Politika sözcüğünün kökeni eski Yunancaya kadar uzanıyor. Polis, yani şehir(devleti)nin işlerini düzenleyip yürütmek için izlenen yol, yöntem. Bir de mecazi anlamı var ki o da karşındakini etkileme için başvurulan yöntem ve yaklaşımlar anlamında. Ama bu anlamda bir uzlaşma, iyi geçinme çabası da var.
Korkmayın, sizi etimolojik deşelemelerle yoracak, malumatfuruşluk yapacak değilim.
Bugün geldiğimiz noktada politika ya da siyaset hayatımızın her alanını kuşatan bir olgu.
Çok partili yönetim biçimlerinde siyaset, parti (taraf)ler odaklı konuşulan bir kavram.
Bizim gibi modernleşmelerini bir sözleşme kültürü üzerinden yürütemeyenler için siyaset bir çatışma alanı.
Çünkü herkes diğerini, hayat tarzını gerçekleştirme ve düşüncelerini ifade edebilme karşısında bir rakip, bir tehdit olarak görüyor. Siyasi dil de bu nedenle günümüzde bir çatışma ve ötekileştirme diline dönüşebiliyor kolaylıkla.
Özgür sivil alanın azaldığı yönetim biçimlerinde siyaset, gücün kullanıldığı en önemli araç haline gelebildiğinden, mücadele de siyasette yoğunlaşıyor. İdeolojiler siyaset üzerinden şekilleniyor ve ifade ediliyor. Yönetim erki siyaset üzerinden hem bir rant paylaşımı hem de ötekine tahakküm aracı olarak büyük rağbet görüyor.
İktidar seçkinlerinin yönetim erki ve birbiriyle ilişkileri de yine bu güç ekseni etrafında tezahür ediyor. Asker/tüccar/medya/sanat dünyası/bilim dünyası/fikir dünyası /spor dünyası ve hatta katılımcı demokrasinin olmazsa olmazları olan sivil toplum kuruluşları bu güç ekseniyle ilişkileriyle bir konum almak zorunda kalıyor ya da zorunda hissediyor. Yönetici seçkinlerle diğer seçkinlerin ilişkileri, böyle bir süreçte ister istemez erki tahkim etmenin aracına da dönüşüyorlar.
Böyle bir ortamın en büyük açmazı sistemin kilidi açmaktaki zorluk. Düşüncenin rahat nefes alamadığı ortamlar iki türlü yanlış mecraya yöneliyorlar. Eleştirmek, bu şartlarda sürekli bir ihanet ve dış güçlerle işbirliği suçlamasının tokatıyla karşılanıyor. Bu suçlama ve huşunetli tavır eleştiriyi, nitelikli ve yapıcı bir üslup ve yaklaşımdan hırçın, seviyesiz bir mecraya itiyor. Merdiven altı eleştiriler ise toplumsal hasılaya katılabilecek potansiyel enerjiyi ajitasyon ve provakasyonun piyonları haline sokuyor. İşte tam da bu nokta da tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan kısır döngüsünde dönüp duruyoruz.
Oysa düşünen insan, eleştirel bakabilen insan demektir. Bu kısır döngüde İflah olmaz muhalifle eleştirel bakan insanı birbirinden ayırmak da zorlaşıyor. Ülkemizin tarihi bu ayrımı yapmamanın talihsiz sonuçlarıyla malul bir tarihtir. Hangi dönem olursa olsun fark etmez.
Özellikle siyaset alanı, bu aymazlığın acımasızlığa dönüştüğü bir alandır. İnsanların birbirlerini siyasi mesafelerle tanımlayarak, ona göre yaklaştıkları bir ülkede, birlikte yaşama kültürünü sindirebilecek bir sözleşme oluşturmak nerdeyse imkansızlaşır. Bunun en büyük sonucu da doğal olarak enerjimizi ülkenin kalkınmasına değil birbirimizle didişmeye harcamak müsrifliğidir.
Bu durumlarda dış tehdit ve düşmanlara da ihtiyaç kalmaz. Bu düşmanlığı birbirimize karşı cömertçe ürettikçe hain üretmede de tüm yeteneklerimizi ortaya koymaktan çekinmeyiz. Her dönemin söylem ve algısında hep ötekiler, hep ihanetler uçuşur havada. Eleştirel düşünce de bu ihanet söyleminden payını bolca alır ve kekelemeye başlar.
Bu ortam, korku imparatorluğu senaristlerinin ellerini ovuşturarak efendileri için zenginleştirilmiş ve çeşitlendirilmiş senaryolar yaratmaları için verimli bir ortamdır. Kifayetsiz muhterislerin siyasi patronajlar altında düzenlenen maskeli baloda kendilerini kolayca gizleyebildikleri bir atmosferdir bu.
Siyasetçi, böyle bir ortamda kolayca iğvaya kapılabilir. Taç giyen baş gönüllü mü uslanır zorunlu mu, anlayamazsınız. Oysa bir ülkeyi, bir toplumu geliştirecek unsur eleştirel düşüncedir. Eleştirel düşünce olmadan siyaset yenilenmez, bilim gelişmez, akademik kurumlar köhner, toplumsal değişme bir anomiye dönüşür. Evet, aydının, bilim adamının sorumluluğu, sorumsuz iflah olmaz muhalefet değildir elbet ama….Kapıkulu olmak da değildir. Asıl kapıkulu olan milletine, ülkesine, devletine ihanet eder. Çünkü onun sorumluluğu daha büyüktür de ondan.
Yönetenin görevi, ortamı eleştirel düşünceye, araştıran düşünceye hazır hale getirmektir. Sadece siyasal anlamda değil, her anlamda eleştirel düşünceden yararlanmasını bilmektir. Hatta eleştirel düşünce yoksa, bunu ‘kışkırtmalı’ , teşvik etmelidir.
Bir ülkeyi sadece dış güçler yıpratmaz. Doğruların söylenemediği, karşı görüşlerin bir sağduyu ortamında buluşamadığı, yönetim erkinin eleştiriyi, kendini yenileyebileceği bir dinamik olarak görmediği şartlar yıpratır.
Hiçbir dönemi ayırt etmeden söylüyorum. Siyasetimiz bu olgunluğa erişmedi. Bunun bedelini her dönemde belirli kesimler ödedi ve bu yaklaşımla da ödemeye devam edecektir.
En kötüsü, yukarda sözünü ettiğim iktidar seçkinlerinin tutumudur. Bilim adamlarının ve aydınların da bu yaklaşıma şapka çıkartmasıdır.
Özellikle iktidarda olan siyasi partilerin eleştirilmesi, ihanet söyleminin işportaya düşmesine yol açmakta, toplumsal kesimler arasında fay hatlarının derinleştirmektedir.
İfade özgürlüğü ile, ar-ge zenginliği, yaratıcı bilimsel buluşlar, patent sayıları, marka oluşturma becerileri arasında eminim ki büyük bir korelasyon var.
Benim kuşak, bir ömrün sonuna geldi. Hep bir özlem, hep bir umutla yaşadık. Eleştirel düşüncenin nefes alacağı ortama ömrümüzün sonunda özlem duymak içimizi kanatıyor.
Umarım bizim göremediklerimizi torunlarımız görür.
Ama şu anki iktidara muhalif olanlar. Ellerinizi ovuşturmayın. Biz bileşik kaplar gibiyiz. Yok aslında birbirimizden farkımız. Özeleştiri ihtiyacının eleştiri ihtiyacıyla atbaşı gittiği bir atmosferi soluyoruz.
Onca unsuru bir arada tutabilmiş, Orta Asyadan Balkanlara bir kültür moderasyonu ve sentezi sağlamış bir uygarlığın çocukları olarak, kendimize özgüveni, ötekini sevmeyi, farklılığı bir zenginlik olarak görmeyi ne çabuk unuttuk ! Ne çabuk öfkeleniyoruz. Birbirimiz ne çabuk diş gıcırdatıyoruz.
Ortayolu ne çabuk terkettik. Aşırılıklar ve kolay genellemelerin iğvalarına ne çabuk kanıyoruz.
Bize ne oldu !
Yeni yorum ekle