
Burada İlahiyat Fakültelerinin serencamını ayrıntılı bir şekilde ele alacak değiliz; ancak belirli tarihlerden yola çıkarak, temel bazı noktalara temas etmekte yarar vardır. Hemen şunu belirtmek isterim: Kuruluşundan bugüne İlahiyat Fakülteleri, farklı düzenleme ve uygulamalara sahne olmuştur. Dini hayatı, düşünce ve zihniyeti kontrol ederek sosyal değişimi gerçekleştirme çabası yeni bir çaba değildir. Bu meyanda neredeyse 96 yıllık bir geçmişe sahip olan, pek çok ilim ve din adamı, eğitimci, sanat ve siyaset insanı yetiştiren İlahiyat Fakültelerinin tarihi, toplumsal yapıyla ilişkileri, topluma kazandırdıkları, ortaya çıka tartışmaları derleyici ve verimli bir alana teksif edici ilmî çalışmalar pek yapılmadı. Elbette başta Erciyes İlahiyat Fakültesi’nin İSAV ile birlikte düzenlediği ilmî toplantıdan başka, 19 Mayıs Üniversitesi ve Muş Alparslan Üniversitesi’nin son yıllarda düzenledikleri ilmî etkinlikler, daha evvel Ankara İlahiyat’ın öncülük ettiği dinî yüksek eğitimle ilgili ilmî toplantılar, bazı ilmî ve aktüel dergilerdeki yazıları hatırlayarak bu cümleyi kuruyorum: Yeterince ilmî çalışma yapılmadı.
Son yıllarda günlük gazete ve popüler dergilerde İlahiyat Fakülteleri’ne ilişkin lehte ve aleyhte bazı yazılar yazıldı. Keza bazı çevreler sosyal medya ağlarında ilahiyat eğitimini tezyif edici paylaşımlarda bulunmayı alışkanlık haline getirdiler. Bu minvalde ortaya çıkan görüşlerin derlenip toparlanması, ortaya çıkan meselelerin sağduyuyla analiz edilmesi ve tevcih edilen soruların müspet ve makul bir zeminde cevaplandırılması uzun vadede ilmî ve fikrî hayatımıza zenginlik katacaktır. Ancak tartışmaların daha çok siyasî, duygusal ve tepkisel bir zeminde, “ötekileştirici” bir dil ortamında gelişmesi, diğer pek çok önemli konuda olduğu gibi, bu konuyu da fikrî zeminden alıp “mahalle kavgası” haline dönüştürmektedir. Maalesef zengin bir müzakere ve mütalaa kültürüne sahip olmakla birlikte, münakaşa ve mugalatayı tercih eden bir toplum haline evirildik.
İlahiyat tartışmaları, önceki dönemlerin tartışmalarını hatırlarsak, başlangıçta din eğitimi tartışmalarından ve dolayısıyla diyanetten ayrı değildi. Bazı çevreler din eğitiminin laikliğe aykırı olduğu fikrinden yola çıkarak bu tartışmaları öne çıkarmakta; buradan yola çıkarak ürettikleri sanat eserlerinde, çektikleri filmlerde din adamını kötülemeyi, hatta ona hakaret etmeyi, onu toplum nezdinde küçük düşürücü bir algı oluşturmayı hedeflemekteydiler. O dönemde bazı “muteber aydın ilahiyatçılar”, oluşturulan bu imajı tahkim edecek beyanlarda bulunurken; bunun yanlış olduğunu bilenler ise, oluşturulan bu algının etkisiyle, toplumda karşılıklarının da olmadığını düşünerek daha içe kapalı, temkinli bir dil ile kendileri için çizilen sınırların dışına çıkmamaya gayret etmekteydiler.
Bu süreçte muhafazakâr ve mütedeyyin kitle de açıkça beyan etmese de ilahiyat ve diyanete pek müspet bakıyor değillerdi. Ancak bu kesime, yeni siyasî ortam, ekonomik güç ve erişilen sosyal ortamlar farklı kanallar açtı; bu kanallar, gelişen iletişim ağları ve ortaya çıkan yeni imkânlar muhafazakâr ve mütedeyyin kesimlerin de “açıkça söz söyleme” ve “fikir beyan etme”lerine fırsat verdi. Böylece İlahiyat Fakülteleri ve diyanet, çoğu kendi mensubu (=mezunu-personeli) olduğu kesim tarafından itibarsızlaştırıcı dille muhatap olmak durumunda kaldılar. Gelinen bu noktada, süreci daha iyi anlayabilmek için İlahiyat tarihine ilişkin kısa bir değerlendirme yapmakta yarar vardır.
Hafızayı Tazelemek
Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda yer alan 430 sayılı kanunun 4. maddesi gereğince 7 Mayıs 1924 yılında İstanbul’da “yüksek diniyyat mütehassısları yetiştirmek üzere” Darülfünûn’a bağlı bir İlahiyat Fakültesi açılmıştır.
Darülfünûn’un o zamanki rektörü İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun bir nevi “Sosyoloji Fakültesi” olarak nitelediği İlahiyat Fakültesi’nde öğrenciler Tefsir ve Tefsir Tarihi, Hadis ve Hadis Tarihi, Fıkıh Tarihi, İçtimaiyat, Ahlak, Kelam Tarihi, İslam Feylosofları, Tasavvuf Tarihi, Felsefe Tarihi, İslam Mezhepleri, İslam Tarihi eğitimine tabi tutulmuşlardır.
1933 yılında Darülfünûn, İstanbul Üniversitesine dönüştürülürken İlahiyat Fakültesi, yeni kurulan üniversitenin bünyesinde yer almamıştır.
CHP’nin 2 Aralık 1947 tarihli 7. Kurultayı’nda seçmeli din derslerinin ilk ve ortaokul müfredatlarına eklenmesi ve imam-hatip yetiştirmeye yönelik okulların ve İlahiyat Fakültelerinin yeniden açılmasıyla ilgili sunulan tekliflerin karara bağlanması neticesinde, 1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi açılmıştır.
Mezkûr fakültenin açılmasına ilişkin kanun tasarısının gerekçesinde yer alan “Dini meselelerin sağlam ve ilmi esaslara göre incelenmesini mümkün kılmak, meslekî bilgisi kuvvetli ve düşüncesinde ihatalı din adamlarının yetişebilmesi için lüzumlu şartları sağlamak maksadıyla memleketimizde de garptaki örneklerine benzer bir İlâhiyât Fakültesi’nin kurulması” ifadesi fakültenin kuruluş amacını göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Dönemin Milli Eğitim Bakanı Tahsin Banguoğlu’nun konuşmasındaki ifadeler ise şöyledir:
“İlâhiyât Fakültesi müspet bir ilmi camia içinde kurulacak ve bazı irticaî hareketlere cesaret vermek şöyle dursun, onları men etmek, onları selb etmek ve onları yok etmek fonksiyonunu icra edecektir.”
Tarihsel sürece işaret ederken burada şunu hatırlamakta yarar var: Banguoğlu’nun inşa etmeye çalıştığı ilahiyat vizyonu, büyük oranda hâlihazırda devam etmektedir. Bu vizyonun, gelenekli/muhafazakâr muhitlerin başlangıcından itibaren ilahiyat eğitimine kuşkuyla baktıkları aşikârdır.
Banguoğlu’nun çizdiği tasarımda, İlahiyat Fakültesi’ne zararlı dini oluşumlara karşı ufku geniş, donanımlı ilim adamları yetiştirme fonksiyonu yüklenmiştir. Fakültenin kuruluş amaçlarında ayrıca din görevlisinden ziyade din konusunda yetkin ilim insanı yetiştirme vurgusu öne çıkmaktadır. Bu amaç doğrultusunda Kur’an ve İslam Dini Esasları, Tefsir, Hadis, İslam Hukuku, Kelam ve Mezhepler Tarihi, Tasavvuf Tarihi, Felsefe‐Mantık, İslam Felsefesi, Dinler Tarihi, İslam Tarihi, Din Psikolojisi, Din Sosyolojisi, İslam Sanatları Tarihi, Arapça, Farsça, klasik dini Türkçe metinler, Paleografi ve Pedagoji dersleri müfredatta yer almıştır.
Ankara İlahiyat Fakültesi’nin kurulmasından on yıl sonra, 1959’a gelindiğinde, belki o dönemin toplumsal baskılarının neticesinde olsa gerek, İstanbul’da ilk Yüksek İslâm Enstitüsü kurulmuş ve buna 1965’ten itibaren yenileri eklenmiştir. Felsefe, sosyal bilim ve teoloji ağırlıklı eleştirel İlahiyat geleneğine karşın Yüksek İslâm Enstitüleri geleneksel dinî ilimlerin ağırlıklı olduğu eğitim kurumları olarak yapılandırılmıştır.
16 Haziran 1959 tarih ve 7344 sayılı Yüksek İslam Enstitüsü kadro kanununda “Orta ve muadili okullarda yeteri derecede ehliyetli din dersi öğretmeni yetiştirmek, memleketin ihtiyaç duyduğu müspet ve hayati bilgilerle mücehhez din bilginleri yetiştirmek” esas amaç olarak belirtilmiştir.
1961 yılında hazırlanan yönetmelik ile bu okullar Millî Eğitim Bakanlığı’na öğretmen yetiştirmenin yanında Diyanet İşleri Başkanlığı’na yönelik müftü, vaiz ve din görevlisi yetiştirme konusunda da görevli sayılmıştır.
Yüksek İslam Enstitülerinin programına bakıldığında, Kur’an‐ı Kerim, Vücuh İlmi, Tefsir, Belagat‐ı Kur’aniyye, Hadis, Siyer, İlm‐i Tevhid, Kelam, İslam Hukuku, Fıkıh, Usul‐i Fıkıh, İslam Dini ve Mezhepleri Tarihi, Mukayeseli Dinler Tarihi, İslami Türk Edebiyatı Tarihi, Tasavvuf Tarihi, Ahlak, İslam Felsefesi Tarihi, Mantık, İslam Tarihi, Muasır İslam Ülkeleri Tarih ve Coğrafyası, Arap Dili ve Edebiyatı, Dini Psikoloji, Dini Pedagoji, İslam Sanatları Tarihi, Hitabet ve İrşat, Dini Musiki, Yabancı Dil ve İnkılap Tarihi derslerine yer verildiği görülmektedir.
Derslerin genel içeriğine bakıldığında ise ağırlıklı olarak Temel İslam bilimlerine ait derslerin yoğun bir şekilde yer aldığı dikkat çekmektedir.
20 Temmuz 1982 tarih ve 41 sayılı kanun hükmünde kararname ile Yüksek İslâm Enstitüleri İlahiyat Fakülteleri’ne dönüştürülmüş ancak bu yeni düzenlemede İlahiyat Fakülteleri’nin amaçlarından hiç söz edilmemiştir.
YÖK’ün 01.07.1997 tarihli bu kararıyla İlahiyat Fakülteleri’nde bölümleşmenin önü açılmıştır. Bu yeni yapılanmayla İlahiyat Fakülteleri’nde İlahiyat Lisans Programı ile İlköğretim Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi Öğretmenliği Programı şeklinde iki ayrı program uygulamaya konulmuştur.
İlahiyat Fakülteleri için fetret dönemi sayılabilecek 28 Şubat Dönemi’nde ise bazı İlahiyat Fakülteleri’ne öğrenci alımları durdurulmuş, bazılarında öğrenci kontenjanları 20’lere kadar düşürülmüştür.
2006 yılına gelindiğinde, İlköğretim DKAB bölümü İlahiyat Fakülteleri’nin bünyesinden Eğitim fakültelerine aktarılırken; İlahiyat Fakültesi bünyesinde de Dünya Dinleri, Yaygın Din Öğretimi ve Uygulamaları, Uluslararası İlahiyat ve İngilizce İlahiyat bölümleri açılmıştır.
Son yıllarda ise hem İlahiyat Fakülteleri’nin sayısı hem de öğrenci kontenjanları hızla artmıştır. Keza İLİTAM ve Açık Öğretim / İlahiyat önlisans programlarıyla bu alanda eğitim öğretim görme imkânı artmış; ancak buna bağlı olarak, eğitimin niteliği ve kazandırılmak istenen “ilahiyatçı kimliği”nde bariz bir irtifa kaybı yaşanmıştır. Kontenjanların, eğitim ve öğretim imkânlarının artması eğitim ve öğretimdeki kaliteyi artırmamış; üstelik çeşitli saiklerle ortaya çıkan müfredat değişikliklerine matuf tartışmalar da içine yaşadığımız zaman diliminin ruhuna uygun bir vizyon ve misyon yenilenmesine fırsat vermemiştir. Oysa bilgiye erişim ve iletişimde devrim niteliğindeki gelişmelerin düşünce hayatını da etkilediği bir gerçektir. Bu bakımdan gelişmeleri doğru okuyacak ve ortaya çıkacak sorunları sahip olduğumuz ilmî mirastan yola çıkarak analiz edecek, çıkış yolu/ları gösterecek ilahiyatçı mütefekkirlere ihtiyaç vardır.
Bugün İlahiyat Fakülteleri diğer yükseköğretim kurumları içinde en geniş bilgi yelpazesine sahip fakülteler olmasına rağmen yurt içinde dinî hareketlere yön verecek, dünyada da görüşlerine saygı duyulacak büyük âlimler ve düşünce adamları yetiştirememektedir.
Toplum Aynasından Bakmak
Kısaca tarihine işaret edilen İlahiyat Fakülteleri’nin, verdiği eğitimin, inşa ettiği zihniyetin ve yetiştirdiği “ilahiyatçı tipi”nin neliği ve nasıllığı hususunda toplumun kanaati nedir? Bu soruyu cevaplamak için genişi oylumlu çalışmalara, saha araştırmalarına, mülakat ve anketlere ihtiyaç olduğu malumdur. Bildiğim kadarıyla bu konuda da bir çalışma yapılmadı; sadece teorik düzlemde bazı metinler yazıldı. Bizim de burada yapacağımız teorinin, daha doğrusu tarihi perpektifle bu kurumların nasıl görüldüğü sorusuna cevap aramak olacak. Keza son dönemde sosyal medya imkânlarıyla yapılan eleştirileri de dikkate alarak hali hazırdaki görüntüye ilişkin bazı tespitler de yapılacak.
Dışardan nasıl görüldüğüm/üz mühim bir mesele midir? Eğer ne yaptığımı biliyorsam, elbette bu öncelikli bir konu değildir. Bununla birlikte toplum hizmeti sunan bir kurum için nasıl görüldüğünü bilmesi, eksiklerini tamamlaması ve hizmet kalitesini artırması için önemlidir. Bu sebepten yapılan eleştirileri, öncelikle sağduyuyla karşılamakta yarar vardır. Toplum bir aynadır, oraya yansıyan görüntümü bilmem kendime çekidüzen vermemi temin edecektir. Bu çerçevede meseleye baktığımızda, ilahiyat ve ilahiyatçılara ilişkin dışardan yahut içerden yapılan tespitleri, menfi ve müspet yaklaşımları da dikkate alarak iki kategoride ele almak mümkündür:
- İlahiyatların kuruluş felsefesine, eğitim ve öğretimine matuf eleştirel yaklaşımlar
- İlahiyatçılara dönük eleştiriler
İlahiyatların kuruluş felsefesine, eğitim ve öğretimine matuf eleştirel yaklaşımlar derken, bu kurumların varlığının tartışılmasına atıfta bulunmak istiyorum. Bu meyanda yazılı ve görsel yayın organlarında ortaya çıkan tartışmalar, yukarıda işaret edildiği gibi, iki farklı uçtan beslenmektedir. Bunlar,
- Sadece ilahiyatı değil, bütünüyle din eğitimini sakıncalı ve gereksiz gören mütekebbir pozitivist, laikçi ve seküler bakış. Bu bakışın hikâyesini çokça dinledik; ortaya koydukları argümanların içinde bulunduğumuz kültürel duruma yabancılaşmadan ibaret olduğunu söyleyebiliriz. Hattı zatında günümüzde bu cenah ilgisini başka alanlara çekmiş olmakla birlikte hala ilahiyat ilimlerini bilimci bakışla izah etmeye devam etmektedirler.
- İlahiyat ve diyaneti laik-seküler kültürün ürünü olarak kodlayan ve buradan yola çıkarak eleştirilerini temellendiren muhafazakâr/mütedeyyin kesimin eleştirileri. Bu bir bakıma kendi mahallemizden, kısmen içerden olan bu eleştiriler, ilahiyatların medreselerin yerine tesis edilen bir kurum olarak görmekte ve eleştirilerini oradan hareketle devam ettirmektedirler. Burada şunu ifade edelim ki bu bugüne has bir eleştiri değildir; başlangıcından itibaren ilahiyatlar toplum nezdinde kuşkuyla karşılanan kurumlar olmuşlardır. Nitekim 1933 yılında Darülfünûn’a bağlı İlahiyat Fakültesi’nin kapatılmasında öğrenci sayısının azlığı etkili olmuştur.
Şu var ki bu cenahın tartışmalarına teslim olan, ilahiyat ilimlerini tabii ilimlerin bir parçasıymış gibi görerek üretilen ilmi çalışmaları adeta “laboratuvar ortamı”nda üretmeye çalışan, böylece tarihi miras ve dini ilimlerin manevî ikliminden uzağa düşen ilahiyatçı bakışın olduğu da bilinen bir gerçektir.
1949 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kuruluşunda, Banguoğlu’nun öngördüğü vizyon ile bir nevi “İlahiyat sosyoloğu ve filozofu” yetiştirme ideali sözü edilen eleştirileri bir dönem kapalı devre içerisinde tahkim ederken, bugünümüzde açıkça dile getirilen bir husus olmuştur. Nitekim ilahiyat eğitimi, “İslam âlimi” ve “din önderleri” yetiştirme idealinden ziyade, din kültürü ve ahlak bilgisi öğretmeni ve din adamı ihtiyacını karşılama niyetiyle meslekî forma bürünmüştür.
Benzeri saiklerle muhafazakâr kesimin ve mütedeyyin grupların eleştirisi son yıllarda artarak devam etmiştir. Sanki medresenin meşruiyetini yitirmesinin yegâne müsebbibi İlahiyat Fakülteleri’ymiş gibi takdim edilmesi, buradan yola çıkarak yeni meşruiyet alanı açmanın yolunun bu eğitim kurumlarını tezyif etmekten geçeceği zehabına kapılmaya sebep olmuştur. Geleneksel medrese eğitiminin, icazet eksenli tedris faaliyetinin tamamlayıcı vasfının farkında olan ilim adamlarını da yok sayarak, bir yandan “ilahiyatlar sadece diploma verir” cümlesini kurarak “paralel ilahiyatlar” açmayı yahut buralara teşvik edenlerin yanında, öte yandan ilahiyatları medreselerin denetlemesini ve hatta bu eğitim kurumlarının “kapısına kilit vurmayı” öneren gazeteciler de çıkmıştır. Böylece “uçlar birleşir” ilkesine uygun bir tarzda, laikçi-seküler çevrelerle muhafazakâr-mütedeyyin çevreler dinî ilimlerle sosyal ve beşerî ilimleri telif eden ilahiyat tecrübesini bitirme konusunda ittifak etmişlerdir.
Yukarıda işaret ettiğimiz çerçevede ilahiyatçılara dönük eleştiriler derken, mezun olan öğrencilerin temsil kabiliyetleri, bulundukları yerlerdeki tavır ve davranışlarıyla öğretim üyelerinin akademik camiada ürettikleri, medyada görünürlükleri ve burada ele aldıkları konular, kullandıkları dil ve meselelere yaklaşımları etrafında ortaya çıkan eleştirileri kastediyorum. Burada hemen şunu belirtelim: Uzun yıllar, hikâye, roman ve sinemada olumsuz tasvirlerle sunulan din adamı, bugün medyatik olarak tabir edilen ilahiyatçı ve hocaların tanınır olmasıyla daha farklı şekilde algılanmaktadır. Bu itibarla toplumumuzda ilahiyatlarla ilgili algı, genellikle cami hizmeti düzeyinde ve televizyonlarda gerek program yapan gerekse tartışma programlarında görülen simalar hakkındaki kanaatlere dayanmaktadır. Bunun ise sağlıklı bir yargıya zemin oluşturacak derinlikte olduğunu söylemek mümkün değildir.
Medyatik hocalar üzerinden ilahiyatçıların bir kategori olarak topyekûn hedef gösterilmesi, ilahiyatçı akademisyenleri de rahatsız etmektedir. Bununla birlikte ilahiyat ve ilahiyatçılara yönelik yayınlarda müfredat ve eğitim programlarına ağırlık verildiği görülmüş, ilahiyatçının toplumsal algıda konumunu sınayan bir çalışmaya rastlanmamıştır. Bu itibarla toplumsal algıda ilahiyatçının karşılığını bulmak için incelediğimiz sosyal medya, gazete yazıları ve sivil internet platformlarında ise daha çok ilahiyat ve ilahiyatçıya dair bazı olumsuz tutumların öne çıktığı görülmektedir. Bu itibarla, beklentiler ve umutlar çerçevesinde “ilahiyatçı kimliğin” mahiyetini yeniden düşünmemiz gerekmektedir. Nitekim bundan sonraki dönemlerde daha çok görünür olacağı varsayılan ilahiyatçının duruş sahibi, sosyal sorumluluk bilinci gelişmiş, iyi, doğru ve güzel bir dil ile iletişim kurabilen, sahih bilgiyi doğru bir üslupla sunan, kısa vadeli beklentilerden ziyade müktesebatıyla görevini en iyi şekilde yapan, sağlam iradeli, hür fikirli, müspet tavırlı makul tutumlu kişiler olması için çaba sarf etmek gerekiyor. Topluma dinî istismar eden kişi ve grupların verdiği zarara hepimiz şahidiz. Bu istismarcı çevreler, ekseriyetle ilahiyatlara karşı menfi tavır içinde olmalarına rağmen, “ilahiyatçı” sıfatını kullanmaktan da imtina etmezler.
Burada ilahiyatçılara yönelik olumlu yaklaşımları da ifade etmekte yarar vardır. Sosyal medyaya yansıyan yönüyle konuya baktığımızda müspet yaklaşıma konu olan hususların şunlar olduğu görülmektedir: İlahiyat Fakülteleri’nde ders çeşitliliğinin çok fazla olması sebebiyle genel kültür düzeyi yüksek öğrenciler yetiştiği, hoca-öğrenci ilişkisinin güçlü olduğu, herkesin birbirine kibar davrandığı, genel olarak öğrencilerinin erdemli tutumlar geliştirdiği ve lisansüstü eğitim yapan öğrenci sayısının fazla olduğu gibi noktalarda toplanmaktadır. Keza İlahiyatlarda üretilen dini bilgi ve düşüncede de makul gelişmeler ve yayın kategorisinde bariz zenginleşmeler dikkat çekmektedir.
Yeni yorum ekle