Yaşar Nuri Öztürk de gürültülü bir ömrün sonunda sakin bir hayata ebediyen geçiş yaptı. Yaşar Nuri Hoca için -vechimi pâk eyleyerek ve bühtandan sakınarak -eski bir mesai arkadaşı ve onu iyi tanıyan birkaç kişiden biri sıfatımla- vefatının ardından bir yazı yazma ihtiyacı hissettim.
Kendisiyle geçmişte, 2.5 yıla yakın aynı mekânı paylaştım. Hoca’yı benim kadar tanıyan azdır. Yaşar Nuri Hoca, sıradan bir insan değildi kuşkusuz. Kendisinin ve sahip olduğu vergilerin farkındaydı. Ona Yaratan’ın bağışladığı bu vergileri nasıl kullandığının değerlendirilmesi bize düşmez. Biz sadece bir tespit yapacağız. Bu sebeple bu yazının amacı ne Hoca’yı tezkiye ne de onu tenzil veya terzildir. Amacımız, Hoca’nın doğru anlaşılmasına katkı sağlamaktır.
Koca Mustafapaşa’da, küçük bir Osmanlı mescidinde beraber görev yaptık. Ben müezzin idim, o imam idi. Gündüz vakitlerinde bulunamıyordum; gündüzler Hoca’ya emanetti, okula, bugünkü Marmara Üniversitesi’ne (Türkçe-Edebiyat) devam ediyordum. İlginçtir; görev yaptığımız caminin yakın geçmişteki görevlileri de hep üniversite öğrencisi imişler. Benden önceki müezzin merhum Mehmet Aydın da hukuku bitirip memleketi Sivas’a avukat olarak dönerken bana becayiş imkânını kullandırmıştı (Ruhu şad olsun). O zaman ilk eşi Tevhide Hanım ile evliydi. Çocuklarından Cüneyt ve Mustafa küçük idiler. Yaşar Hoca, o yıllarda ikinci fakülte olarak Hukuk’ta okuyor, bir yandan da kitap yazıyor, Hürriyet Gazetesi için de Ramazan sayfası hazırlıyordu. İlkokulu hiç okumadığı için el yazısı çok kötüydü ve bazen yazılarını ben tebyiz ediyordum. (Bu tebyiz teklifini yaparken de “emeğinin karşılığını ödemek” koşuluyla kaydını düşmüştü. Ben kabul etmek istemeyince de ‘hayır o zaman kalsın, bana bir iş yapacaksan böyle olacak’ demişti ve her sayfa için ödeme yapmıştı) Neden daktilo kullanmak istemiyordu, onu da bilmiyorum.
Yaşar Hoca’nın cuma günleri hutbesini dinlemeye gelen özel bir cemaati olurdu. Ben tam kamet getireceğim sırada lojmandan çıkıp gelir, sünnetleri kılmaz, -Cuma dâhil- farzı kıldırdıktan sonra da cemaati yarıp çıkardı. Merhum babamla çok iyi iletişimleri vardı. Babam,“bu adam çok cesur ve yiğit bir adam” derdi. Daha o yıllarda “sünnet namazlar”ın ihdas olduğu fikrine sahipti. Gözlemime göre L.Massignon’dan Hallac-ı Mansur ve Eseri’ni tercüme ettiği o yıllarda Hoca’nın tasavvufla organik düzeyde bağı da vardı. İhtisas alanı tasavvuf düşüncesi idi ve ilk telif eserinin adı Tarih Boyunca Tasavvufi Düşünce (1974)’dir. Kendisine sormadım fakat Halveti olduğunu biliyordum. Doktora tezi de bu zat üzerine idi: Kuşadalı İbrahim Halveti (1982). Hocanın, kültürel bir değer olarak tasavvufa sahip çıkmakla birlikte tarikatlarla ilgili olarak sonraları bu konuda farklı bir çizgiye yöneldiğini görüyoruz.
İyi bir mevlithandı da. Bir keresinde beni Muharrem Aslantürk, Fatih Çollak, Enver Balcı, Kadir Temel gibi ünlü mevlithanların da bulunduğu bir meclise götürmüştü. Meclis dediysem burası (muhtemelen geçmişleri için) mevlit okutan bir zengin eviydi. Bizim hocaların tam da “Allah adın zikredelim evvela” diye mevlit kıraatine başladıkları sırada -aksilik bu ya- gözüm şeytanın imlediği bir yere ilişmişti: Bizim mevlithanların kıraat esnasında gözleri yumuk, elleri dizlerinde, hafiften sallanarak yöneldikleri tarafta, filmlerden sonra ilk kez gördüğüm Amerikan barda, dev şarap şişeleriyle karşılaşınca derin bir çelişki yaşamıştım orada. Evden çıkarken uzatılan (payıma düşen) zarfta bütçemi rahatlatacak bir miktar vardı.
Siyasete atıldığı dönemde, seçime iki üç gün vardı. Son mitinglerden biri için Samsun’a gelmişti. Kürsüde konuşuyordu. “Bu yağız delikanlı” diye başladığı konuşmasında Baykal’ı yere göğe sığdırmamış, onun mücadele azmini Peygamberlere benzetmişti. Konuşması bitmiş ve yerini Deniz Baykal’a bırakmıştı. Otobüse geçtik. O sırada Baykal da konuşmaya başladı. Bak, dedim, -egolarının güçlü oluşunu kasıtla- “Baykal ile benzeşen taraflarınız var. Tam da bu sebeple onunla ters düşebilirsin. Bu kadar kontrolsüz övgü ileride seni sıkıntıya düşürebilir, dedim. “Siyaset de böyle bir şey” deyip geçti. (Hoca’yı bir konuda eleştirmek veya ona bir tavsiyede bulunmak kolay değildi ve haddinizi bildirebilirdi. Bu cümlelerimi yumuşatarak ve dikkatli bir üslupla ifade ettim elbette) Neden Chp dedim; orada fazla kalabileceğini hiç sanmıyorum, dedim. “Orada el atılması gereken, müfrit bir damar var. O damar, yıllarca, laikliği dinsizlik gibi algıladı ve sırf bu sebeple bu parti halkla buluşamadı. Oraya Kur’an’ı ve doğru laikliği anlatmam gerekiyor. Diğer taraflara da laikliğin din için de neden önemli olduğunu anlatmam gerekiyor” dedi. Neden iktidar partisi değil, dedim. Orada daha rahat olmaz mı bu hizmet? dedim. Diğer tarafın ihtiyacı var, dedi. İktidar partisinden söz ederken sitemliydi. Oradan kendisine bir teveccüh olmadığını anladım. Oldukça samimi gördüm. Şahsen orada altı ay süre biçmiştim. Bu kadar da kalmadı, koptu.
Daha 6-7 yaşlarında iken Kur’anı’ı hıfzetmişti. Karadeniz’in sayılı hocalarından ders almış ve medrese eğitiminden geçmişti. Çocuk yaşta bilgin durumunda idi. İlkokul dâhil devletin resmi okullarının hiçbirinde örgün eğitim görmemiş, bitirdiği üniversiteleri de dışarıdan bitirmişti. Kısa sürede üç dilde konuşabilecek duruma gelmişti. Yaşar Hoca, peş peşe yayımladığı kitaplarla ve yoğun televizyon programlarıyla bir dönem ilgi odağı oldu. Etrafında daima sevenleri oldu fakat nefret edenler de hiç eksik olmadı. Ondan nefret edenler onu tekfire; hatta cüretlerini “cenaze namazının kılınmayacağı” hükmüne kadar vardırdılar.
Hoca, kimine göre “özgün ve yeni” şeyler söylüyordu; kimine göre “mezhepsiz ve reformist” idi; kimine göre ise “saldırgan bir üslûpla insanları aşağılayan, ilmiyle mağrur ve kibirli” birisiydi. Bazıları da “sosyete imamı” gibi yakışıksız sıfatlarla anıyordu onu. Hoca’nın “uluslararası bir adam” olduğunu söyleyenler de vardı.
Kuşkusuz hoca öfkeli bir adamdı. Onu en çok öfkelendiren iki kesim var idi: Uydurma hadisleri ve Emeviyatı halka din gayretiyle anlatan din adamları ve kendisini din adına tekfir eden “ham ve cahil” Müslümanlar idi. Bu iki kesime çok sert bir üslupla konuşabiliyordu. Bu özelliği, sevenlerine “ohh” dedirtirken nefret edenleri de arttırıyordu. Hocanın hayatını üç döneme ayırabiliriz: İlk dönemi benim çok iyi bildiğim imamlık, hatiplik, irşat ve kendini mayalama dönemi. İkinci dönemi, benim takip ettiğim, seyrek de olsa iletişim içinde olduğum, ünlendiği o zirve dönemidir. Üçüncü dönemi ise yakından bilmediğim (çoklukla medyadan izlediğim ve kabullenmekte benim de zorlandığım) savrulmalar dönemidir. Üçüncü döneminin önemli bir kısmı kişisellik arz ettiği için oralara girmeyeceğim. Evlilikleri, boşanmaları ve aşkları kendi şahsi taktiri çerçevesinde yaşadığı özel hâlleridir ve bize tecessüs yaraşmaz. Hakkında aşırı konuşanlarla aynı şeyleri çoklukla paylaşmadığımı da belirtmeliyim. İnsanların öbür dünyasına ilişkin hüküm verme cüretine sahip olanlardan olmadığım için öte dünyasını Allah bilir diyeceğim. Herkes gibi onun da eleştirilecek tarafları elbette vardı; fakat onu son yıllardaki bazı uç davranışları ve savrulmalarından dolayı acımasızca eleştirenler; muhataplarının herkes gibi hatalarla illetli bir beşer olduğunu, bu insanın, hayatını Kur’an’ın anlaşılmasına adadığını, bu uğurda en ağır hakaretlere maruz kaldığını, aynı yolda geride 40’ı aşkın eser bıraktığını dikkate almalıdırlar.
22 Haziran 2016 günü Üsküdar Şakirin camisindeki cenazesine de katıldım. Hocanın cenazesinin de hayatı gibi renkli olacağı az çok biliniyordu. Cenazede, her gruptan insan vardı. Normal hayatta bir mecliste bir arada bulunmaları imkânsız olan insanları vefatıyla bir araya getirmişti Hoca. O gün orada bazı tuhaflıklar olabileceği benim için sürpriz değildi. Her kesimden insan vardı. Bir ara kimi alkış tutmak, kimi tekbir getirmek istedi. Ortada hangisine karar vereceğini bilemez bir kararsızlık vardı. Alkışçılar az tezikti sanki elini çabuk tutma çabasına girdi; fakat arkası gelmedi. O sırada etrafıma, alkışın cenaze adabımızda yeri olmadığını söyledim. Sadece adap değildi tabii, dinde de yeri yoktu alkışın ama bu kadarını söyleyebilirdim orada. Kuşkusuz, cahiliye dönemi müşriklerinin bir âdetiydi ıslık ve alkış: "Duaları ıslık çalmak ve el çırpmaktan başka bir şey değildi"(Enfal:35)
Hayatımda ilk defa kıyafeti dekolte sayılabilecek bir hanımefendi ile yan yana cenaze namazı kıldım. Kadın namaz boyunca cemaate uymayarak kendince bir dua ve niyazda bulundu ve sadece ellerini açıp âmin dedi. Biri çıkıp da “böyle namaz mı kılınır be kadın?” diyebilir mi? Kadının bildiği sadece bu ise, Tanrı ile arasına nasıl girebilirsiniz artık? Rabbi ile baş başa kaldığı bu âna hangi yetki ve hakla müdahale edeceksiniz? Onun o anda Allah ile samimi bir iletişim kuramadığını kim iddia edebilir? Sorular uzar… Bizim camilerde cehennem muhafızları eksik olmaz. Tam da bunun benzeri oldu: İçeride yer olmadığı için caminin avlusundaydım. Avluya giren insanlar içinde tanınmış kişiler de olabildiği için gözler kapıdaydı. O ara bir kıpırdanma ve sokranmalar oldu. Baktım, bir adama yönelmiş eleştiriler. Biri “Ne Hakkın var buna?” diyor, diğeri ironik bir üslupla “Tapulu malları ya camiler!” diyor; bir başkası “Sağlığında hocaya dünyayı zehir ettiniz, bari burada onu rahat gönderelim” gibi şeyler söylüyor. Bir vatandaş, kolları boyun hizasından itibaren açıkta bırakan yarı dekolte bir hanımefendiyi uyarmış: “Camiye böyle mi girilir?” gibisinden.
Cenaze cami avlusundan çıktıktan sonra, caminin hemen karşısındaki yolda da bir kargaşa yaşandı: Birisi, “geberdi ş.siz…” gibi kaba bir söz sarf etmiş. Ben duymadım ama duyan adam hemen önümde idi. Öfkeli adam söylenip dururken birden saldırmaya karar vermiş olmalı ki aniden geri döndü. Kalabalığı yararak koştu ve yakaladığı genç adama “Sen kime “ş.siz” diyorsun lan!” diye söylenerek saldırdı. Saldıran adamın 70 yaş civarı yaşına rağmen gösterdiği çevikliğe şaşırdım doğrusu. Kavgacılar ayrıldı ayrılmasına da bu kez kavgada üstünlük kendisinde olmasına rağmen saldırgan kişi zor haller geçirmeye başladı: Meğer adam kalp yetmezliği yaşıyormuş. Oğlu ve kızı başında, bir yandan adamı teskin ederken bir yandan da kolonya ile de rahatlatmaya çalışıyorlardı. Sonrasında ne oldu bilmiyorum.
Bunları şunun niçin anlattım: Yaşar Nuri Hoca; renkli, çalkantılı, çok sesli ve hareketli bir ömür yaşadı. Zirvelerde dolaştı çok zaman fakat ömrünün son yılları hastalıklarla mücadele ile yalnızlık duygusu ile geçti. Bu belki de insanların kişiliğine bulaşan medyatik rengin bu tür insanlara yaşattığı ortak bir kader çizgisidir.
Devam edecek