Hızlı gelişmelerin cereyan ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Ülkemizin coğrafi konumu, tarihi bağlarımız, ilişkilerimiz, sorumluluklarımız ve kesintisiz senaryoların konusu olmamız nedeniyle her an ikili, bölgesel, çok taraflı bir sorunun ortasında kendimizi bulabiliyoruz. Bu da siyasete olduğu gibi uluslararası ilişkilere de toplumu duyarlı bir hale getiriyor.
Ne var ki ulusal siyasetteki bakış, yaklaşım ve üslubumuzun uluslararası ilişkilerin yorumlanmasına da yansıdığını görüyoruz. O nedenle bu konuda birkaç gözlem ve düşüncemi sizlerle paylaşmak ihtiyacı duydum.
1. Uluslararası ilişkiler birçok faktöre bağlı olarak şekillenir:
a. Siyasal, ekonomik, teknolojik vb. bağlılık, ihtiyaç ve çıkarlar.
b. Tarihsel, ırksal, dilsel, dinsel, kültürel ortaklık ya da zıtlıklar
c. Coğrafyanın getirdiği zorunlu yakınlıklar
d. Tehdit ve tehlikeler
Bunlara bir yığın alt başlık açılabilir. İlişkiler bunların biri ya da birkaçına bağlı şekillenebilir. Duruma ve ihtiyaca göre bunlardan bazıları ağırlık kazanır. Bazıları güçlendirici katalizör olarak işe yarayabilir. Ama tartışılmayan bir şey var ki o da siyasi ve ekonomik çıkarlar tüm bunların en baskın olanlarıdır. İster ikili, ister bölgesel, ister çok taraflı ilişkiler ve işbirlikleri, siyasi ve ekonomik çıkarlar olmaksızın diğer faktörlerin motivasyonuyla sağlanmaz/sağlanamaz. Türk Dış Politikası Paradigma Değiştirirken başlıklı (https://www.fikircografyasi.com/makale/turk-dis-politikasi-paradigma-degistirirken) yazımda işlevsel olamayan bazı ittifaklara değinmiştim. (Türkiye’nin AB, ABD, Rusya ve Almanya ile ilişkileri ise bu baskınlığı gösteren en sıcak örneklerdir. Olayın başında iç ve dış kamuoylarına yönelik yapılan sıcak çıkışlar kısa sürede soğur ve iş rasyonalite mecraında yürümeye devam eder. Merkel ve Putin bu konuda ziyadesiyle soğukkanlılığını koruyan iki lider olarak temayüz etmektedirler.)
AB’nin kuruluşunda yukarda saydıklarımızdan birkaçı birden var. Bilindiği gibi bir Avrupa Birliği oluşturma konusundaki felsefi düşünceler, Avrupa içinde yıllarca süren savaşlar sonucunda oluşan tehlike algısının derinleşmesiyle 2. Dünya savaşı sonrası somut bir girişime dönüştü. Ama Birliğin çekirdek kurucu anlaşması esasen Avrupa Devletlerinin, kömür ve çelik üretimindeki işbirliğine, yani ekonomik bir işbirliğine dayanır. Daha sonra Birlik içinde genişleyen işbirliği insan hakları konusunda ortak standartlar oluşturma, ortak para birimine geçilmesi, ortak vize bölgesi oluşturulması gibi konularda bir çok adım atarak sürdürülebilirliğini güçlendirmeye çalışmıştır. (Elbette bunları söylerken yakın tarihte İngiltere’nin AB’den çıkma girişimi başta olmak üzere AB içindeki potansiyel çatışma ve ihtilafları göz ardı ediyor değiliz.)
2. Uluslararası işbirliği yukardaki nedenle hamasi talepler ve değerler romantizmine açık kapı vermez. Mesela İslamcıların İslam Dünyası İşbirliğini, Türkçülerin Türk Dünyası İşbirliğini, Batıcıların Avrupa Birliği ile işbirliğini istemelerinin tek başına önemi de, geçerliği de yoktur. Bu örnekler yaşayıp gördüğümüz, tecrübe ettiğimiz olgunun en canlı örnekleridir. Yani uluslararası ilişkiler platonik idealizmlerin ağırlığını taşıyamaz.
3. Uluslararası ilişkiler bir uzmanlık alanıdır. Birçok dinamik ve tarihsel süreç bilinmeden yapılan yorumlar ve ifade edilen düşünce ve talepler kamuoyunun ya da belirli kesimlerin –afedersiniz- gazını almaktan başka bir işe yaramaz. Siyasetçiler bunu bildikleri halde bu duyguları manipüle etmekten kendilerini alıkoyamazlar. Çoğu halde de cankurtaran simidi olarak çok işe yarar.
4. Uluslararası ilişkiler ya da dış politika, taraf ülkelerin iç politik dinamikleri ve şartları anlaşılmadan analiz edilemez. Çünkü siyasetçiler iç siyaset için dış politikayı araçsallaştırmayı maalesef severler. İçeride safları sıklaştırmak için dış düşman yaratmak sıradanlaşmıştır, ama bir o kadar da işlevseldir.
5. Uluslararası ilişkilerde muhataplarınızın iç politikalarına müdahale, nizamat verme ve tedip yaklaşımı uzun vadede sonuç vermez. Bazı hallerde ters teper ve muhataplarınızı başka ittifaklara ikram edersiniz. Kaş yapayım derken göz çıkartırsınız. Arap Baharında yaşananlar ( Suriye-Mısır’la ilişkilerimizde gelinen noktada olduğu gibi) bunun yakın örnekleridir.
6. Uluslararası çok taraflı ilişkileri, mevcut dünya ekonomik düzeni ve konjonktürel –son yüzyılda küreselleşme dediğimiz- bağlamı göz ardı ederek yeniden tasarlamak kolay değildir. Türkiye’nin BM’nin yapısını sorgulayan haklı “Dünya Beşten Büyüktür” görüşü, siyasi ve ekonomik çıkar ve bağlılıkların baskısı karşısında gerekli iltifat ve teveccühü görmemiştir.
7. En büyük ticari partnerimiz olan Avrupa ile restleşmemiz sadece bir ufunet giderme ve karşı hamle gösterileridir. Kolay kolay birbirimizden vazgeçemeyiz.
8. AB’nin kısa sürede çökme ihtimaline bel bağlamak bir ham hayaldir. Zayıflamak ayrı çökmek ayrıdır.
9. Nasıl İslam Dünyası diye ortak siyasi bir dünya yoksa hızlıca ortak siyasi bir Türk Dünyası olmasını da beklemek gerçekçi değildir. Türk Dünyasında birçok alanda işbirliğini gerçekleştirmek üzere 2011 yılında kurulan Türk Keneşi (Konseyi)’nin iyi niyetlere rağmen, özellikle Rusya sözkonusu olduğunda ortak siyasi inisiyatifler oluşturması kolay olmayacaktır. Son yüzyılın büyük bir kısmını Sovyet baskısı altında geçiren, eğitimleri, dilleri, algı dünyaları, dini inançları, edebiyat ve sanatları, bilimleri, dünya algıları, bağlılıkları, yaşam biçimleri, kültürleri, alfabeleri, elitleri ve yöneticileri bu baskı altında şekillenen bir coğrafyadan bir anda bir birlik anlayışı oluşmasını beklemek insaflı da değildir. (Alfabe değişimi konusunda yaşananlar Sovyetlerin bir birlik oluşmasını engelleyici yaklaşımlarının önemli bir örneğidir. 1920’li yıllarda SSCB'deki Türkler Latin Alfabesine geçmeye başlamıştı. 1928 yılında Türkiye'nin latin alfabesine geçişiyle Moskova'da Türkiye ile bir alfabe birliği sağlanma korkusu nedeniyle bu cumhuriyetlerde 40’lı yıllarda kril alfabesine geçilmiştir. Bununla da yetinilmemiş, Latin alfabesine geçiş konusunda fikir beyan eden, çalışma yapan bilim ve düşünce adamları ya öldürülmüş, ya sürgüne tabi tutulmuştur. Öte yandan Sovyet sonrası bu Cumhuriyetlerdeki alt etnik kimlik vurgusu da bu yaklaşımın bir parçasıdır. Ortaasya ve Kafkasya'daki Türk Cumhuriyetlerinde, alt etnik kimliklere vurgu yapılarak Özbek, Türkmen, Kazak, Azeri, Kırgız gibi isimlerin benimsetilmesi korkulan üst kimliğin oluşmasının engellenmesine yönelik bir algı oyunudur. Bu alt kimlikler birleştirici Türk üst kimliğinin hala önündedir. 90’lı yıllardan sonra bizim bu ülkelerle kurduğumuz gerek sivil, gerek resmi ilişkilerde karşılıklı yaptığımız yanlışlar da işin tuzu biberi olmuştur
10. Bir önceki maddede sayılan nedenle, Türkiye bu ülkelerle ilişkilerinde Rusya ve Çin faktörünü dışlayarak bir yere varamaz. Azerbaycan’ın Karabağ operasyonunda Azerbaycan yetkililerinin beyanatlarındaki dikkat ve üslup, Türkiye’nin bölgedeki rolünü değerlendirme konusunda da aynı duyarlığı taşımaktadır ve gerçekçidir.
11. Sahadaki dinamiklerin değişmesi ister istemez masayı yeniden kurdurur. Azerbaycan’ın girişimi bunun en son örneğidir.
Bitirirken
Tüm bu söylediklerimizle reel durum hatırlatılmakla birlikte, bu ilanihaye verili şartlara boyun eğmemiz gerektiği anlamına gelmez. Elbette teslimiyetçilik değil akıllı hamlelerle inisiyatif almak, değişen şartları kollayarak yeni hamlelerde bulunmak bir hedef olmalı. Bu anlamda, “Eski Türkiye” diplomasisindeki “çok yönlü dış politika” ilkesi, pasif ve yüzü sadece Batı’ya dönük bir bir çok yönlülük (!) kastedilmedikçe mevcut şartlarda kullanışlı gözüküyor. Marifet yaklaşımda değil aktörlerde. Değişen şartlar önümüze yeni şanslar ve imkanlar da koyar. Şimdi de öyle bir zamanı yaşıyoruz.
Yeni yorum ekle