Çağımızın en tipik özelliklerinden biri, hayatın özünden soyularak tamamen biçime indirgenmesidir. Özünden mahrum kalan biçim ise bir süre sonra vitrinlik bir malzeme haline gelmektedir. Görsel yayın ve kültür araçlarının yaygınlık kazanması bu anlamda biçimi de sonunda bir imaj olmaya kadar geri götürür. Bu anlamda gerçek karşısında konumumuz bir seyirci konumudur. Gerçek diye bize sunulan görüntünün verdiğiyle dünyayı algılarız.
Onun için Fransız postmodernist sosyolog Jean Baudrillard bir simülasyon çağında yaşadığımızı vurguluyor.
Simülasyon, yine çağımızın bir başka egemen özelliği olan kategorize etme özelliğiyle birleşince, gerçekler hayattan soyutlanarak zaman zaman müşterilere vitrinlerde ön plana çıkarılan hologram nesnelere dönüşüyor.
Bu anlamda, sevgiyi yıl içine belirli gün ve haftalar yerleştirmek de bir tür simülasyon, yani “-mış gibi yapmak” görevini görüyor. Anneler günü, babalar günü, sevgililer günü benzeri günler, ruhumuzu simülasyonlara kiralamamız gereken günler olarak vicdanlarımızı rahatlatmamızı sağlıyor.
Sevgililer günü, maneviliğin beşeri ve ilahi bir boyutu olarak sevginin hayatımızdan kovulduğu bir dünyada bize “-mış gibi yapmak” için sunulmuş aldatmaca bir gün.
Aşk, sevgi öyle hayatımızda bir günle geçiştirilecek birer nesneymiş gibi...
Hüsrev Hatemi, "Akşam Gümrükçüleri" kitabında
Sen yoksun ey aşk insanlar arasında yangın yerleri
Kısa yakınlıkların yıkıntıları var
diyor.
Orhan Veli’nin
imkansız şey
şiir yazmak
aşıksam eğer
dizelerinde dile getirdiği gibi şairleri şiir bile yazmaktan alıkoyacak aşklar yok artık.
Artık Osman Konuk’un bir şiirinde belirttiği gibi çağdaş gençlerin arasında sevginin aracı ilan-ı aşk etmekten şişmiş bir delinin diline benziyor.
Ama her şeyin ticarileştiği, nicelleştiği bir dünyada aşkın yine herşeye rağmen en sadık dostu edebiyat. Onca yıkıntının arasında insan için en değerli şeyi edebiyatçılar arıyor.
Sanayi çağının üretim saplantısıyla ruhu kurumuş bir dünyadan, elektronik çağın sanal dünyasına geçişte aşk konusunda tek direnen edebiyat.
Hayatımızı, ruhumuzu, gönlümüzü bu anlamda bölmelere ayırmakta ısrarlı modern yaşama ve düşünme biçimi karşısında aşka kendini siper eden yine edebiyat.
Bu anlamda çağımızın kaybettiği manevi boyutun ihyasında da edebiyata bir o kadar daha fazla görev düşüyor. ( Galib , ‘şair ehl-i dildir’ diyor)
Aşk özellikle İslam'dan beslenen edebiyatta, beşeri olanla "aşkın" olan arasında bir rabıtadır.
Aşkın olan, beşere aşkı lütfetmiştir. Ancak aşkın nihai durağı aşkın olandadır. O anlamda şair “Aşk imiş her ne var ise alemde/ İlim bir kıyl u kal imiş" diyor. Çünkü aşk sonuçta sözü aşmış bir haldir, keyfiyettir. Sözün ifade edebileceğinin ötesindedir. Aşk bir deniz ise söz ancak kırık kulplu bir kupadır.
Aşk sadece bir aracı değil, seveni ve sevgiliyi kuşatan bir atmosferdir. Onun içindir ki Şeyh Galib’in Hüsnü Aşk’ında Aşk Hüsn’e değil, Hüsn Aşk’a aşık olur.
Çünkü aşkın objesi yine aşktır...
Yazıyı Eşrefoğlu Rumi’den aşkın çeşitli boyutlarına işaret eden iki dörtlükle bitirmek istiyorum :
Cihanı hiçe satmaktır adı aşk
Döküp varlığı gitmektir adı aşk
Elinde sükkeri ayruğa sunup
Ağuyu kendi yutmaktır adı aşk
Bela yağmur gibi gökten yağarsa
Başını ana tutmaktır adı aşk
Bu alem sanki oddan bir denizdir
Ana kendini atmaktır adı aşk
Aşk paha biçilmez bir…
Aşk paha biçilmez bir varlıktır herkeze nasib olmaz o güzel duygu ve hisler , nasib olanlar kıymetini bilin.
Aşkın kendisi Hüda dır
Yeni yorum ekle