Kuruluş aşaması
İsrail'in kuruluş aşamasında sosyalizmin etkisi oldukça önemliydi. Ülkenin kurucusu David Ben-Gurion, gençlik yıllarında ateşli bir sosyalistti. Fakat bildiğimiz sosyalistlerden değil, Siyonist sosyalistlerden. Siyonist sosyalizm 20. Yüzyılın başlarında Siyonist hareketin sol kanadında ortaya çıkmış bir ideolojiydi. Siyonist sosyalistler, Yahudi devleti kurma hedeflerini sosyalizm ile birleştirmişlerdi. Bu düşüncenin ortaya çıkmasında dönemin konjonktürünün de etkisi büyüktü.
‘’İsrail devleti laik ve seküler iddialarla kurulmuştu.’’
1947 yılında dünya savaştan yeni çıkmıştı ve Sovyetler Birliği gücünün zirvesindeydi. Siyonistler, Yahudi devletini kurmak için Sovyetlerin desteğine ihtiyaç duyuyordu. Üstelik Sovyetler Birliği ile Siyonist hareketin çıkarlarının buluştuğu noktalar vardı. Sovyetler, II. Dünya Savaşı sırasında Nazi Almanyası’na karşı mücadele ediyorlardı. Siyonist hareket de Yahudi halkının Nazi zulmünden kurtulması için mücadele ediyordu. Filistin’in bağımsızlığı noktasında da benzer görüşlere sahiplerdi. Sovyetler Birliği, 1947'de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda Filistin'in bölünmesini desteklemiş ve İsrail'in kurulmasına yardımcı olmuştu. İsrail’in kurulması için Filistin’in, İngiliz mandasından çıkması gerekiyordu. İngiliz mandasına karşı olmak, anti-emperyalist bir motivasyonla Sovyetler Birliği ve Siyonizm arasındaki ortaklıklardan biriydi. Aynı zamanda Sovyetler Birliği, Holokost sonrası Yahudilere sığınma imkanı sağlamış ve Siyonist hareket de bu dönemde Filistin'e Yahudi göçünü teşvik etmişti.
Ülkenin kurucusu olan David Ben-Gurion, ülkenin sosyalist bir yapıya sahip olmasını ve kibbutz sistemini benimsemeyi hedeflemişti. Bu sistem toplumun kolektif olarak çalıştığı ve kaynakları paylaştığı tarım köyleri olarak bilinir. İsrail'in kuruluş döneminde kibbutzlar, tarım ve yerleşim projeleriyle ülkenin gelişmesine büyük katkı sağlamıştı. Bu projelerde sosyalist prensipler öne çıkmış ve toplumun refahı, eşitlik ve dayanışma ilkesi esas alınmıştı.
Ancak İsrail de diğer devletler gibi zamanla sosyalist politikalardan uzaklaşmış ve serbest piyasa ekonomisine yönelmişti. 1980'lerden itibaren neo-liberal politikalar benimsenmiş ve özelleştirmeler gerçekleştirilmişti. İsrail’in sosyalizm ile başlayan macerası, yıllar içerisinde aşırı sağcı bir çizgiye doğru kayacaktı.
Terör örgütlerinin etkisi
Irgun ve Lehi gibi siyonist terör örgütleri, İsrail’in kuruluş aşamasında etkin rol oynadılar. Ülkenin ilerleyen yıllarda aşırı sağcı bir çizgiye doğru kaymasına ve güvenlikçi politikaların benimsenmesine de zemin hazırladılar. İngiliz mandası döneminde Filistin'deki İngiliz güçlerine ve Araplara karşı saldırılar düzenlediler. Bu saldırılar, İsrail'in bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamıştı. Özellikle Irgun, bombalama ve sabotaj eylemleri gerçekleştirmiş ve sivilleri hedef almaktan çekinmiyordu. Lehi ise İngiliz yetkililere ve Araplara yönelik suikastlar düzenliyordu. Bu terör eylemleri, İsrail'in kuruluş sürecinde şiddetin meşrulaştırılmasına ve aşırı sağcı ideolojilerin güçlenmesine yol açmıştı.
‘’Başlangıçta seküler ve sosyalist iddialarla kurulan İsrail devleti, Irgun ve Lehi gibi örgütlerle beraber aşırı sağcı bir zihniyete doğru kayacaktı.’’
Irgun ve Lehi gibi örgütler, İsrail'de milliyetçilik ve Yahudi kimliği üzerine kurulu aşırı sağcı politikaların benimsenmesinde etkili olmuştu. İsrail devleti kurulmadan yalnızca 1 ay önce, Irgun terör örgütü, Deir Yasin köyünde 254 Filistinliyi acımasızca katletmişti. Batı Kudüs'teki Deir Yasin Katliamı’ndan sadece 24 saat önce ünlü fizikçi Albert Einstein, Filistin meselesiyle ilgili bir mektup kaleme almıştı. İsrail ve ona bağlı terörist gruplar tarafından Filistin halkına yönelecek büyük bir felakete karşı şiddetle uyarıda bulunmuştu. O dönem Einstein gibi ünlü Yahudi entelektüelleri, Hirot Partisinin, yani Menahem Begin'in partisini eleştirmeye başlamışlardı. Begin'in ve Hirot Partisi'nin uygulamalrını, Nazilere ve faşist partilere benzetiyorlardı. Deir Yasin katliamını gerçekleştirenler arasında Menahem Begin de bulunuyordu. Begin o dönem Irgun terör örgütünün lideriydi. Aşırılıkçı bir terörist olan Begin, yıllar sonra İsrail'in Başbakanı olacak, ve Deir Yasin katliamı için, "Bu eylemi yapmasaydık İsrail Devleti olmayacaktı" diyecekti.
Menahem Begin : Terör örgütü üyeliğinden başbakanlığa
Fanatik terör örgütleriyle başlayan İsrail’in radikalleşme yolculuğu, ilerleyen yıllarda resmi bir devlet politikası olarak uygulanmaya başlandı. 1967’de yaşanan Altı Gün savaşları ile birlikte Sovyetler Birliği İsrail’e desteğini çekti. Devletin kurulmasından sonra geçen 20 yılda Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki toprak anlaşmazlıkları ve Filistin sorunu da devam ediyordu. Ülke hızlı bir şekilde aşırı sağa sürükleniyordu. Altı gün savaşlarının yarattığı psikoloji, İsrail’in şiddet politikalarını daha da arttırdı. Altı Gün Savaşları sırasında İsrail'de iktidarda Levi Eshkol liderliğindeki İşçi Partisi vardı. Fakat İsrail'in üzerine kurulduğu İşçi Siyonizmi özellikle Altı Gün Savaşı'nın ardından yeni ekonomik ve siyasi koşullara adapte olamadı.
Menahem Begin Dönemi
1948 yılında bir terörist olan aşırılıkçı Menahem Begin, 1977'de İsrail'in resmen başbakanı olmuştu. Menahem Begin, Irgun örgütünün lideriydi ve İsrail'in bağımsızlık mücadelesinde önemli bir rol oynamıştı. Begin, milliyetçi bir lider olarak biliniyordu ve İsrail'in toprak bütünlüğünü savunan sert politikalar izlemişti. Özellikle Batı Şeria ve Gazze gibi işgal altındaki bölgelerde Yahudi yerleşimlerini teşvik etmiş ve genişletmişti. Begin'in liderliği altında, İsrail, Arap ülkelerine karşı sert bir tutum takınmış ve Lübnan'da gerçekleştirdiği askeri operasyonlarla bölgedeki gücünü göstermişti. FKÖ’ye karşı takındığı sert tavır ve Filistin bölgesine yaptığı saldırılar, yüzlerce Filistin’linin hayatına mal olmuştu.
Ariel Şaron dönemi
2001 yılında ise iktidara Ariel Şaron gelmişti. Şaron’un gelişiyle İsrail’de aşırı sağ daha da güçlendi. Kendisi asker kökenliydi ve 1982 yılında Lübnan'ın işgal edilmesi sırasında İsrail Ordusu tarafından Filistinli mültecilere karşı işlenen Sabra ve Şatila katliamının sorumlusuydu. Siyasi kariyeri boyunca aşırı sağcı gruplarla işbirliği yaptı 2000 yılının 28 Eylül günü, Şaron'un Mescid-i Aksa'ya baskın düzenlemesi ise, bardağı taşıran son damla olmuştu. Şaron bunu tıpkı Netanyahu'nın bugün yaptığı gibi bir siyasi malzeme olarak kullanmıştı. Aşırılıkçı grupların desteğini almıştı, fakat İsrail devletini giderek radikal bir çizgiye kaydırıyordu. Bu olay Filistinlilerin büyük tepkisine yol açmıştı ve İkinci İntifadanın sebebi olmuştu.
Likud partisi 2002 yılında İsrail'in Duvar Projesini başlattı. Proje, İsrail ve Batı Şeria arasındaki sınır boyunca uzanan bir güvenlik duvarıydı. Filistinli halkın özgürlüğünü kısıtlıyor ve çatışmaları tetikliyordu. 2000’li yıllara gelindiğinde bunun gibi projeler ve Mescid-i Aksa’ya yapılan baskınlar Filistin’de yıllar boyunca dinmeyecek bir öfkeye neden olurken, İsrail’i de gittikçe radikalleştiriyordu. 2000'li yıllarda da Batı Şeria ve Doğu Kudüs gibi işgal altındaki bölgelerde Yahudi yerleşim birimlerinin genişlemesine devam etti İsrail. 2007 yılında Hamas'ın Gazze Şeridi'nde kontrolü ele geçirmesinden sonra İsrail, Gazze'yi deniz, hava ve kara ablukası altına aldı. Bu abluka, Gazze'nin ekonomik, siyasi ve insani açıdan izolasyonunu arttırdı ve bugün yaşanan süreci başlattı. Özellikle 2008-2009 yılında gerçekleştirilen "Dökme Kurşun" operasyonu ve 2014 yılındaki "Koruyucu Hat" operasyonları İsrail’in zulmünün en büyük katliamlarındandı.
Son seçimler
29 Aralık 2022’de İsrail’in kısa tarihindeki en sağcı ve en katı hükümet yemin ederek iş başına geldi. İsrail’in en uzun süre görev yapan başbakanı Binyamin Netanyahu, 6. kez yemin ederek tekrar seçilmişti. Koalisyon şartları nedeniyle aşırı dindar ve aşırı milliyetçi politikacılara üst düzey görevler verdi. Bunların başında Aşırı sağcı Otzma Yehudit partisinden Itamar Ben-Gvir geliyordu. Gvir, Güvenlik Bakanı olarak kabinedeki yerini almıştı. Ben-Gvir bir zamanlar ırkçılığı kışkırttığı gerekçesiyle yasaklanan bir parti olan Kach'ın üyesiydi. Kach’ın sabıkası epey kabarık. Bu partinin üyelerinden biri olan Baruch Goldstein, 1994 yılında El Halil'deki İbrahim Camii'nde ibadet eden 29 Filistinliyi öldürmüştü. Ben-Gvir, Müslümanların katledilmesine yönelik verdiği desteği saklamıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar evinin oturma odasında, Baruch Goldstein'ın bir portresi asılıydı. İsrail’in yeni kurulan hükümeti, daha ilk haftadan provakatif adımlar atmaya başlamıştı bile. Bir haftadan kısa süre içerisinde İsrail yönetimi, işgalin başlamasından bu yana Batı Şeria’daki Filistinli nüfusun sınır dışı edilmesine yönelik hamlelerde bulundu. Hamas, Mescid’I Aksa’nın kırmızı çizgi olduğunu söylemesinin ardından, Itamar Ben-Gvir hemen Mescid-i Aksa’yı ziyaret etmişti. Aşırılıkçı bakanın göreve başladıktan daha bir hafta sonra yaptığı bu ziyaret, açık bir provakasyondu. Filistin yönetimi de bunu açık ve utanmaz bir provakasyon olarak nitelendirmişti. Sadece Filistin değil, aşırı sağcı yönetimin bu hamleleri, ülkenin hamisi olan ABD’yi de rahatsız ediyordu. Bakanın ziyaretinden sonra ABD’den bunun kabul edilemez olduğuna dair açıklama geldi. Filistin tarafından bu ziyarete karşı bir hamle gelmedi. Fakat durumun yavaş yavaş kötüye gittiği, Filistin’lilerin sabrının iyice zorlandığı ortadaydı. En son 2000 yılında dönemin Muhalefet lideri Ariel Şaron Mescid’I Aksa’yı ziyaret etmişti, ve bu ziyaret 2005 yılına kadar sürecek olan 2. İntifadanın tetikleyicilerinden biri olmuştu. Filistin tarafında ise öfke gün geçtikçe artıyordu. Tüm bunlar, Netanyahu’nun radikal isimlerle yaptığı anlaşmalar nedeniyle oluyordu. Koalisyon hükümetini kurmak için aşırılıkçı isimlere ve onların popülaritesine ihtiyacı vardı. Bu nedenle onlarla anlaşmalar yapmak zorunda kaldı. Bu sürecin sonunda aşırı sağcılık ve siyonizm, İsrail’de ana akım siyaset haline geldi. Yeni kabinenin maliye bakanlığı koltuğuna ise Dini Siyonist Parti'nin lideri Bezalel Smotrich oturmuştu. Smotrich, Yakın zamanda, doğumhanelerdeki Yahudi ve Arap annelerin ayrılmasını isteyecek kadar aşırılıkçı bir isimdi. Smotrich, İsrail'in Gazze Şeridi'nden çekilmesini engellemek için, bir yolu havaya uçurmaya çalıştığı şüphesiyle 2005 yılında tutuklanmıştı. Bakan olduktan sonra ise bir Filistin köyü olan Huvara’nın tamamen yok edilmesi çağrısında bulunmuştu. Bunu herhangi birinin değil, doğrudan İsrail devletinin yapması gerektiğini savunuyordu. Ardından 26 Şubat 2023 günü Huvara köyü, Yahudi yerleşimcilerin toplu saldırılarının hedefi olmuştu. İsrail'in kurulan son hükümeti kopacak kıyametin habercisiydi aslında. Netanyahu İsrail Tarihindeki en sağcı hükümeti kurarken artık tüm dünyada İsrail faşizminden söz edilmeye başlanmıştı. Çünkü tüm dünyada yükselen sağ trendi, İsrail söz konusu olduğunda çok farklı bir boyuta taşınmıştı. ABD deki yahudi diasporası bile bu durumdan hoşnut değildi. İsrail'de aşırı sağın yükselişiyle Mescid-i Aksa’ya yönelik baskınların artması da sürpriz olmadı. Yeni faşist yönetim Mescid-i Aksa’nın statüsünde köklü bir değişim hedefliyordu. Filistinli liderler olabilecekleri tahmin ediyorlardı. Yeni gelen İsrail hükümetine karşı birlik ve halk direnişi çağrısında bulundular. Filistinli yetkililer, yeni sağcı İsrail hükümetinden korkmadığını ve onunla yüzleşmeye hazır olduğunu söylüyorlardı. Son İsrail seçimleri sol ve ılımlı kampın dağılmasına sebep olurken İsrail'de barış sürecine ortak olabilecek hiçbir siyasi partinin kalmadığı gerçeğini de ortaya çıkarmıştı.
İsrail'in yıllar içerisinde oluşan aşırı sağ politikaları, Filistin'i birçok şekilde etkiledi. Gazze Şeridi'ne uygulanan abluka ve sıkı kontrol politikalarıyla Filistin halkını seçeneksiz bıraktı. Bunlardan en önemlisi ise Mescid-i Aksa’ya yapılan baskınlardır.
İsrail devleti 7 Ekim’de gerçekleşen Hamas saldırısına şaşırmış gibi davranıyor fakat durum öyle değil. Bu saldırı hamlesi kesinlikle kimse için sürpriz olmadı. İsrail adım adım temel ihtiyaçlarını karşılayamayan, işsizlik oranları yüksek, ekonomisi darmadağın bir Filistin manzarası yarattı. Filistin halkının bu şartlarda direnmekten, yumruğunu sıkmaktan başka bir seçeneği kalmamıştı. Son birkaç yıldır Filistin tarafından bir saldırı veya bir hamle bekleniyordu.
İsrail devletinin 7 Ekim’den sonra Gazze’ye yönelik başlattığı acımasız saldırı, İsrail’de barışa veya çözüme yönelik bir otoritenin kalmadığını gösteriyor.
Onlara anladığı dilden cevap…
Onlara anladığı dilden cevap vermek lazım
Yeni yorum ekle