Aslında bu başlık başlı başına bir inceleme konusudur. Konunun odağında Harf İnkılâbı’nın getirdiği sorunlar vardır. Harf değişikliğine geçiş düşüncesi ta Meşrutiyet dönemine dayanır. Konunun Sultan Abdülhamid’in kafasında olduğu ancak şartların elverişsiz olması sebebiyle ertelendiği söylenir (1). 1928’e gelindiğinde geçişin (gerekli önlemler alınmadan ve alt yapısı da hazırlanmadan) aşırı kaygılar ve korkularla bir kültür kopuşuna yol açacak biçimde uygulanması, derin bir kültürel yarılmayı da beraberinde getirmiştir. Durum çok açık: Büyük dedesinden kalan mektubu okuyamayan bir nesil yetiştirildi. Dünyanın en garip üniversitesinin İstanbul Üniversitesi olduğuna; çünkü kapısından içeri giren hocaların, üniversite kapısındaki yazıyı yüz yıla yakın zamandır okuyamadıklarına dair, hocaların hocası A.Süheyl Ünver’e ait bir tespit okumuştum. Problemi işaretleyen ve yetişen insan tipini kodlayan önemli bir ayrıntıdır bu.
Bir inkılâp yapıldıysa onun yaşatılması çabası anlaşılabilir bir durumdur. Eleştirimiz, bu konuda aşırılıklara sapılmasıdır. İlk dönem iktidar sahipleri, Halifeliğin geri gelmesinden ve Harf İnkılâbı’nın, dolayısıyla genç Cumhuriyet’in tehlikeye girmesinden derin bir kaygı duyuyorlardı. Bu kaygının kaynaklarımızla iletişimin kesilmesine vardırılması kuşkusuz trajik bir ifrattır. Türkçeye 60 yılını veren Geoffrey Lewis (Oxford Ünv. prof)’e göre işlem, “bir milletin hafızası üzerinde yapılan bir operasyon” idi. Bu sebeple olmalı Lewis, Türk Dil Reformu adlı kitabına (‘dilde devrim olamayacağı’ düşüncesiyle) ad koymakta önce zorlanır; sonunda “reform” adını koyar ve kapağa da “trajik başarı” spotunu ekler. İngiliz Tarihçi Arnold Toynbee’nin yorumu, Lewis’in benzetmesini şerh niteliğindedir (2).
1960 kuşağının ve öncesinin öğretmenleri; düz liselerde dinin adının anılmasının bile riskli olduğu, din dersi öğretmenine öğrencilerin bile ‘gerici’ gözüyle baktığı bir dönemde, bu korku ve kaygılara öncelik verecek şekilde yetiştirilmişlerdi. Bu insanlar belki iyi niyetliydiler; fakat kaynaklardan mahrum bulunuyorlardı.
1960’lardan sonra, Şeyh Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Ali Abdurrâzık, Ferid Vecdî, Abdülaziz Çaviş, Mustafa es-Sibaî, Ramazan el-Bûtî, Şiblî Numanî, Seyyid Emir Ali, Muhammed Hamidullah; Hasan en-Nedvî, Malik b. Nebî, Tabatabâî, Beheştî, Ayetullah Mutahharî, Hasan El Benna, Seyyid Kutup, Yusuf el-Kardavî, Ebu’l-ûla el-Mevdûdî, Fethi Yeken, Abdülkadir Udeh, Said el-Havva, Seyyid Hüseyin Nasr; 80’li yıllardan sonra Fazlurrahman, Ziyauddin Serdar (Pakistan), Ali Şeriatî, Abdulkerim Süruş (İran), Muhammed Arkoun (Cezayir), R. Gannuşî (Tunus), Nasr Hâmid Ebu Zeyd, Hasan Hanefi (Mısır), Nakib el-Attas (Malezya) ve M. Abid el-Câbirî (Fas) gibi İslâm coğrafyasından ülkeye hızla giren tercümelerde, bu bilginlerin dile getirdikleri problemler kendi toplumları için geçerli olabilirdi veya ele aldıkları konular o toplumların hassasiyetlerini yansıtabilirdi. Oysa onlara ilaç olan bizim başımızı ağrıtabilirdi. Üstelik biz (dolaylı biçimde yabancılaşmaya maruz kalsak da) açık işgal kültürü faciası da yaşamamıştık. Topraklarında, uzun yıllar, Batılı devletlerin işgalini, kaynaklarının yağmalanışını yaşayan -dolayısıyla bir işgal kültüründen geçen- İslâm toplumları, yaşadıkları travmanın da etkisiyle muktedirlere öfke doluydular. Yazar ve bilim adamları, kitaplarını bu öfke ve tepki ile kaleme aldılar. Özellikle “cihat” kavramına güç kullanma ile sınırlayıcı bir yorum getirdiler; bir yanıyla bir barış dini olan İslâm’dan şiddete “cevaz” aradılar. Oysa Hz. Peygambere göre asıl “büyük cihat” nefisleri dizginlemekti.
Tercüme eserlerin, belirli bir süre, bizde de kısmî etkileri olsa da bu uzun sürmemiştir. Yani bu eserler, şiddet kültürüne odaklanan bir yapıyı da ortaya çıkarmadı. Sebebi bizce şu: Her ne kadar bu coğrafyayla İslâm paydasında ortak bir değere sahip olsak da biz bir medeniyet algısına sahiptik, çünkü bu medeniyetin bayrağını taşımıştık; yani yaşadığımız macera da sosyal yapımız da kültürel kodlarımız da büyük ölçüde farklıydı. Dahası biz uzun süre işgal altında kalmadık, bir işgal kültüründen geçmedik. Üstelik biz, uygarlık sürecimizin önemli bir bölümünü, 400 yılını Avrupa’da geçirmiştik; bir yanımızla Avrupalıydık.
Bilgi iletişimi bile Batı’dan ulaşan bilgilerle sınırlıydı. 20 bin km karelik bir alana yayılan medeniyetimiz I. Dünya (paylaşım) Savaşı’ndan sonra cetvellerle bölünmüş ve paylaşılmıştı; 800 bin km karelik bir alana hapsedilmiştik. 1990’a kadar sadece Ortadoğu’daki ülkelerle değil; Balkanlardaki kardeşlerimizle bile haberleşmemiz son derece sağlıksızdı. Arada gümrükler, vizeler vardı; telefon iletişimi bile Avrupa üzerinden sağlanabiliyordu. Bu şu demekti: Kadim coğrafyamızdan Batılıların bilmemizi istedikleri kadar bilgi alabiliyorduk. Türk Cumhuriyetleri için durum daha vahimdi. Onlar da kaynaklarından koparılmışlar ve bireyler devletin kölesi hâline getirilmişlerdi. İslâm coğrafyasında geçmiş yüzyıllarda üretilen kayda değer önemli eserler ise yeterince yorumlanamadan, değerlendirilemeden, tartışılamadan, şerh edilemeden ‘ham’ hâliyle piyasaya sürülmüştü ve üstelik tercüme yapanlar da aynı illetle malûldüler. Bu kaynakların 1071’den beri vahamıza akan ırmaklarla karşılaştırıldığında neye tekabül ettiği, nereye nasıl yerleşeceği, “ederini-etmez”ini değerlendirmek kimsenin aklına gelmemişti. Çok sonra, bu kaynaklar kendi zemininde bir “İşid” veya Taliban üretecekti.
Beslenilen Kaynaklar, Okunan Kitaplar… “İslâm Devleti” kavramı
(…) Bizim dönemimizde İho’da (daha sonra İmam Hatip Lisesi) okunan kaynaklar, kitap okuyan öğrenciler için -ki genelde okunurdu- ders kitapları dışında; edebiyat alanında Mehmed Âkif, Peyami Safa, Yahya Kemal, Necip Fazıl; sosyal alanda, benim dönemimden önce Nurettin Topçu, Osman Yüksel Serdengeçti, Ferit Kâm, Eşref Edip; daha sonraları Ali Şeriati, Muhammet İkbal, Mustafa Müftüoğlu, Kadir Mısıroğlu, Mehmet Şevket Eygi, Hayreddin Karaman, Hekimoğlu İsmail, Şule Yüksel Şenler… Fikir eserleri alanında, 1950 sonrasında tercüme ile giren Mevdûdî, Hamidullah, Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Yusuf el-Kardavî... Düşünce alanında Rasim Özdenören, D.Mehmet Doğan, Ali Bulaç, Ali Rıza Demircan, Selahattin Eş, Said Çekmegil, Mustafa İslâmoğlu, Atasoy Müftüoğlu okunan yazarlardı. 1980’li yıllarda, kız öğrencilerin; Emine Şenlikoğlu, Sevim Asımgil, Ali Erkan Kavaklı, Ahmet Günbay Yıldız, Yavuz Bahadıroğlu gibi ‘İslâmî kesim’in popüler yazar ve romancılarını okuduklarını da eklemeliyim. (Bunlardan ilkinin Türkçeyi çok kötü kullandığının (doğrusu, bilmediğinin) anlaşılması üzerine terk edildiğini; Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve Sait Nursi’nin her dönemde ‘okuyucu’ olanlarca takip edildiğini belirtmeliyim.(**) Az sayıdaki düzenli okuyucu, Türk ve Batı edebiyatının klâsiklerini okumuştur. Marksist kaynakları okuyan arkadaşlarımız da olmuştur.
Necip Fazıl’ın konferanslarında salonlar coşkuyla inlerdi. Necip Fazıl’ın mağdur, hep savunmada ve muhalif öfkesinden bizim nesile kendi içinde yer yer problemli bir “milliyetçilik” bulaştığını söylemem gerekecek. Bu arada 2010’lu yıllarda üstat adına ödül düzenleyen, konuşmalarında, kitaplarında Necip Fazıl’dan epigraflarla, aforizmatik sözlerle “vaziyeti kurtaran” “İslâmcı entelektüeller”in üstadın Paris akşamlarını anlatan Azazil’in Kapısında adlı hikâyemizden ‘haberleri bile olmadı.’
Batılı yazarlar ve Türk klâsikleri okuyucu olanlarca elbette tanınıyordu. Liseler arasında yapılan bir araştırmaya göre en çok okuyanlar İmam-Hatip Lisesi öğrencileridir (3). Sonraki dönemlerde İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinin ne okuduklarını doğrusu merak ettim ve kendimce bir araştırma yaptım. Vardığım sonuç şu: Euxpery: Küçük Prens; J.Livingston: Martı;; Brezilyalı yazar P.Coelho: Simyacı, Alman yazar Kleinbaum: Ölü Ozanlar Derneği, İngiliz yazar Stephenie Meyer: Alacakaranlık Serisi (macera), Brezilyalı yazar J.M de Vasconcelos: Şeker Portakalı, Peyami Safa: 9.Hariciye Koğuşu, Yaşar Kemal: Üç Anadolu Efsanesi. Yazar olarak; Mustafa Miyasoğlu, Halit Ertuğrul, İskender Pala, Ayşe Kulin, Mehmet Efe, Gülten Akın; son zamanlarda Orhan Pamuk, Sadık Yalsızuçanlar, Elif Şafak, Ahmet Ümit, Sinan Yağmur, Mustafa Ulusoy… Seyit Kutup, Hasan el- Benna (İhvanü’l-Müslimîn) veya Abdülkadir Udeh okunmuştur; ama anılan düşünce adamları, bu çocukları, sanıldığı gibi Arap milliyetçiliğine götürmemiştir. Bu yazarların, o dönemdeki lodos rüzgârının, yani ‘Arap sosyalizmi’nin de etkisiyle, Kur’an’ın sadece sosyal hayata ve siyasete bakan yüzüyle ilgilendikleri doğrudur. Zaman içinde, bu yönelimin kısa ömürlü olduğu, Kur’an’ın bir sosyoloji ya da siyaset kitabı olmadığı anlaşılmış ve bu üç yazara da Mevdûdî’ye de eleştirel bakılabilmiştir.
Ali Şeriati, devrimci fikirleriyle, felsefî derinliği, özgün ve eleştirel bakışları ile bizi bir dönem etkilemiştir. Sanıldığı gibi Şeriati, çocukları ne şeriata, ne de İran’a götürmüştü. Kaldı ki Şeriati, Marxist kökenden gelen bir düşünürdü; hatta onun bu özelliği, okuyan öğrencileri Marx’a da yönlendirmişti. Bu etkiyle olmalı; o dönemde, Kapital’i ben de okumuştum. Öte yanda, İmam-Hatip liselerinde Körfez ülkelerindeki krallık ve emirliklere, özellikle Suud yönetimine hiçbir zaman sıcak bakılmamıştır. Geçmiş yüzyılın yönetim tarzının ilelebet sürüp gitmeyeceğini, halkı servet tutkalıyla kendine bağlayan bu gerici yönetimlerin er geç defolup gideceğini ta o zaman kendi aramızda konuşurduk. Bu yorumlarda, doğal olarak algı yanılsaması da oluyordu: Meselâ 1972’de Kaddafi, herkes gibi bizi de heyecanlandırmıştı.
Öte yanda İran Devrimi ve Afganistan’ın işgali, ‘okuyan’ öğrenciler arasında, farklı ortamlarda, dönemlerinde konuşulmuştur, tartışılmıştır. İran’da olanlar, ilkin heyecanla karşılansa da sonra ihtiyatlı ve mesafeli; Türkiye’deki Hizbullah ise kuşkuyla karşılanmıştır. Bizim devletin çok kaygı duyduğu İran devrimi, dünyada zulme karşı çıkan herkes kadar İmam-Hatip Lisesi öğrencilerini de heyecanlandırmıştır. Niçin heyecanlandırmasındı ki? Burnumuzun dibinde, ayakyolu bile altın kaplama olan bir hanedan diktatörlüğü devrilmişti. (O dönem bir ara ‘İslâm dairesi içinde kalarak’ sosyalist bile oldum; ama bunu kendime bile söylemedim.) Fakat İran devrimindeki İslâm rengi çeşitsiz, mat bir renkti. Kaldı ki, aramızda ciddî bir doku farkı da vardı. Bunun ta o zaman farkındaydık. Devlet seçkinleri bunu bilmedikleri için, o dönemde derin bir İran kaygısı yaşadılar; o ünlü paranoyak bakışlar nüksetti ve İmam-Hatip liselerini gözaltında tuttular. Bunu, devletin bu tutumunun acısını çekenler bilir ancak.
Sohbet Evleri, Beyin Fırtınaları: Tartışılan Diğer Konular, Kavramlar…
1980’li yıllarda, İmam-Hatip liselerinde, kitap okuyan öğrenciler arasında; darü’l-İslâm, darü’l-harp, şeriat, Medine hukuku, tarikat, mezhepler, içtihat kapısı, partilerin dini temsil edip edemeyeceği çerçevesinde din ve siyaset; sarık, cübbe, pardösü, çarşaf gibi kıyafete ilişkin biçimsellikler de çeşitli vesilelerle bir araya gelişlerde, ev sohbetlerinde, konuşulmuş ve tartışılmıştır. İmam-Hatiplerde, (kısa bir dönemle sınırlı da olsa) ‘şeriat’ kavramının; ‘hâkimiyetin kaynağı’ tartışmaları bağlamında, siyasal içeriğiyle de algılandığı doğrudur. Fakat bu çerçevede bir sahiplenme, öğrencilerin okulda aldıkları eğitimden ziyade devlet seçkinlerinin bu çocukları sistem dışına iten, yukarıda andığım paranoyasıyla ilgilidir. Bunu biraz açalım:
O dönemde, tartışma yapılan; fakat üzerinde anlaşma sağlanamayan konulardan biri de ‘şeriat’ kavramıydı. Esasen, kelime ve kavramlar düzeyinde yaygın bir anlaşmazlık vardı. Kavramlar altüst olmuştu; bağlamlarından koparılmış, siyasallaştırılmış, daraltılmış veya başka anlamlar yüklenerek özgün yapısından uzaklaştırılmıştı. Bu kavram karmaşasına, o dönemde, Rasim Özdenören, Ali Bulaç ve D.Mehmet Doğan kafa yoran entelektüellerdendi. (Özelikle (“Yumurtayı farklı bir yerden kırabilmeyi” deneyen, kemikleşmiş yargılara farklı açılardan bakabilen Özdenören’in, birçok kavramı ve “kafa karıştıran kelimeler”i önemli ölçüde tashih etiğini düşünüyorum.) Şeriat kavramıyla ilgili tartışma, dışarıda, yani bilim dışı ve gelişigüzel ortamlarda yapılıyordu. Oysa olgun ve eğitimli insanlar, derinliği olan, yüzyılları kuşatan kavramlara, milyonlarca insanı ilgilendiren değerlere, içinde yaşadıkları güncel olayların puslu ve dar penceresinden bakmazlar; daha soğukkanlı, daha geniş ve daha bilimsel bir pencereden bakarlar. O dönemde bu olgunluk yazık ki yoktu. (…)
Müslümanların kaynakları, hiçbir dönemde Kur’an’ı bir ‘anayasa kitabı’ olarak değerlendirmediği hâlde, cüretkâr azınlığın yorumunu genelleştirerek buradan bir operasyon gerekçesi üretmek, cahillik değilse kötü niyetle açıklanabilirdi. Derin yapıların işlediği her provokatif cinayetin ardından bu kavrama saldırılıyordu. Bu akıl almaz saldırılar, sosyal bir refleks olarak, bu okullardaki çocuklarda, korunma ve taraf olma içgüdüsünü harekete geçirmiştir. Sosyo-psikolojik bir kuraldır: Saldırının kendisi kadar geldiği yer de mağdurları, saldırı hedefini sahiplenme yönünde bir duruş ve tavır belirlemeye yönlendirir. Bu, bir çeşit kimlik edinme çabasıdır. (…)
Kur’an ne bir siyaset kitabıdır, ne de bir anayasa kitabı. İslâm tarihinde kurulu devletlerin hiçbirinin adında (dört halife dönemi ve Osmanlı devleti dâhil) “İslâm devleti” etiketi yoktur. Bu adlandırma 20’yy’da ortaya çıkmıştır; Batı kaynaklıdır ve problemli bir adlandırmadır. İslâmiyet’in hedefi devlet kurmak değil bireyi mü’min ve Müslüman kılmaktır. Bunu böyle anlamamızda -o zamanki resmî görüşün tersine- Bediüzzaman pozitif katkı sağlamıştır. Bediüzzaman, şeriatı ilim olarak görür, devlet düzeni olarak görmez. Ona göre, Kur’an’daki ahkâmın %1’i siyaseti; 99’u da iman, ahlâk ve muamelatı kapsar (4). “Farzlarını eda eden ve kebairi işlemeyen kurtulur.” diyen de Bediüzzaman’dır. (Bu yaklaşımın bir benzerine Ramazanoğlu Mahmud Sami ve Mehmed Zahid Kotku -ks-da sahiptir.)
Bize göre, Said Nursi ve eserlerinin zamanında yakası rahat bırakılsaydı; bu gerçekle çok daha önce karşılaşılırdı ve şeriat kavramına bir dönem ‘siyasal gömlek’ giydirenlerin şamataları ülkenin düşünce tarihine bu kadar zarar vermezdi.
_______________________________________________________________________________________________________________
(1) İlber Ortaylı, Gelenekten Geleceğe, Ufuk Kitapları, 2001, İstanbul, s.103
(2) Arnold Toynbe’nin (1889-1975) ilgili yorumu şöyle: “Mustafa Kemal, hedefini gerçekleştirmek için en başarılı ve en akıllı yolu seçmiştir. Bundan sonra Türk kütüphanelerini yıkma lüzumu kalmamıştır; çünkü Harf İnkılâbı’yla, bu hazineler, örümceklerin yuva yaptığı raflarda kapanıp kalmaktan başka bir işe yaramayacaktır.” Lewis de harf Inkılabıyla, İngilizce ile rekabet edebilecek dil kalmadığından söz eder.
(3) Maltepe Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırma ve Uygulama Merkezi’nin, 2010’da (İmam-Hatip Lisesi dahil) 45 lisede 2356 öğrenci üzerinde yaptığı araştırma sonuçları ilginç: Genel ve özel lise öğrencilerinin “Vazgeçemedikleri” arasında ‘arkadaşlar’, ‘müzik’ ve ‘internet’ ilk sıralarda yer alırken kitap yok. İmam-Hatip Lisesi öğrencileri arasında (bu üçünün yanında) kitap okuma oranı %52’yi buluyor. Bkz. Türk Eğitim Dergisi, Aylık Eğitim Teknolojileri Gazetesi, Eylül 2010, sayı 13, sayfa 12.
(4) Tarihçe-i Hayat, Divan-ı Harb-i Örfî Müdafaası: 7.Cinayet, Nesil yayımı, 2006, İst.
Aynı konuda bkz. Kastamonu Layihası, 103. Mektup, Nesil Yayınları, 2004, İst.
(*) Bu çalışmaya İmam-Hatip Liselerini merkeze alarak yaklaşılmıştır. Çalışmanın aslı kitap olarak hazırlanan (henüz yayımlanmamış olan) ÇÖP KOVASINDAKİ RESİMLER adlı çalışmamıza dayalıdır.