Geçenlerde ilk defa TRT’nin “Payitaht Abdülhamid” dizisinin bir bölümünü seyrettim. Bir müddet seyrettikten sonra maruz kaldım da denebilir...
“Payitaht Abdülhamid” çok zayıf bir propaganda dizisi olmanın ötesinde diziyi üreteninden kabul edip yayınlayanına kadar birçok insanın ne kadar problemli bir zihin yapısına, nasıl marazi bir yakın tarih tasavvuruna sahip olduklarını gözler önüne seriyor.
Her şeyden önce bu televizyon dizisinin, sinema-tv tekniği açısından berbat bir iş olduğunu söylemek lazım. Oyunculuk kalitesi sıfıra yakın. İlkokul müsameresi tadında. Seyrettiğimiz şeye dizi film demek zor. Zira iki buçuk saat sürüyor. Böyle olunca Türk dizilerinin klişeleri olan uzun uzun bakışmalarla, kimi anlamsız, kimi gereksiz diyaloglarla zaman dolduruluyor.
Genel olarak Türk dizilerindeki maluliyet burada da derhal kendini gösteriyor. Dizideki karakterler karşı karşıya gelip uzun uzun konuşuyorlar. Ama sadece konuşuyorlar. Halbuki gerçek hayatta nadiren “sadece” konuşuruz. Hemen herkes konuşurken bir yandan başka bir işle uğraşır. Çevrenizi inceleyin. Günlük hayatta insanlar araba sürerken, yürürken, bir yerleri temizlerken, bir şeyleri tamir ederken, gözleriyle bir şeyleri takip ederken, sigaralarını tüttürürken, gözlüklerini temizlerken, en azından ellerinde bir şeyle oynarken konuşurlar. Payitaht Abdülhamid’in oyuncuların konuşmaktan başka yapacak hiçbir şeyleri yok! Sadece ve sadece birbirlerinin yüzlerine bakıp konuşuyorlar.
Bütün dizi boyunca -nedense- mütemadiyen oturduğu yerde âsâsına tutunarak konuşan, huzuruna gelen yerli yabancı herkese ayar veren asık suratlı, şişman, mafya babası kılıklı bir Abdülhamit tipi var. Alman imparatoru Wilhelm onun en büyük hayranı. Abdülhamit'e yağ çekip duruyor. “Siz bütün dünya için büyük bir talihsiniz!” yahut “her şeyi kuşatan dehanıza teslim oluyorum”, “sömürgeci devletlerin önünde durabilecek tek siyasi zekâ sizsiniz” falan diye tiradlar atıyor. Ne zaman “Padişahım öl de ölelim, emrindeyiz” diyecek diye bekliyorsunuz.
Tarihi dizi çekmek gibi bir iddianın sahibiyseniz bundan çok daha fazla çaba göstermeniz gerekir. Kurgunuzu gerçekçi bir zemine oturtmak için, devrin insanları nasıl konuşurdu, ne yerdi, ne içerdi, nerede nasıl giyinir, nasıl vakit geçirirlerdi araştırmanız gerekir.
Konuşmaların içine “lakin”, “âlâ”, “havadis”, “temin ederim”, “mesele”, “tedbir”, “tertip” gibi birkaç kelime karıştırmayı dönemin atmosferini yansıtmak için yeterli gören yapımcılar maalesef bu konuda da fena halde çuvallıyorlar.
Kostümler, zaten eğreti duran karakterleri iyice karikatürleştiriyor. Tüm Osmanlı bürokratları garip bir şekilde her daim tören kıyafetleri içinde geziyorlar. Başka kıyafetleri yok gariplerin. Evde bile tören kıyafetlerini çıkartmıyor paşalar. Kadınların kıyafetleri zaten ayrı bir hikâye. Bu diziyi izleyenler 1880’lerde hizmetçisinden sultanına kadar tüm Osmanlı kadınlarını Parisli modacıların giydirdiğini sanır. İster bir çiftlikte çamur içinde gezsinler ister yataktan yeni kalkmış olsunlar tüm kadınlar inanılmaz süslü kaftanlar içinde süzülüyorlar. İsterse çocuklarıyla evlerinde yemek yiyor olsunlar, ister yatmaya hazırlanıyor olsunlar her daim başları örtülü. Kimsenin “ev hali” yok anlayacağınız. Bir de kapalı ortamlarda bile şapkalarıyla oturan İngilizler var. Onları da unutmamak lazım.
Dizide devlet-i âliye, adeta mafya gibi tasavvur ediliyor. Padişah bir mafya babası, paşalar tetikçiler! Mesela Abdülhamit Han, bir paşasını gizlice, diplomatik dokunulmazlığı olan duyun-u umumiye şefini tartaklaması için görevlendiriyor! Görevlendirilen paşanın ismi Kemalettin. Polat Alemdar’ın dedesi olması pek muhtemel olan bu Kemalettin paşa, duyun-u umumiye şefini tek başına dolaşırken yakalayıp bir tenhaya çekerek (!) “devlete ihanet eden böyle cezalandırılır” diye sokak arasında dövüyor. O anda diplomasi sanatının zirvesini(!) yakalıyor, tüm dünyaya bu iş nasıl yapılır gösteriyoruz! Paşa, dövdüğü yabancı devlet adamına “Eğer ki hünkarımız senin ölmeni isteseydi o an o dakika bir it gibi geberirdin lakin kendisi öyle merhametli ki ahhh ister istemez bize de sirayet ediyor.” diyor. Adam giderken arkasından “Söylediklerimi ezber ettin mi, devlet unutmaz, ihanet edenin cezasını keser.” diye seslenmeyi de ihmal etmiyor. Tabi burada seyircilerin kafası biraz karışsa da sonunda anlıyoruz: Devletimize ihanet etmek için devletimizin vatandaşı olmaya gerek yokmuş demek! İngiliz olsun, Fransız olsun, her milletten her fâni bizim için hain olabilirmiş!
Kurtlar Vadisi’nin hayli etkisinde kalmış olduğu anlaşılan senaristlerimiz burada dursalar iyi! Bakın daha ne fanteziler kuruyorlar: Yapılan zorbalık kendisine şikâyet edilince Abdülhamit paşasını bizzat kendi sorguluyor. Paşa -hem de kendisini şikâyet eden yabancı diplomatın önünde- yaptıklarını gururla itiraf ediyor. Abdülhamit o anda yabancı diplomatın karşısında bir tiyatro oyunu sergiliyor. Kendi gizli talimatıyla bu işi yapan paşanın rütbelerini söküp adamı sürgüne gönderiyor. Sonra kendisi de paşa olan Kemalettin paşanın babası padişaha gelip niye öyle yaptığını sorunca padişah, mahsustan öyle yaptığını, aslında onu başka bir yere halktan zorbalıkla vergi toplayan düyun-u umumiye kolcularına -elbetteki gayri nizami yöntemlerle- hadlerini bildirmek için gönderdiğini anlatıyor. Şikâyet ettiklerinde, onların yanında azlettiğimiz bir adamın işinden mesul olamayacağımızı söyleyeceğiz diyor.
Bayağılık, sahtekârlık, yalancılık, ilkesizlik, şark kurnazlığı, köylü hilebazlığı yüksek siyaset veya diplomasi mucizesi gibi sunuluyor.
Bu zırvalara, bu yavanlığa, bu kalitesizliğe, bu berbat müsamereye çuvallar dolusu paralar dökerek tarihimize, kültürümüze hizmet ettiğini düşünen var mıdır bilemiyorum. Güçlü siyasetçilerin takdirini kazanmak motivasyonu kendisini daha çok hissettiriyor. Danışmanıyla, senaristiyle, yönetmeniyle, oyuncusuyla, iyi kötü okumuş yazmış bunca insanın kafasından böylesine korkunç bir Osmanlı tasavvuru çıkması ve bu tasavvurun geniş halk kitlelerine aktarılması insana dehşet veriyor.
Denilecek tek bir şey var…
Yazık bu millete...