Artık söze kitabın ortasından başlandığı bir çağdayız. Bu yazı, dünyanın bunca meselesi, insanların bunca derdi varken yine de bu meselelerin ve dertlerin arkaplanındaki insan algısı, ötekileştirme hegemonyasına dair sadrımızdan çıkan satırlardan oluşuyor.
‘Sadr’ (Arapça kökenli bir kavram), insanın kalbiyle dış dünya arasında ara bölgedir. Bu ara bölgede kalp, duyuş ve duygularını feda etmeden ‘taakkul’ yani akletme eylemini de gerçekleştirir. İşte bu kez sadrımızdan bu konu zuhur etti.
İnsanın kendisiyle savaşından ibarettir ötekiyle savaşı. Kendinle nasılsan başka insanlarla da öylesindir. Kendisiyle barışık olmayan, başkasıyla da barışık değildir. Varoluşuna isyan eden, her şeye bir şekilde isyan eder. İsyan zulme başeğme ve itaat görüntüsünde bile olabilir. ‘Var-eden’e isyan eden, kendisini unutmaya/kaybetmeye mahkumdur. Kendini kaybeden, insanlığı(nı) kaybeder. Bunun varacağı yer kendine ve başkalarına farklı ölçeklerde zulmetmek ve bu zulümden beyhude şekilde bir ‘varoluş’ denemesi çıkarma çabasıdır. Bu varoluş denemesi ‘simulakra’dır. Varoluyormuş gibi yaşamaktır. İnsanın kendine ördüğü zindandır başkasına yaptığı zulüm. Gerçekte zalimler zindanda, mazlumlar ise cihandadır. Bu yazı, insanlığın vicdanına bir hitaptır.
Yazının başlığındaki Yahudi ‘Der Muselmann’ ifadesi, Nazi ırkçılığının antisemitik dilinden türemiş bir kavram. ‘Der Muselmann' , Alman Nazi kamplarında Nazi gardiyanlar tarafından, ölmek üzere olan 'iki büklüm' olmuş -'secdeye gitme izlenimine gönderme yapılarak'- yahudiler için aşağılama ifadesi olarak kullanılmış olan ve konsantrasyon kampında yahudilerin de kendi aralarında ölmek üzere olanlara (‘düşmüş / yere kapaklanmış’ manasında) kullandığı bir kavram.
Bu durum, yani Der Muselmann kavramının yahudiler için aşağılayıcı bir kavram olarak kullanılması, Yahudi-Hıristiyan ilişkilerinin tarihiyle de ilişkilidir. Yahudi-Hıristiyan ilişkileri tarihini inceleyen bir kimse, kendisini antisemtizmin tarihini okurken bulur. Teopolitik dinler tarihine dair dikkatli bir araştırma, bunun temelinde, yani Batı’da ve Hristiyan dünyadaki antisiemitizmin başlangıcının olmasa bile gelişmesinin temelinde, İslam ve müslüman düşmanlığının etkisi olduğunu ortaya koyar. Alan Cutler, Rosemary Ruether, Ignaz Maybaum, Barbara Tuchman, Bernhard Blumenkranz ve daha pek çok tarihçinin değişik örneklerini verdikleri eserlerinden anladığımız üzere, Hristiyan dünyası, özellikle ortaçağlardan itibaren ‘yahudi’ ve ‘müslüman’ı kendisine karşı ortak düşman olarak görüp birbirine kırdırmayı da hep apokaliptik bir inanç olarak benimsemiştir. Hristiyan-Yahudi ilişkileri tarihi konusunda otorite kabul edilen tarihçilerden Katolik Edward A. Synan’a göre, bu inanış pek çok örnekle desteklenebilecek kadar yaygındı. Bu yaygın inanışın oluşmasında, İslam’ın doğuşundan öncesine de uzanan bir tarihi süreçte, Batı Roma dünyasında yazarların ve Kilise babalarının eserlerinde Araplardan ve Yahudiler’den, sapkın-aşağı bir ırk olarak bahsedilmesi de etkili olmuştur.
Esas itibariyle, İslam’ın doğuşundan sonraki ilk yüzyıllardan itibaren Hıristiyanlar tarafından, Yahudi ve Müslümanların, dört hususta, (1) Teslis’i reddetmede, (2) İbrahimî soydan gelme iddialarında, (3) Sünnet uygulamasında, (4) İbrânîce ve Arapça’yı kutsal dil kabul etmelerinde -birbirlerine yakın kabul edilmeleri yanında, -her ne zaman bir Hıristiyan belde Müslümanların eline geçse Yahudilerin sevinmeleri, -ayrıca Müslümanların ‘Ehl-i Kitab’ anlayışı ile zimmî hukuku çerçevesinde Yahudilere ve tarihî-coğrâfî olarak öncelikle Ortadoğu’daki Monofizit, Nestûrî, ve sonradan Ortodoks olarak nitelenecek diğer bazı Hıristiyan mezheplerine –ki Batı Hıristiyanlarınca heretik/sapkın olarak (ilk dört konsilden itibaren) kabul ediliyor ve her fırsatta kötü muameleye tâbîi tutuluyorlardı- tolerans göstererek ‘eman’ vermeleri, -ve nihayet İslam’ın yayılmasının bizzat Yahudiler tarafından Yahudi Mesîh’in Gelişi için bir tür işaret olarak görülmesi, bütün bunlar, Hıristiyanların, Yahudileri Müslümanlarla aynı kategoride görmesi için yeterli sebepler olarak öne çıkıyordu. 13. y.y.’lardan itibaren Hıristiyan sanatında ve ikonografisinde Yahudilerle Müslümanların, Îsâ karşısında müttefik düşmanlar olarak resmedilmiş oldukları da Hristiyan sanatı ile ilgili literatürde görülebilmektedir. Konunun tarihi boyutu, bu yazıya sığmayacak kadar uzun. Daha fazlası için şu makalemize bakılabilir.[1] Tarih göstermektedir ki, gerçek antisemitizm, 'islamofobi', yani İslam ve müslüman karşıtlığı/düşmanlığıdır.
Burada söylenmek istenen şu: İsrail’in işgalci soykırım siyasetinden tarihsel devamlılık itibariyle sadece siyonist yahudiler değil Hristiyan siyonistler ve Batı Hristiyanları da sorumludur. Teopolitika bağlamında Hristiyan Siyonizmi ve dolayısıyla Kudüs konusunda, 2021’de Bükreş Üniversitesi yayınları arasından Fransız akademisyen Yahudi profesör Carol Iancu’nun Önsöz’yle çıkmış olan “Christian Zionism: Theo-Politics and Biblical Myth-Making” başlıklı kitabımıza bakılabilir.[2] Bu kitaptan sonra Türkiye’de de konuya ilgi artmış ve Kudüs’ü sadece Yahudi siyonizmi bağlamında anlayanlar da bakış açılarını genişletmeye yönelerek, Hristiyan siyonizmi hakkında okumaya, konuşup yazmaya başlamışlardır. Yani Hristiyan siyonizmi anlaşılmadan ne Yahudi siyonizmi ne de Gazze doğru anlaşılabilir.
Batı akademyası ve kültürü, Hristiyan siyonizminin antisemitiziminden hareketle, bir ‘ötekini inceleme ve hükmetme’ disiplini olarak oryantalizme gelmiştir. Oryantalizm, hiç bir zaman, 1964 yılının Ocak ayında Hindistan’ın Yeni Delhi şehrinde yapılan 26. Uluslararası Şarkiyatçılar Kongresi ile ilgili izlenimlerini, 1970’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İslam Tetkikleri Enstitüsü Dergisi’nde anlatan Zeki Velidi Togan’ın ifadesindeki gibi sadece “ ...Garp uleması için bir ilmî ‘kuryozite’ (merak) konusu...” olmamıştır. Doğrusu, Edward Said’in, ‘Orientalism’i yazarken ‘anti-Semitizmin tarihini yazdığını farkettiğini’ ifadesinde olduğu gibi, Oryantalizm’de kendisini gösteren temel tavır, Batı’nın ötekine hegemonyası olmuş; ‘öteki’ni tanımlama üstünlüğünü, yetkinliğini kendinde görme rûhu/zihniyeti, uzun bir tarihte anti-İslamizme dayanarak bugüne gelmiştir. Bu anti-İslamizm de anti-Semitizme dayanır. Macar Yahudisi Ignaz Goldziher’in Hadis’in gelişmesine ve önemine ilişkin, Alman Protestan Julius Welhausen’in Hz. Peygamber’in mesajının sosyal-siyasal tarihe yansımasına dair iddialarının dayandığı Oryantalist bakış açısı, anti-Semitik Hıristiyan Kitâb-ı Mukaddes Tenkitçiliğinin Yahudilerden Müslümanlara yönelmesinin bir neticesidir. Batı’nın Yahudileri ve Müslümanları aynîleştiren bu anti-Semitik ve ‘anti-İslamik’ ‘öteki’ anlayışı, Protestan Reformasyonu’ndan sonra Yahudilere yönelik aşamalı özgürleştirme (Jewish emancipation) süreçlerini takiben, kolonyalizme ve misyonerliğe paralel olarak gelişen Oryantalist çalışmalarla bu kez İslam’a ve müslümanlara yoğunlaşmıştır. Dolayısıyla, Oryantalizm, Avrupa-merkezci (Eurocentric) tarih yazımına, anti-Semitizme ve bir o kadar da ‘anti-İslamizm’e dayanır. Hristiyan siyonizmi ise Yahudileri kendi içinden ‘def’edip’ Filistin’e göndererek, kendi apokaliptik planını uygulamaya koymuş, Holokost soykırımı ile de kalan ‘temizliği’ yapmak isteyip hem Müslüanlardan hem de Yahudilerden kurtulmak istemiştir. Ama tarih, ‘mekr’ini (tuzağını) kurmuş, post kolonyal süreçlerde Batı’ya ulaşan müslüman göçü Batı’yı şaşkına çevirmiş, elleriyle Filistin’e yerleştirdikleri İsrail’i de başlarına bela etmiştir. Şimdi Batı güç gösterisine devam etse de ne yapacağını bilemez haldedir.
Holokost toplama kamplarında Nazilerin ölmek üzere olan yahudilere ‘der muselmann’ demelerinden hiç de faklı olmayan şey, Siyonist İsraillilerin Gazze toplama kampındaki Filistinli kadın-çocuk-yaşlılara ‘Amalek’ benzetmesiyle ‘insansı hayvanlar’ diyerek soykırım yapmalarıdır. Sonuçta, Güney Afrika’nın tüm çabasına rağmen, Uluslararası dedikleri Batı Adalet Divanı, sanılanın aksine, Hristiyan Siyonizmi’ne uygun olarak, İsrail’e ‘devam et’ demiştir. Çünkü işin ucunda ‘Yahudi Muselmann’ yani ‘Der Muselmann’ vardır.
Batı ve Hıristiyanlık kendi kimliğini ‘öteki’ (the other) yani başkalarının kimliğine karşıtlık içinde tanımlamıştır. Burada da iki muhatabı vardı: Yahudiler ve Müslümanlar. Hıristiyanlık ve modern toplum araştırmalarıyla bilinen İngiliz Prof. Rosemary Ruether ve Prof. Richard Roberts’a göre, Hıristiyanlığın birinci gruba yönelik tarihî tavrı hep iflah olmaz derecede ‘anti-Semitik’, ikinci gruba yönelik tavrı ise geçmişte ve günümüzde değişen renk ve şekillerde hep ‘anti-İslamik’ olmuştur. Oryantalizm bu tavrın akademyaya uzantısıdır.
Her ne kadar, 17nci y.y.’da Hristiyan ötekileştiriciliği bilimsel ırkçılığa dönmeye başladıktan itibaren, Giargio Agamben’in ifadesiyle modernitenin biyolojik gücü yüceltmesi sonucunda Yahudiler için kullanılan Der Muselmann, Ortaçağ Avrupası’nda ‘Türk’ dendiğinde Muselmann anlaşılmasının da devamıydı. Bugün de İslamofobi ile Türkofobi çok da birbirinden ayrı değildir. ‘Der Muselmann’, Batı modernitesinin ve ırkçılığının Aushwitz’te zirveye çıkmış ifadesiydi.
Ancak bizim ‘Der Muselmann’lar (Muselmänner) aynaya dönüp bakmalı ve işgalci siyonist soykırıma karşı çıkarken, her ne kadar aynı kelime kökünden geliyor olsalar da Kudüs ve Gazze davasında Hamaset ile Hamas’ı karıştırmamalıdırlar. Önemli olan vicdanı ve ‘sadr’ı doğru tutmaktır. Kudüs ve Gazze ancak o zaman kurtulacak ve insanlığın olacaktır.
[1] Bülent Şenay “Yahudi - Hıristiyan İlişkileri Tarihi ve Anti - Semitizm – Oryantalizm İlişkisi”. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi 11/2 (Haziran 2002).
[2] Bülent Şenay, Christian Zionism: Theo-Politics and Biblical Myth-Making, Bucharest University Press, Bucuresti, 2021.
Yeni yorum ekle