Bu yazı, bir filmin (Tanrı’nın Kitabı) ve bir hadis-i şerifin (“İslam ‘garib’ başladı”) düşündürdükleri üzerine kısa bir değerlendirmedir.
Konusu akademik olsa da kendisi akademik olmasın gayretiyle yazılmış bu yazıda, sözkonusu edilen filmdeki insan-toplum-kutsallık ilişkisine dair varolduğu izlenen tartışma ile konu edilen hadisteki ‘garib’ kavramının bir şekilde ilişkilendirilerek anlamlandırılma biçimi üzerine kısa bir değerlendirmesi yapılacaktır. Esas mesele ise şudur: Hadisteki ‘garib’ler kimlerdir? Bunu anlamak ya da bir anlamlandırma alanı açmak için de aşağıda, İslam düşünürlerinin mutluluk-bilgi-iman ilişkisine dair yazdıkları ve söylediklerine de temas edilecektir.
Gelelim filme. Bir film izlemiştim. Filmin tanıtım posterlerinden birinde ‘religion is power’ yani ‘din güçtür’ yazıyordu. Post-apokaliptik bir film. Bazı izleyicilerin –bir filmde ne aradıklarına bağlı olarak- can sıkıcı bulabilecekleri ama nereden baktığınıza bağlı olarak benim başarılı ve önemli bulduğum bu filmde bir kaç sahne var ki, yaşadığımız zamanları çarpıcı şekilde özetleyen, ve kutsal olanla- olmayan arasındaki ilişkiye dair izleyici düşündüren sahneler.
Film, 2010 yapımı, ünlü aktör Denzel Washington’ın başrolünü üstlendiği, orjinal adı The Book of Eli yani Eli’nin Kitabı olan adı ‘Tanrı’nın Kitabı’ diye Türkçeleştirilmiş olan, filmi, Hıristiyanlıktaki Tanrı, peygamber, kutsal kitap ve insan anlayışı hakkında önemli bilgiler içermektedir.
Film hem Hıristiyan izleyicilere kendi kutsal kitaplarına daha fazla değer vermeleri gerektiği fikrini aşılama çabasında görünmekte ve fakat hem de diğer dinlerin müntesiplerine, bir kutsal kitabı uygulayan kişilerin dünyayı nasıl yönetebileceği, yani ne kadar önemli bir kitaba sahip oldukları mesajını vermektedir. Bu film, kutsal kitap vurgusunun yanı sıra, farklı temalar da işlemektedir. Bu temaların başında apokaliptik ve eskatolojik mesajlar ile seçilmiş bir elçinin Tanrı tarafından her şartta korunacağı ve mesajını iletene kadar destekleneceği düşüncesi gelmektedir. Ayrıca, filmde arka planda, deizmin aksine, insanları kendi hallerine bırakmayan bir Tanrı anlayışı da dikkat çekmektedir. Bu anlayış, Tanrı'nın sürekli bir gözetim ve müdahale içinde olduğu fikrini öne çıkarmaktadır. Film, senaryo itibariyle, dünya genelinde büyük bir yıkıma yol açan geniş çaplı bir felaketin ardından, Tanrı tarafından seçilen Eli adlı bir kişinin, hayatta kalan insanları kurtarma amacıyla verdiği mücadeleyi konu edinmektedir. Bu mücadele, Eli’nin elinde bulunan ve yalnızca son nüshası kalan değerli bir kitabı (Kitab-ı Mukaddes, King James Versiyonu) koruma çabası ve bu süreçte yaşadığı zorlu maceralar etrafında şekillenir. Filmde, söz konusu kutsal kitabı ele geçirenlerin dünya üzerinde nasıl kolaylıkla iktidar kurabileceğine dair vurgu da ön plana çıkmaktadır.
Filmde, birkaç sahnede eski bir takvimde 2024 yılı gösterilmektedir. Ancak, hikâyede savaşın üzerinden 30 yıl geçtiği ifade edildiğine göre, olayların muhtemelen 2054 yılı civarında geçtiği anlaşılmaktadır. Bu durum, filmin apokaliptik ve postapokaliptik temalar içerdiğini işaret etmektedir. Filmin final sahnesinde ise, bir kitaplık rafında sırasıyla Tanah, merkezde Hristiyan kutsal kitabı ve hemen yanında "Holy Quran / Kur’an-ı Kerîm" yer alarak önemli bir simgesel kapanış yapılmaktadır.
Filmin bir sahnesinde, "'kıyamet'ten önce hayat nasıldı?" diye sorar yardımcı oyuncu, baş aktöre yani Denzel Washington’a. Cevap şöyle:
Herkesin ihtiyaçtan fazlasına sahip olduğu, (People had more than they needed.)
Neyin değerli olduğuna dair kimsenin artık bir şey bilmediği ( We had no idea what was precious and what wasn't.)
İsrafın yaşam tarzı olduğu bir çağ.( We threw away things people kill each other for now)
Bu diyalogda vurgulanan üç hususun da, yani ihtiyaçtan fazlasını edinmek, değer ölçülerinin yitirilmesi ve israfın her yeri sarmışlığı, dünyada bugün yaygın problemlerin başında geldiği biliniyor. Bu hususların altı çizilirken, ilahi mesajın bunlara karşı yegane iyileştirici olduğuna işaret edilmiş olunuyor. Ancak yine bir kaç sahneden ve senaryonun genel akışından anlaşılıyor ki, ‘kutsallık’ eğer kötülerin eline geçerse, ya da eziklerin dilinde slogan haline veya ideoloji haline gelirse tehlikeli olmaktadır.
Bu tehlikeye işareten filmdeki bir başka çarpıcı sahnede şöyle bir diyalog yaşanır. Senaryodaki kötü karakter, Carniege (Gary Oldman) Eli’den (Denzel Washingthon) Kutsal Kitabı ister. Eli, Carneige’e ‘sen ne yapacaksın ki bu kitabı?’ der. Carneige, “-o sıradan bir kitap değil, tam bir silah o. Öyle bir silah ki, zaafiyet ve ihtiras sahiplerine yöneltilmiş bir silah. Bu gibileri kontrol için lazım bize. Kitabın dediğini yapacak çok kimse var. Kitabı kullanarak dediğimizi yaptırırız. Hep öyle olmuştur ve öyle olacaktır. Yeter ki Kitap bizde olsun.” der.
Filmde, dinin bir güç kullanma aracı olarak nasıl kullanılabileceği ve kutsal kitabın kötü niyetli kişiler tarafından ele geçirilmesi durumunda nasıl istismar edilebileceği vurgulanmaktadır. Kutsal kitaplar, dinler açısından bireylerin yaşamlarına yön vermekle kalmaz, geçmiş ve gelecek anlayışlarını da şekillendirip, davranışlarını etkileyerek, kutsallarla irtibat ve ibadetlerini gerçekleştirme hususunda rehber bir konuma sahiptir. Ancak, birçok din adamı ve temsilcisinin dile getirdiği ortak bir eleştiri, dünyanın giderek sekülerleştiği ve kutsal kitapların önceki dönemlere kıyasla değerinin azaldığı yönündedir. Buna ek olarak, kutsal mesajların bireylerin kişisel çıkar ve hırslarına alet edilmesi de önemli bir endişe kaynağı olarak öne çıkmaktadır. Tıpkı hem Batı’da hem Doğu’da gördüğümüz gibi.
Dinin, kötüler tarafından teopolitik ve sosyopolitik olarak istismarı denilen şeye dair endişeler, aynı zamanda, insanlara
nasıl bir din ve dindar portresi sunulduğu meselesiyle de ilgilidir. Mesela, bir insanın müslüman olmasıyla İslamcı (الإسلامي /الإسلاميون) olması aynı şey midir? İslamcılık İslam’ın politik versiyonu mudur? Müslüman İslamcı mıdır? Hayatın her alanında İslam’a inanmak, İslamcı olmak mıdır? İslamcılık her yerde başarılı mı olmuştur? İslamcı’dan herkes aynı şeyi mi anlamaktadır? Müslüman denilen bireyler ve toplumlar ‘kapitalizm, marksizm, liberalizm vs gibi ideolojik algılanabilecek olan ‘İslamcılık’ diye bir kavram icad etmeden de politik bir söylem ve eylem geliştiremezler mi? Arap Baharı denilen süreç ve hatta ‘proje’nin başarısız (evet başarısız) denilebilecek bir sonuç üretmesi, acaba bu kavramsallaştırmalardaki yanlışlardan mı başlıyor? Müslümanlar geleceği, ‘eziklik’ psikolojisiyle daha doğrusu eziklikle mahviyyeti ve tevazuyu birbirine karıştırarak inşa edebilirler mi? İslam’ın İslamcılık olduğu iddiası bilmeyerek Batılı teopolitik söylemin tuzağına düşmekten kaynaklanıyor olabilir mi? Bu başka bir yazı konusu. Ancak sorunun ve cevabın sadece bir boyutunun ‘Garib’anlık modellemesiyle ilgili olduğu düşünülebilir.
Dolayısıyla, bu yazının başlığında işaret edilen sınırları içinde yukarda bahsedilen filmin ana konusu ve filmdeki ‘yaşanan zamanlar ve kutsallık arasındaki ilişki’nin mutluluk ve garibanlıkla ilişkisi de burada ortaya çıkmaktadır.
‘Mutlu’luk ve ‘garib’anlık ile ilgili İslam dini ne söylemektedir?
En başta ifade etmek gerekir ki, İslam düşünürlerine göre mutluluk dinin gayesidir. İnsanlığa örnek toplum (‘ümmeten vasatâ’) olması, insanlığa tanıklık etmesi (‘şühedâ ale’n-nâs’)’dir.
Tarih boyunca ‘insan hayatının amacının, gayesinin ne olduğu’ sorusuyla yalnız filozoflar, düşünürler değil, ilahiyat alimleri de meşgul olmuşlardır. Felsefe ve ilahiyatın çeşitli dallarıyla örülü olarak insan hayatının amacının ne olduğuna dair farklı cevaplar verildiği biliniyor. Böyle kısa bir yazıda bu farklılıkları konuşmayacağız tabii. Esas konumuz bu değil ama büyük ölçüde ortak noktası şöyle bir ifadeyle özetlenebilir: “hayatın gayesi mutluluktur saadettir”. Bu ifadededeki mutluluk, hazlar zevkler dünyasına değil, daha ötesine, ruhsal ve kalıcı/ebedi bir ‘tatmin-kanaat’ seviyesine işaret ediyor. Bununla ilgili ya ahlak eserlerinin içerisinde bölümler yazılmış, değerlendirmeler yapılmış veya mesela İslam düşünce geleneğinde olduğu gibi bizzat doğrudan bu başlıkla eserler yazılmıştır. Mutluluğun ne olduğu, nasıl elde edileceği, ortak bir mutluluk anlayışının olup olmadığı, mutlulukta hiyerarşinin varlığı ve insanın bu dünyada gerçek mutluluğa ulaşmasının mümkün olup olmadığı gibi temel etik soru(n)lar çok esaslı biçimde tartışılmıştır. Örnek olarak, bin sene önce yazılmış ve günümüze ulaşmış Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i (Mutluluk Bilgisi), Farabî’nin ‘Tahsil-u-Saâde’si (Mutluluğun Edinilmesi), Amiri’nin ‘es-Saâde ve’l-İs’âd’ı (Mutluluk ve Mutlu Etme), İbn Miskeveyh’in ‘Tertibu’s-Sa’adât ve Menâzilu’l-Ulûm’u (Mutluluk Mertebelerinin Düzenlenmesi ve İlimlerin Menzilleri), İbni Sina'nın “Risale-i fi's-saade’si ya da Gazâli'nin ‘Kimyâ-ü's-Saâde’si yani mutluluğun kazanılması, mutluluk risalesi, mutluluğun kimyası gibi isimlerle yazılmış ilmi ahlak felsefesi eserleri. Bu gibi eserlerde, İslam filozofları ve düşünürleri, "saadet" kavramını farklı bağlamlarda ele almışlardır. Bazen bu terimi tek başına kullanırken, bazen de "saadetü’t-dünya" (dünya mutluluğu) ifadesine başvurmuşlardır. Bununla birlikte, kalıcı, sürekli ve en yüksek mutluluğu ifade eden "saadetü’l-kusvâ", "saadetü’l-uzmâ" ve "saadetü’l-ulyâ" gibi kavramları, daha üstün bir mutluluk/saadet anlayışını belirtmek amacıyla eş anlamlı olarak tercih etmişlerdir. Kutsal kitabın, yani ‘Biz Kur’an’ı sana mutsuz olasın (li-teşkâ) diye indirmedik’ (Taha suresi, ayet 2) diye ihtar eden, Kuran-ı Kerim’in insanlığa sunduğu nihai gaye de iki dünya mutluluğudur. Bir âyet-i kerimede, “Mutlu kılınanlara (‘ellezine suidu/سُعِدُوا’) gelince onlar da cennettedirler.” (Hud suresi 108) beyan edilmesi göstermektedir ki mutlu olmayı başarmak cennete götüren bir şeydir. Ayette ‘cennetlikler mutludur’ yerine ‘mutlu olanlar cennetliklerdir’ demektedir. Buradan vurgu farkıyla İslam filozoflarının mutluluk ve din ilişkisine dair söyledikleri daha iyi anlaşılabilir. Bu akıl ve ilim dışarda bırakılarak mümkün değildir. Mesela İbn Miskeveyh’e göre mutluluk, ilimlerin belli bir sırayla takip edilmesi ve hikmet yolunun yolcusu olma sonucunda elde edilebilecek bir şeydir. Bu meselenin anlaşılması, İslam düşünürleri tarafından huzurlu ve mutlu bir toplum ve siyaset anlayışının izahı için de gerekli görülmüştür. Yani klasik İslam filozofları ahlâk ve mutluluk açısından siyaset felsefesini incelemişlerdir. Tabir caizse, ‘saʿâdetnâme’ler birer ‘siyâsetnâme’dir aynı zamanda. Bir başka ifadeyle, insan-toplum-devlet ilişikilerinde, biri olmadan diğeri olmayan bir sistemi eserlerinde öngörmüşlerdir. Ahlâk ve mutluluk bağlamından kopmadan ideal insanı, ideal toplumu ve ideal devletin özelliklerini ele almışlardır. Şimdi böylesi bir ideal toplum ve siyaset anlayışını ‘garib’an (eziklik ve mahrumluk ile ma’lül) insan ile inşa edilmez. Dolayısıyla, İslam geleneğinde ve kültüründe sıklıkla nakledilen malum hadisteki ‘garib’ kelimesinin daha derinlikli bir manası olması gerektiği aşikardır. Buna aşağıda geleceğiz.
Mutluluk felsefesi ile ilgili eserler, felsefeci ya da tarihçi olunmaksızın dahi okunduğunda, yani doğrudan mantık ve mearif (bilgilerin çeşitleri) meselesine girmeksizin bile okunmaya, anlaşılmaya çalışıldığında ilk dikkati çekecek husus şudur: o büyük düşünürler mutluluk konusunu gerçek mutluluğun ne olduğunu, mutluluğa nasıl ulaşılabileceğini doğrudan anlatmadan önce az önce ifade ettiğimiz varlık, anlam ve değer ilişkisi üzerine değerlendirmeler, tahliller, açıklamalar yapmışlar; mutluluğun ancak bu ilişkinin anlaşılması sayesinde ulaşılabilir bir şey olduğunu ifade etmişler. Bunu yaparken de hep neyle başlamışlar? Akıl ve iman ilişkisi ile başlamışlar. Ma’kulât (akledilebilir şeyler) ile yani kıyasa gerek duyurmayan kendinden var olan anlama kategorilerinden başlayıp genişletilen ‘burhânî düşünce’den ‘retorik ve şiir’e uzanan bir tahlil çizgisinde, varlık, anlam ve değer ilişkisinin anlaşılması için çalışmışlardır. Kısaca, akıl ve iman ilişkisi buradan yürütülerek tartışılmıştır.
İman-akıl ilişkisi böyle bir tartışmada vurgulanmadan konu anlaşılmaz. Karşılaştırmalı dinler tarihi ışığında bakıldığında rahatlıkla söyleyecebileceğimiz üzere, mesela, klasik Hristiyan kelamcılar-ilahiyatçılar, hususen kurucu dönem (Tatian ve Tertullian gibi) ve Reformasyon dönemi öncesi gibi Hristiyan ilahiyatçıları ‘akl’ı imanın karşısına yerleştirirken, İslam filozofları ve –hepsi olmasa da- ilahiyatçıları, aklı imanın ve mutluluğun ön şartı olarak ileri sürmüşlerdir. Mesela erken dönem (3ncü y.y.) Hristiyan ilahiyatçılarından Tertullian’ın meşhur De Carne Christi (Mesihi’in Bedeni) risalesindeki yorumlarına istinaden ortaya atılmış 'Credo, quia absurdum est' ifadesi yani ‘İnanıyorum çünkü saçma!’ inancı Hristiyan ‘Kelâm’ında iman ve aklın çeliştiği şeklindeki inancın mottosu olmuştur yüzyıllarca. Tertullian’ın Tanrı’yı anlamak için de aklın gerekli olduğunu savunduğu iddiaları destek görmemiştir. Aslında post-reformasyon Protestan ilahiyatçıların tüm farklı yönde çabalarına rağmen hala da öyledir. Yani Hristiyan kelâmı, kendi kelâmcılarının ifadesiyle, ‘absürd/saçma’ olana imanın savunusudur. Hatta o derece ki, Protestanlık, Kapitalizm ve rasyonalizm kurgusu ile bilinen Max Weber bile “Bir Meslek olarak Bilim” (Science as a Vocation, 1917) adlı bir konferansında, Tertullian’ın yukardaki deyişini, bir diğer Hristiyan ilahiyatçısı Augustine’den naklen (Credo non quod, sed quia absurdum est- ‘Saçma olandan başka hiçbir şeye inanmıyorum’) olarak daha da radikalleştirmiştir. Tertullian ya da Augustine’den Max Weber’e, sonuçta, Hristiyanlık’ta iman aklın karşısındayken, İslam’ın dünya-ahiret görüşünde akıl, kalpten bağımsız bir faaliyet alanı değildir. “Onların akleden kalpleri olsun (lehüm qulȗbün ya’qılȗne bihâ)” (Hac suresi, 46) âyeti, insan hayatının anlam ve değeri hususunda, kalp ile akıl ilişkisine işaret ederken, aklın ilkelerinin feda edilemeyeceği meselesini de vurgular. Dolayısıyla diyebiliriz ki, İslam’da iman bir duygusal hal değil, öncelikle aklî bir tercih ve yöneliştir. Âkil-bâliğ olanın işidir iman. Günümüzde imanın duygusal bir bağlılık olduğu algısı aslında Batı’dan ve laik din anlayışından Müslüman kültüre geçmiş bir husustur. Duygu imanın sadece bir cüz’üdür, esası değildir. İman, aklı başında olanın işidir. Bu itibarla, klasik düşünce eserlerimiz Kuran ve Sünnet’e dayanarak imanın akıl, basîret ve ferâset işi oluşundan hareketle aklın küllî ve cüzî niteliklerini tartışıp, oradan bilme, anlama ve kıymet atfetme (ahlâkî değer) meselelerine geçerler. Bunları izah ettikten sonra mutluluk meselesine geçerler. En nihayetinde mutluluk, Allah’tan gelenle insan aklının gerektirdikleri arasında bir uyumdan zuhur eder. Mesela bir taraftan fıkıh ilminde, diğer taraftan felsefe ve kelâmda tartışılmaya devam eden şeyler söylemiş olsa da büyük alim İmam-ı Gazâli’nin bin sene önce yazdığı El-İktisât fil i’tikât yani İtikatta Orta Yol adlı eserinin girişinde bir kaç sayfa tutan duâ formundaki takdiminde, aklın önemine şöyle vurgu yapar. Orjinal ifadesiyle, şükür bağlamında “tahkîk fi't-telfîk beyne'l- muktedayâti'ş-şerâi ve mȗcibât el-‘ukȗl” der, yani “vahyin Allah'ın bize farz kıldıkları ile aklın mȗcibâtı (gerektirdikleri) arasında bir uyumlu ilişki kurmaya bizi muktedir kılan Allah’a hamdolsun” diye dua eder. “Çünkü” der, “lâ mu’ânede beyn eş-şer’il-menkȗl we'l-haqqi'l-ma'kȗl”, yani, “nakledilmiş Şer'i bilgiyle aklın temel ilkeleri ve önermeleri tarafından ortaya çıkarılan gerçeklik arasında bir muaenede/zıtlaşma/çelişki yoktur” der. Buradan da anlaşılıyor ki, ilim geleneğimizde dua, sadece ontolojik bir yalvarış ve varoluş duruşu değil aynı zamanda epistemolojik bir yöneliştir. Bilginin mahiyeti ve kaynağına dair bir bakış açısına dayanır. İlmin ruhu ve mahiyetinde de dayanak, nihayetinde, varlığın bilinen ve bilinmeyenini akıl ve kalple keşfetmesi vazifesini insana yükleyen Yaradan’dır. Bu keşif, menâzilu’l-‘ulȗm ve merâtibu’l-ulȗm ile yani bilginin ve ilimlerin teorik/pratik, tabii/ilahiyat, ulȗm-i âliyye/ulum-i evâil, hıkemi/gayri hıkemi gibi tasniflerle belli bir hiyerarşiye yerleştirilen bilim dallarının kazandırdıklarıyla olacaktır. Böylesi bir bilgi anlayışı ile mutluluk arasındaki ilişki, İlahiyat’ın temel konusudur. İlahiyat ilmi (tüm alt ve yan disiplinleriyle), ilimler sıralamasında ve tasnifinde ‘yüksek ilim’ olarak tanımlanır. İlahiyatın konusu hayatın üç boyutu arasında anlamlı bir ilişki kurmanın tanım ve tahlilini sunmaktır. Hayatın başlangıcı (mebde’), hayatın nasıl yaşanması gerektiği (meâş) ve ölüm sonrası hayatın nasıllığı (meâd). Yani bütün bu ‘anlama’ çabası, bizatihi bir yoldur. Böylesi bir bilgi arayışı üzerinden çıkılan bir yoldur mutluluk arayışı da. Bu anlamda insanın mutluluğu, aklının kalbiyle birleştirdiği yerdedir. Din terbiyesiyenin öncelikle gayesi de budur ve bu olmalıdır.
O halde eğer, İslam’a ve müslüman filozoflara göre nihâi gâye yukarda anlatıldığı gibi ‘mutluluk’sa, ve ‘saâdetnâme’ler aynı zamanda birer ‘siyâsetnâme’ ise, soru şudur: bu gâyeyi gerçekleştirecek, evrensel bir mesajı olan insan profili nasıl olmalıdır? İşte bu soru bağlamında, bu yazının amacı, bir hadis-i şerifteki bir kavramın yani ‘garîb’ kavramının anlamlandırılma biçiminin basit bir lingüistik/etimolojik mesele olmakla kalmadığı, bireylerin ve toplumların davranış biçimlerini şekillendirdiği, yanlış yönlendirebildiğine bir örnek vermektir.
Yaygınca bilinen söz konusu hadîs-i şerîfte, şöyle beyan edilmektedir: “İslam GARȊB başladı, başladığı gibi (bir hâle) GARȊB olarak dönecektir. Ne mutlu ‘GARȊB’lere!” Bu hadisteki, ‘garîb’ kelimesinin başka bazı ayet ve hadislerdeki bazı kavramlarda olduğu gibi farklı anlamlar dizgisi içinde bir tarafa çekilerek yorumlanmak suretiyle, sadece bir kavram ve kelime olarak kalmayıp, müslüman kültüründe ‘eziklik, zillet, boynu-büküklük, kimsesizlik ve garibanlığın makbul ve takvâya yakın bir özellikmiş gibi görülmesi’ne yol açtığı, bunun da bireyden topluma, inançtan siyasete hatalı yaklaşım ve davranışlar zincirini tetiklediği söylenebilir. Dolayısıyla, bunun böyle mi başka türlü mü olması gerektiğinin tartışılması önem arz etmektedir.
Aslında sözkonusu hadis-i şerif başka ‘mümin nasıl olmalı?’ sorusuna cevap teşkil edecek hadislerle birlikte anlaşılırsa, ‘garib’ kavramının bu hadiste, ‘eziklik, zillet, boynu büküklük, kimsesizlik’ olarak hatta bu manada ‘garibanlığın makbul ve takvaya yakın bir özellikmiş gibi görülmesi’ne sebep olacak şekilde anlamlandırılması, ümitsizlik ve vazgeçme psikolojisi oluşturmuyor mu? Yaşadığımız zamanlarda, Gazze ızdırabımızın arkasında bu meseleye de bakılsa yeri değil midir? Hakîkata daha yakın küllî bir çeviri ve yorumla ‘benzeri olmayan’ (adîmu’n-nazîr/ عديم النَّظير) ve ‘özgün/nev’i şahsına münhasır’ (şâz et-tıbâ’/ شَاذُّ الطِّبَاعِ) manasına anlaşılması Kur’ânî ve Nebevî çerçeveye daha uygun değil midir? Yani İslam, hiç bir cahiliyye ideolojisi ya da şirk sistemine benzemez ‘gariplik’te ‘benzersiz ve özgün’ başlamıştır, yeniden benzersiz ve özgün dönecektir.
Hadis literatüründe hasen ve maruf kabul edilen “İslâm –müslümanlar değil- daima galip olur, asla mağlup olmaz.” (el-İslâmu ya’lu ve-la yu’la aleyh) hadisi bir müjdeyse eğer, gâliplik (üstünlük) ile garîblik (benzersizlik), İslam’ın birbirini şüphesiz âyet ve hadislerde beyân edilen şart ve sıfatların, mesela ‘sünnetullah gereği, Allah’ın, din ve etnik kimlik ayırmaksızın yeryüzü iktidarını ve kazanımlarını sebeplere ‘doğru’ sarılanlara verdiği’ (İsra:20) gibi ilkelerin gerçekleşmesi kaydıyla- tamamlayan ayrılmaz iki temel özelliğidir.
Garîbler, zillet ve meskenet ehli değildir. Garîbler, ahkâmdan önce vicdanlara hakikatı duyurabilenlerdir. Vicdanlarına ulaşamadıklarınızı ahkâmınıza davet edemezsiniz. Dünyaya söyleyecek sözü olanlar, dinden ‘dincilik’ değil Cevdet Paşa’nın Mecelle’de kullandığı tabirle temeddün (medeniyet/medenileştirme) inşâ edenlerdir. Bu anlamda ‘ne mutlu medeniyet öncüsü gariblere’.
Maşaallah güzel bir yazı…
Maşaallah güzel bir yazı okudum, Yüce Allah razı olsun abimden.
Yeni yorum ekle