Osman Konuk: Her Hikaye Gündelik Hayatın Doğal Akışında

15 Mart 2016

 

Osman Konuk 1961, Afyon doğumlu. İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü'nü bitirdi.  Edebiyat dergilerinde şiir ve yazıları yayınlandı. İki şiir kitabı ( Tehlikeli Belki, Beyaz Savunma) ve sosyal teori, bilgi sosyolojisi, metodoloji konularında makaleleri  var. İzmir Katip Çelebi Üniversitesi, Sosyal ve Beşeri Bilimler Fakültesi, Sosyoloji Bölümü'nde öğretim üyesi.

 

Hem şair hem sosyolog olmak nasıl bir duygu ? Birini yaparken öbür yanınızı devre dışı mı bırakıyorsunuz ? Yoksa ikisi arasında bir geçişkenlik var mı ? İç dünyanızda ikisini yarıştırdığınız oluyor mu ?

 

Şair, sosyolog, ya da hem şair hem sosyolog olmakla gerçek ve sürekli bir benlik algısı söz konusu değil. Hemen her şeyi günün ilerleyen saatlerinde en baştan başlayarak öğrenmek gerekiyor. İkisi de hayatın bağımsız değişkenleri değil. Sosyoloji işlerden bir iş, edebiyat, şiir okumak / yazmak ise özel olarak özel bir tercih.  İki alanla da bir adanmışlık ilişkisi kurmuyorum. Sanat, bir özgürlük yönelimi. Saf halinde, doğrudan bir karşılığı yok. Nedeni, sonucu kendi içinde anlamlı. 

Şiir ve sosyoloji, sanat ve bilim, aynı zihinle, en azından zihnin aynı biçimde kullanılmasıyla yapılmıyor, farklı formasyonlar gerektiriyor. Sanat özgürlük, bilim ödev duygusuyla ilgili. Bu iki insani eylem ideal bir evrende kesişebilir ama o kesişme genellikle toplamı sıfır eden sonuçlar da üretebilir. Aralarında bir geçişlilik yok gibi. Belki sadece kavram ve kelime kullanımında etkiler olabilir. Sosyoloji, işlerden bir iş ve konusu toplum olduğu için çok özel bir anlam atfetmek gerekmiyor.

Şiir, yazmaya indirgenemeyecek kadar süreçsel ve karmaşık. Yazılıp kamusallaşmış hali belki en yüzeysel biçimi. Görünür ve tüketilebilir olduğunda kendi özüne en yabancı haliyle ortada olabilir.

Aynı türden ilgiler olmadıkları için bir yarıştırma da söz konusu olmuyor. Zaten yarışmacı tutum her şeyi araçsallaştırır.

 

Biraz bu soruya bağlı olarak sormak istiyoruz : Birleşik kimliklerde ontoloji mi önde, metodoloji mi ?

 

Teorik açıdan her metodolojik seçim, zorunlu ontolojik varsayımları içkindir. Bu  anlamda ontoloji -hangi ontoloji ayrı konu- doğal olarak önde. Aslında birleşik kimlikten çok farklı melekeler . Bu melekelerin aynı anda, aynı etkinlik ve baskınlıkta işlemesi mümkün değil. Üniversitede sosyoloji okumaya karar vermeden çok önce iyi bir edebiyat okuyucusuydum. "Her şeyden sonra" yine sade bir okur olmak  paha biçilemez. Başka bir dünya sadece kitaplarda mümkün ve bu hiç az değil. Hiç, yoktan iyidir.

 

30 yılı aşkındır şiir yazıyorsunuz..Türkiye bu otuz yılda nerden nereye seyretti? Bu seyrediş sizi nasıl etkiledi ?

 

Düşünmeye devam ediyorsanız değişiyorsunuz ister istemez. Bu, doğrudan yanlışa ya da yanlıştan doğruya evrilen bir durum değil, Sadece düşünmekle ilgili. Türkiye'de otuz yılda değişenler sosyal bilimi, teorileri zorlayacak kadar yoğun, karmaşık ve başdöndürücü. Toplumsal değişme en somut kuşak farklarına bakarak anlaşılabilir. Babaların Türkiyesi ile çocukların Türkiyesi bazı bakımlardan aynı ülke denemeyecek kadar farklı. İndirgenecek olursa temelde iki olgu bir çok şeyi açıklıyor. Göç ve kentleşme yoğunlaştı ve alışılmış sınıf yapısı değişti. Türkiye, kırsal bir toplumdan yarı-kentsel bir topluma evrildi. Bu iki yoğun ve eşzamanlı süreç, müthiş bir akışkan enerji ortaya çıkardı. Metropollerde, iş saatlerinde gözlem yapılırsa bu enerjinin maddeye dönüşmüş hali görülebilir. Eski sınıf ve zümreler politik, kültürel, ekonomik güçlerini kaybettiler. Sınıfsal- sosyolojik gecikmişlik, yükselen yeni güçlerin topyekün ve aceleci bir kalkınma stratejisiyle davranmasına neden oldu. Bu kalkınmacı modernleşmenin paradoksları hemen her alanda karşımıza çıkıyor. Kentler zenginleşti ama mesela tarihsel kimlik ve karakterlerini kaybettiler. Bir kente yirmi yıl sonra tekrar gittiğinizde bunu daha iyi gözleyebilirsiniz. Türkiye'nin yok sayılmış, ertelenmiş, geciktirilmiş ve bastırılmış sorunları, çözüm yöntemlerini de zorlaştırıyor ve toplumsal maliyetleri ağırlaştırıyor. Bir de Türkiye'de saçma bir sorun çözme yöntemi var. Test tekniğine benziyor. Olası bütün yanlış seçenekler tek tek deneniyor ve kaçınılmaz olarak geriye tek doğru seçenek kalıyor.

Yoğun değişme süreci kendiliğinden kültürel gecikmeler de üretiyor. Bireyler ve gruplar yeni statülerine uygun düşünce, değer ve davranışlar geliştirmekle zorlanıyorlar. Güç ve servetin yeni sahipleri bununla ne yapacaklarını bilemiyorlar mesela. İster istemez gelenek gündeme geliyor. Bu süreçlerde başvurulan gelenek de aslında tarihsel birikimin kendiliğinden dönüşümünden çok kötü bir muhayyel yeniden inşa. İhtiyaçlara göre tarih, gelenek, kültür yorumları. Bir kısmı çoğu işlevsiz, içeriksiz ritüellere dönüşüyor. Kentler büyüdü, ama bu büyüme daha çok demografik ve niceliksel.

Nicelikteki artış henüz nitelikte, yani hayatın her alanında topyekün bir gelişmeyeye dönüşmedi.

Toplumsal dünyayı herkes için güvenli ve huzurlu kılabilecek, uzlaşılmış ortak medeni kurallar oluşturamamak en önemli mesele. Bunun yolu, çoğulluklar ve farklılıkları koruyarak adalet temelinde toplumsal eşitsizlikleri azaltmak, özgür bir kamusal alan inşa etmekten geçiyor.

 

Hızlı değişim dönemlerinin  etkisi önce hangisinde ? Sanatta mı sanatçıda mı ? Türkiye şartlarında bu etkiyi nasıl görüyorsunuz ?

Her değişme, edebiyat ve sanata kendiliğinden yansır. Bunun için özel temalar, programlar geliştirmeye gerek kalmaz. Sosyal bilimler de değişmeleri açıklamak, yorumlamak  için hemen her on yılda bir problem listelerini günceller. Sanatta paradigmalar daha dayanıksız olduğu için değişmenin dolaysız ve çarpıcı görünümleri o alanda daha açık görünür. Sanat, edebiyattaki tanıklıklar ve onların bilgisi giderek sosyal bilimler için de geçerli ve değerli veriler oluşturmaya başladı.

Sanatı sanatçının yaptığı iş diye tanımlarsak, elbette yeni sanat yeni sanatçılarla ortaya çıkar.

Bir açıdan, bildiğimiz sanatın sınırları tamamen ortadan kalktı. Sanat tamamen bağlamsallık meselesi. Bir nesne sanat etiketiyle sunulduğunda konu kapanıyor. Sanattaki özne- nesne, sanat-sanatçı kategorileri de değişti.

Tıpkı düşünce dünyasında olduğu gibi. Günümüzde düşünce üretenler düşüncelerden önce, nesneleştirerek sunuluyorlar. Bu noktada da "mesaj araçtır" yasası işliyor.

Türkiye'de geleneğe dönüş hareketi sanatta da gözleniyor. Son yıllarda kültür çok sayıda kültür- sanat merkezleri açılıyor. Kültür sanatta da üretim arttı. Ama gerçek hikaye gündelik hayatın doğal akışında okunuyor, yazılıyor; yaşama sanatında.

 

 

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
0 kez görüntülendi. 536 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.