Fikir Coğrafyasındaki ilk yazım Türkiye’nin var olma mücadelesi ve buna bağlı gördüğüm bir uzlaşma kültürü oluşturulması zaruretini konu ediniyordu.
O yazıda da belirttiğim gibi 17. yüzyıldan itibaren dünyadaki gelişmeler ve bizim sarsılan konumumuz, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında bizi bir var olma sorunu ile karşı karşıya bıraktı. Bu topyekûn bir var olma sorunuydu. Askeri alanda, ekonomik alanda, teknolojik alanda, bilim, eğitim, kültür vb. birçok alanda sorunlarla karşılaştık. 20. yüzyıl bu anlamda Anadolu topraklarında yeni bir var olma mücadelesiyle karşılaştığımız sıkıntılı bir yüzyıl oldu. Bu sıkıntılar devam ediyor ve edecek de.
Atayurdu Ortaasya olan Türklerin hem bu tarihi coğrafyada, hem de Batıya doğru yolculuklarında yerleştikleri yeni topraklarda hep bir beka sorunu olmuştur. Türkler, Anadolu’da Selçuklularla başlayan, daha sonra diğer halklarla bir arada Kafkasya, Balkanlar, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da oluşturdukları Osmanlı coğrafyasında devam eden varlıklarıyla, dünyanın yeni bir gücü olarak tabiatıyla sürekli yeni tehditlerle karşılaşmışlardır.
Evet Türkler için bir beka sorunu her zaman olmuştur. Ama bu, yeni şartlarda yeni imkanlarla oluşan bir var olma mücadelesidir. İzmihlal, yani yok olma sorunu, daha ziyade yakın tarihte Karlofça’dan sonra başlayan bir siyasi, coğrafi bir daralma sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü ekonomik, askeri ve bilimsel açıdan Batı karşısında üstünlüğü yitirdiğimiz yıllar, coğrafi olarak da üstünlüğü yitirdiğimiz yıllar olmuştur.
Tarihsel olarak bir imparatorluğun bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti, bu izmihlal sürecinden topyekûn bir var olma sorunuyla başını kaldırmıştır. Ekonomik, sosyal, siyasal ve toplumsal alanlarda, önemli bir coğrafyada yeni bir var olma mücadelesi başlamıştır.
19. yüzyılda Osmanlı hasta adam olarak tanımlansa da Batı için her zaman potansiyel bir tehdit ve güç olarak algılanmıştır. Yurtdışında başka ülke yöneticileri ve aydınları ile her görüşmemde çok belirgin bir biçimde bu algıya tanıklık etme imkânı buldum. Eski tarihsel coğrafyası üzerindeki potansiyel gücünün Batılıların göz ardı edeceğini düşünmek herhalde safdillik olur.
Ne yazık ki Batılı hükümetler, yeryüzünde özellikle kendilerine yakın olmayan yönetimlere karşı tutumlarını çok açık bir biçimde bir endişe ve tehdit algısı temelinde şekillendirmekten kendilerini kurtaramamaktadır.
AKP iktidarı da Batılı yönetimler için bunlardan biridir. Soğuk Savaş döneminde komünizm korkusuyla yüzünü Batıya çeviren, Türkiye, NATO ittifakında yer almış, AT (AB)ye yüzünü dönmüştü. İktidarının ilk yıllarında da Avrupa Birliği üyeliğini stratejik bir hedef olarak benimseyen ve ifade eden iktidarın Batı açısından yol açtığı rahatlama, şimdilerde yerini bir endişeye bırakmış durumda. İktidarın bu tutum değişikliğinin nedeni, üyelik sürecinde Batı’nın taleplerini istikrar ve güvenliği için tehdit olarak görmesi.
ABD ile ilişkilerde de benzeri bir seyir gözlemlenmektedir. Başlangıçta stratejik ortak olarak yaklaştığı ABD ile özellikle Ortadoğu konusunda yaşadığı ihtilaflar zaman içinde eksen kaymalarına maruz kaldı. Burada da yine en önemli endişe, güvenlik endişesi olarak gözüküyor.
Bu eksen kaymalarını değerlendirirken elbette şu gerçeğin farkındayız: Tarih içerisinde çok sayıda devlet kurmuş, en son olarak da zorunlu olarak bir imparatorluk bakiyesi üzerinde yükselen bir ülkenin esnek ve çok yönlü bir dış politika benimsemesi yadırganacak bir durum değil. Ancak bunun konjonktürel süreçlere bağlı olarak hızlı değişikliklerle gerçekleşmesi tehlikeli. Nitekim Türkiye’nin hızlı bir biçimde gitgide Avrasyacı bir eksene kayma görüntüsü Batıyı ve NATO ittifakını telaşe düşürmüş durumda. Bu süreçte eş zamanlı bizim de yedi düvelden endişe eder hale geldiğimiz gerçeğini de görmezden gelmeyelim.
Bizim gibi ülkeler için dış tehdit her zaman olacaktır. Dış tehditlerin içerideki muhalif unsurları da zaman zaman kullanmasına karşılık elbette dikkatli olunması gerekir. Ancak bu dikkatin, tüm sinerjisiyle var olma mücadelesi vermesi gereken bir toplumu yok olma paranoyasıyla korkutarak sağlanması yoluna başvurulması, kendi içimizde o sinerjiyi oluşturmak için ihtiyaç duyduğumuz uzlaşma çabalarımızı baltalayacaktır.
Son aylarda dile getirilen beka meselesi etrafındaki tartışmalar bu endişeyi haklı çıkarır niteliktedir. Bu meselenin bir seçim ortamında iç politikanın bir enstrümanı olarak vurgulanmasıdır tartışmalara yol açan.
Sözünü ettiğim yazımda da söylemiştim. Yüzyılı aşkındır süren bu var olma mücadelesi, gelenekle yenilik arasında sağlıklı bir sentez oluşturabilecek bir dil ve yaklaşımı yakalayamadığımız için kendi açmazlarını da beraberinde getirmiştir. Bir başka deyişle Türk modernleşmesinin, çeşitli kesimlerin asgari uzlaşmasına bile dayanmadan gerçekleşmiş olması, ortak paydalarda buluşma imkânlarını yok etmiştir.
Bu şekilde kendini oyunun dışında kalmış hissedenler kendi dünyalarını kurmaya çalıştılar. Sindirilmeye çalışanlara ayrı gettolarda farkı kültürel, sosyal, siyasal değerler gelişti. Bu nedenle ulus olarak ortak bir güçle bir yenilenme bilincini benimseyip içselleştirme imkânı kalmadı.
Neredeyse 2000 yıllık bir geçmişi olan bir toplumun ekonomik alanda, sosyal alanda, siyasal alanda son yüzyılda ortak bir dil ve anlayış oluşturamaması bizi bir kısır döngüye mahkûm etti. Gücü ele geçirenin karşısındakini ötekileştirdiği bir kısır döngü. Siyasal kültürümüz, zihnimizde ve dilimiz de bu kısır döngünün yarattığı hırçınlıklarla malul.
Evet Türkiye’nin bir beka sorunu vardır. Ama bu beka sorunu, iktidarıyla, muhalefetiyle, aydınıyla, medyasıyla ancak uzlaştırıcı bir dil ve yaklaşımla aşılabilecek bir sorun. İki ağzı da keskin bir ötekileştirme kılıcını elinde tutan siyasi yaklaşımlarla çözülecek bir sorun değil.
Cumhurbaşkanı’nın son seçimlerden hemen sonra bir Türkiye ittifakından söz etmesi ve 19 Mayıs’ta verilen fotoğraf, doğrusu umut vericidir. Türkiye’nin neredeyse son 20 yılında bu birlik fotoğrafını göremedik. Bunun altının doldurulabileceği bir zeminin oluşturulması ve bu fotoğrafın konjonktürel bir görüntü olmaktan kurtarılması gerekir. Ama görünen o ki klişeleşmiş istikrar ve güvenlik mi, özgürlük mü paradoksunu aşmakta zorlanıyoruz.
Türkiye’nin var olma dinamiğini verimli mecralara yönlendirmek için korkutan, tehdit eden, kavgaya davetiye çıkaran bir dile değil, birbirimizi anlamaya ve yeni bir arada yaşama formülünü üretecek asgari ortak paydalar oluşturmaya ihtiyacımız var. Bu da düşünce ortamının, kompleksiz ve önyargısız seviyeli özgürleşmelerle zenginleşmesi demektir. Daha fazla nefes almaya ihtiyacımız var.
Yüzyıllarca bir arada yaşamanın formüllerini geliştirmiş bir İmparatorluğun çocukları olan bizler, sürekli olarak bir korku imparatorluğunda ihtilaflarla yaşamayı hak etmiyoruz.