Bugün en meşhur çocuk klasiklerinden biri sayılan “Gulliver'in Maceraları” Jonathan Swift isimli İrlandalı yazarın 1726 yılında kaleme aldığı bir eserdir. Sanılanın aksine, Swift bu kitabı çocuklar için yazmamıştır. Gulliver'in Maceraları aslında alegorik bir siyasi hicivdir. Kitabın ilk baskıları, bütün o sembolizm sığınağına rağmen, ceza korkusuyla ağır bir otosansüre uğramış, hatta müstear isimle basılmıştır.
Şimdi İngiliz edebiyatının temel taşlarından sayılan bu eseri asıl zeminine oturtarak bir yorum çıkartmaya çalışalım.
Eser, Lemuel Gulliver isimli doktorun, Lilliput ülkesindeki macerasıyla başlar. Seyahat meraklısı Gulliver, bir deniz seyahati esnasında fırtınaya yakalanır. Bindiği gemi batar. Kendisini kıyısında baygın şekilde bulduğu garip ülke, en uzunu onbeş santimetre boyunda olan “insancıkların” ülkesi Lilliput'tur.
Aslında sıradan bir insan olduğu halde bu “küçük insanlar” ülkesinde deve dönüşür Gulliver.
Lilliputluların kendileri küçüktür ama hırsları normal insanlarınkinden farklı değildir. Eser küçük insanların ihtiraslarını, küçücük anlamsız emelleri için birbirlerini öldürmeye kalkmalarını, küçücük dünyalarında başkalarına küçücük üstünlükler elde edebilmek adına şeytani komplolar kurmalarını çok güzel hicveder.
Biz şimdi dikkatimizi, “cüceler arasında devleşen insan” metaforuna verelim.
Gulliver, Lilliput ülkesinde bir dev olmak için özel bir gayret göstermemiştir. Onu dev yapan etrafındaki insancıkların küçüklükleridir.
Ülkemizin partilerini, sendikalarını, kamu kurumlarını, cemaatlerini, tarikatlerini, derneklerini gözümüzün önüne getirelim.
Bunların neredeyse hepsi birer Lilliput klonunu değil midir?
Başkan koca bir devdir.
Geri kalan tüm çalışanlar ise cüce.
Baştakinin “devliğini” etrafındakilerin “cücelikleri” sağlar ve pekiştirir.
Pekçok kurumda ikinci, üçüncü, dördüncü adamlar yoktur.
Sadece bir dev ve sayısız cüce vardır. Ara kademede kimsecikleri bulamazsınız.
Sadece bir başkan ve sayısız sekreter vardır. Başkan yardımcılıkları, genel sekreterlikler filan sadece kanuni zaruretler gereği sembolik olarak vardır. Üstelik bu makamlar, kendilerini işgal edenler açısından “tehlikeli” makamlardır. O koltukların sahipleri koltuklarını korumak istiyorlarsa mütemadiyen cüceliği kabul edişlerinin altını çizmek durumundadır.
Bu öyle bir desen ki, legal illegal tüm örgütlerimizde yakalanabilir.
Bir işçi organizasyonu olması beklenen sendikalar yirmi-otuz sene boyunca tek adamın adıyla anılan yapılara dönüşür.
Pek çok tarikatte, cemaatte bir etkinlik hiyerarşisi yoktur. Şeyhten, hocadan, imamdan sonra sözü geçen ikinci kişilerin varlığı söz konusu olsa bile bu kişiler sürekli gözaltında tutulur ve ilk fırsatta tasfiye edilirler.
En güçlü en yaygın cemaatlerde, tarikatlerde, liderden sonra söz sahibidir denecek kim vardır?
Abdullah Öcalan'ın serbest olduğu yıllarda PKK'da söz sahibidir diyebileceğimiz ikinci bir kişi var mıydı?
Ya siyasi partilerde durum farklı mı?
Hayır! Siyasi partiler de birer Lilliput'tur.
Büyüklüğünü çevresindekilerin küçüklüğü sayesinde pekiştiren liderler elbette nitelikli, insiyatif alabilen adamlarla yahut basitçe cüceleşmeyi reddedenlerle çalışmak istemezler.
Çünkü Lilliput ülkesinde Gulliver'in devliğini sürdürmesi için herhangi bir gayret sarfetmesine ihtiyaç yoktur.
Bunun için kılıf da hazırdır: “partimizdeki herkes bu kutlu davanın birer neferidir!”
Ama nedense bu “herkese” lider dahil değildir. O tek komutandır ve generallerden, albaylardan, yarbaylardan, binbaşılardan, yüzbaşılardan nefret eder. Çevresi her an neferlerle dolu olsun ister.
İbrahim Tatlıses'in şarkılarında arka vokallere dikkat edin. Arka vokaller zaman zaman bir çocuk korosunu andırır. Dümdüz söylerler, en ufak bir gırtlak nağmesi veya süsleme yapmazlar. Çünkü onlar da o platformun cüceleridirler ve asıl vazifeleri cücelikleriyle devin devliğini pekiştirmektir. Tatlıses, her seferinde “dev sesiyle” o kupkuru, sönük ve soğuk okul korosunun üzerine çok parlak ve sıcacık bir güneş gibi doğup kalplerimizi fetheder.
İşte bu da Tatlıses'in Lilliput'udur.
Asıl hüner, çok nitelikli, çok güçlü vokallerle kolkola girip, kâh atışarak, kâh yarışarak ama nihayetinde tüm sesleri bir kalite zirvesinde buluşturarak ortaya bir şaheser koymak değil midir?
Asıl hüner, üstün kavrayış ve parlak zekâ sahiplerini bir araya getirip, bir ortak akıl orkestrasına şeflik etmek değil midir?
Sineklerin tanrısı olsanız ne çıkar?
Lilliput ülkesinde “dev” olsanız ne çıkar?