında ise baş düşmandırlar. Richman da söyleminde Yahudileri bir tarafa koyarken, diğerlerini yani yahudi olmayan herkesi “Orklar” olarak nitelendirmiştir. Orklar, kırmızı gözlü ve insanlık dışı birçok özellik taşıyan insansı varlıklardır. Bu, işgalci güçlerin Gazze’ye son saldırısından önce en üst düzey açıklamalarında da ortaya çıkmıştır: Filistinliler için kullanılan “human animals-insansı hayvanlar” ifadesi dünya basınında yankı bulmuştur. Talmud’da da benzer insan ve hayvan sınırının bulanıklaştırıldığı ifadeler vardır. Bu örnek de göstermektedir ki, Batı medeniyetinin nekropolitik şiddeti ile teopolitik mantığı aynı kaynaktan gelir: Gazze’deki kuşatma ve bombardıman, sadece askeri bir strateji değil, aynı zamanda ahlaki ve teolojik bir haklılaştırma ile desteklenmektedir. İnsanları “öldürülebilir” ve “yok edilebilir” kılmak için dini ve kültürel bir dil seferber edilir. Orklar ve insansı hayvanlar gibi semboller, bu şiddeti “görev” ve “kutsal” hâline getirir.
Nekropolitik düzenlemeler—ablukalar, işgal bölgeleri, mülteci kampları, kuşatma altındaki şehirler—çoğu kez teolojik bir çerçeveyle ifade edilir. Tarih boyunca, “Vaat Edilmiş Toprak” anlatısıyla sınır şiddetinin meşrulaştırılması, haçlı kozmik savaş söylemleri, Afrika ve Amerika’da sömürgeci ırk teolojisi, Avrupa’nın Hristiyan medeniyet üstünlüğü söylemi, Filistinlilerin “Amalek” olarak tasvir edilmesiyle, yahudi kutsal metinlerinde ve yorumlarında yahudi olmayanların hayvanlara benzetildiği, çoluk-çocuk yok edilmesi gerektiğine dair alıntıların paylaşılmasıyla meşrulaştırılan yok edici soykırımcı söylemler, hep nekro-teopolitik örneklerdir. Pek çok dini kültürde kutsal metinlerin benzer yorumlarla ‘nekropolitik’ şiddete kaynak yapılabildiği bir gerçektir. Ancak Dinler Tarihi penceresinden bakıldığında ‘yahudi-hristiyan siyonizmi’ nekropolitik şiddet teolojisinde benzersizdir. Bu teopolitik çerçeve, toprağı kutsal mekâna, şiddeti arınma ritüeline, şiddete dayalı hâkimiyeti ilahi buyruğa dönüştürür. Böylece mekânsal nekropolitika, mekânsal teopolitikaya dönüşür. Yani Nekropolitika, öldürmeyi “ahlaki” kılmak için teopolitik dile ihtiyaç duyar. Nekro-teopolitik kolonyalizmde, ölüm kararları “kurtarıcı” olarak sunulur, güvenlik (kimin terörist olduğuna karar verilerek) kutsal bir değere dönüşür, ulus bir idol haline gelir, askerî şiddet bir ayine dönüşür, düşman metafizik tehdit olarak gösterilir.
Gazze, nekropolitika ile teopolitikanın nasıl kesiştiğini berrak bir şekilde gösterir. Nüfus “yavaş ölüm” şartlarına mahkûm edilir, İsrailli yetkililer teolojik referanslarla konuşur (“Amalek”, “insan hayvanlar”, “kutsal savaş”, barbarlığa karşı medeniyeti temsil), toprak ilahi vaat olarak sunulur, öldürme bir görev, ölüm bir arınma haline gelir, abluka ve kuşatma mesihi ulusalcılık üzerinden meşrulaştırılır. Burada şiddet sadece stratejik ya da politik değildir—kutsallaştırılmıştır. Yani nekro-teopolitik güç, silah kullanarak tarih yazmaya çalışmaktadır. Şiddet teolojik hâle geldiğinde uzlaşma ihanet sayılır, barış günah olur, düşman mutlak kötülük olur, ölüm arınma haline gelir, müzakere sapkınlık ilan edilir. Teopolitik nekropolitika, ya da nekro-teoplolitika şu sonuçları üretir: sonsuz savaş, kapanması mümkün olmayan çatışma, total ve moralize edilmiş şiddet, yok edicilik ideolojileri. Bu yüzden Mbembe’nin çalışması kritiktir: Nekropolitika sadece bir savaş stratejisi değil, ölüm merkezli bir dinî-siyasi kozmolojidir.
[1] https://fikircografyasi.com/makale/mamma-li-turchi-ayasofya-cami-olmus-one-minute
[2] https://fikircografyasi.com/makale/tarihin-sonu-ve-son-musluman
[3] Achille Mbembe, Necropolitics. Trans. by STEVEN CORCORAN, Durham, NC: Duke University Press, 2019.
[4] H Arendt, The Origins of Totalitarianism, New York, Schocken, 2004, s.572.
[5] https://www.jns.org/german-chancellor-israel-doing-the-worlds-dirty-work-in-iran/ , https://www.jpost.com/israel-news/article-858086
[6] https://www.youtube.com/watch?v=NjO1Y0m6Dqg
Yeni yorum ekle