Bu Noktaya Neden Geldik? Tekrarını Önlemenin Yolu Nedir?
Son söyleyeceğimizi baştan söyleyelim: FETÖ benzeri belâlarla tekrar karşılaşmamak için, içinde bulunduğumuz durumu fırsat bilerek, devleti bütün kurumlarıyla birlikte yeniden yapılandırmak, şu konularda devlete yeni bir şekil vermek zorundayız. Devlet şöyle bir devlet olmalı:
1. Çeşitliliği kucaklayan devlet: kimseyi yeraltına inmek zorunda bırakmayan, herkesi kendi kimliğiyle bağrına basan devlet olmalı,
2. Resmi ideolojisi olmayan devlet: devleti hiçbir din, mezhep ve ideolojinin emrine vermemeli, devletin torpilli vatandaşları olmamalı, ayrımcılık yapılmamalı,
3. Hayat tarzı dayatmayan devlet: Devleti bir terbiye ve topluma ayar verme aracı olmaktan çıkarmalı; devlet kendine göre doğrular, değerler ve hayat tarzı dayatmamalı,
4. Hukuk devleti: hukuk araçallaştırılmamalı, yargıyı bağımsız ve tarafsız, her türlü ideoloji, siyasi görüş, mektep ve meşrebe karşı “kör” hale getirmeli,
5. Rant dağıtımına son veren devlet: Devlet rant dağıtım aracı olmamalı; kaynak dağıtımı siyaset kurumu aracılığıyla değil, piyasa aracılığıyla olmalı.
Bunları biraz açalım.
15 Temmuz’da büyük bir badire atlattık; eskilerin güzel tabiriyle “verilmiş sadakamız varmış,” Allah yüzümüze güldü, liderlerimiz dik durdu, ordumuzun tamamı destek vermedi, milletimiz cesaretle sokaklara çıkıp karşı koydu, ağzı dualı samimi kulların hayır duaları yerini buldu ve meş’um darbe girişimi sonuçsuz kaldı. Merhum Akif’in “Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın” duasını bugünkü duruma uyarlayarak söylersek, “Allah bu millete bir daha 15 Temmuz gibi menfur girişimler yaşatmasın.”
Devlet olayın vahametini görmüş durumda ve o günden beri hummalı bir ayıklama-temizleme faaliyeti içinde, bütün kurumlarda bu yönde yoğun faaliyet var. Devletin kurumlarını terör örgütü üyelerinden, çürük elmalardan, kötü niyetlilerden ayıklamak elbette gerekli, buna kimsenin bir diyeceği yok. Ama bunu yaparken iki şeye dikkat etmeli: birincisi intikam değil adalet peşinde koşmalı, suçluları cezalandırmalı, kuruların yanında yaşları da yakmamalı. Bugünlerde anti-FETÖ duyguların kabarık olduğu ortamdan istifadeyle birileri kendini kurtarmak için başkalarını ateşin önüne atma derdinde. Yine birileri geçmişteki günahlarından FETÖ’yü bahane ederek kurtulma derdinde; çok başka nedenlerle aldıkları cezaları “FETÖ’ye karşı oldukları için” aldıklarını ileri sürerek, ceza verenleri de doğal olarak FETÖ’cülükle suçlayarak kendilerini aklama peşindeler, uyanık olalım.
Gelelim daha önemli bir meseleye: bugüne nasıl geldiğimiz, bundan sonra benzer belâlarla karşılaşmamak için neler yapmamız gerektiği meselesine. Zira bu konuda esaslı bir özeleştiri ve yeniden değerlendirme yapmaz da palyatif tedbirlerle yetinirsek, Allah korusun, bugün FETÖ’den çektiklerimizi yarın başkasında çekmemiz kaçınılmaz olabilir.
Meseleye bu açıdan bakıldığında, bugün FETÖ diye bir belâ ile uğraşmak zorunda kalmamızın, bence tarihi, siyasi, dini ve dış politikayla ilgili nedenleri var. Her biri üzerinde uzun uzun durmak ancak geniş boyutlu bir akademik çalışmanın konusu olabilir. Bu yazıda biz bu nedenler üzerinde kısa kısa duracak ve benzer sorunlarla ilerde yeniden karşılaşmamak için neler yapılması gerektiği konusundaki önerilerimizi sıralayacağız.
Meselenin tarihi boyutu, Türkiye Cumhuriyeti’nin bazı açılardan yanlış temeller üzerine bina edilmiş olmasıdır. İmparatorluk bakiyesi bir coğrafyada dini, mezhepsel, etnik ve kültürel çeşitliliği kucaklamaz da, farklılıkları ve çeşitlilikleri inkâr eden, asimile etmeye ve hepsini bir potada eritmeye çalışan tektipçi bir devlet kurarsanız, toplumun tarihi, kültürel, sosyolojik dokusuyla uyuşmayan bu yapı kalıcı olmaz, eninde sonunda sorunlar patlak verir. Sonuncusuna gelinceye kadar yaşadığımız kimi modern, kimi postmodern bütün darbeler ve muhtıralar doğrudan veya dolaylı olarak bununla ilgili olup, milletin değerleriyle çatışan, dikiş tutmayan bir tektip gömleği ordu üzerinden tekrar tekrar millete zorla giydirme çabasıdır. Bu bağlamda FETÖ üzerinden geçmiş darbelerin, darbe girişimlerinin ve darbecilerin aklanması son derece yanlış olur. 15 Temmuz sonrasında başlanmış olan yeniden yapılandırma faaliyetlerini tamamına erdirip, TSK’yı sürekli darbeci üreten bir kurum olmaktan kesin olarak çıkarmak gerekir.
Meselenin yine Cumhuriyetin temelleriyle ilgili ikinci tarihi boyutu, Fransız Jakobenlerinden mülhem katı pozitivisit, yer yer din düşmanı bir laiklik anlayışının benimsenmiş olmasıyla ilgilidir. “Laiklik”ten ziyade “laikçilik” denebilecek bu anlayışla onlarca yıl devlet dindar-mütedeyyin kesimlere karşı âdetâ savaş açmış, laikçi Kemalist devlet seçkinleri dindar-mütedeyyin kesimleri “çağdışı, gerici, yobaz” olarak yaftalamış, başörtülü kızları üniversite kapılarından kovmuş, 2013’e kadar kamuda başörtülü kadınlara iş vermemiştir. Tekke ve zaviyelerin kapatılması ve din adamları ve cemaatlerin kovuşturmaya uğratılması bu tarikat ve cemaatleri yeraltına inmeye zorlamıştır. Malûm cemaatin henüz FETÖ’ye dönüşmediği başlangıç zamanlarında kendilerinin ilham kaynağı bir Müslüman âlim olan Said Nursi’nin uğradığı kovuşturmalar, aldığı cezalar, sürgünler ve hatta mezarının bile nerede olduğunun bugün bilinmiyor oluşu hatırlanmalıdır.
Bu baskı ortamında, açıkça kendi kimliğiyle kamusal alanda varolma şansı bulamayan Müslüman kitle kendine bir çıkış yolu ararken iki isim öne çıkmıştır: Necmettin Erbakan, Fethullah Gülen (FG). 1970’li yılların başlarındaki o yol ayrımında rahmetli Erbakan açık siyasi mücadeleyi seçmiş, partisini kurup meydanlara çıkmıştır. Bugün artık bütün itibarını kendi elleriyle bitirmiş olan FETÖ elebaşısı FG ise yeraltına inmeyi yeğlemiş, gizli ya da şeffaf olmayan yollardan adam yetiştirip devleti ele geçirme çabasına girmiştir. Erbakan çizgisinin bugün evrildiği nokta Ak Parti ve Erdoğan çizgisidir, FG çizgisinin ise geldiği nokta FETÖ’dür. Devlet İslamcılara ve dindarlara kamusal alanı kapatmamış olsa ne bugüne kadar yaşadığımız parti kapatmalar, bu bahaneyle yapılan darbeler olurdu, ne de devleti ele geçirmenin gizli-kapaklı yolu olarak FETÖ bu noktalara gelebilirdi.
Meselenin siyasi boyutu, 2002 sonunda iktidara geldiği zaman Erdoğan ve Ak Parti’nin içinde bulunduğu siyasi yalnızlık ve yetişmiş insan kaynağına sahip olmamaktan kaynaklı çaresizlik ile ilgilidir. 14 Ağustos 2001’de kurulan Ak Parti henüz 15 aylık bir siyasi parti olarak 3 Kasım 2002 seçimleriyle iktidara geldiğinde dış dünyanın kuşkuyla baktığı, ordunun hiç hazzetmediği, bürokrasinin ve CHP’nin pek sevmediği, önemli ölçüde meşruiyet krizi yaşayan, bürokraside beraber çalışacağı insan kaynaklarından büyük ölçüde mahrum bir partiydi. Ak Partiyi o yıllarda malûm cemaatle işbirliği yapmaya iten temel neden budur. 2010-2011’de dersanelerin kapatılması kararı üzerinden başlayan çatışma ve ayrışmaya kadar bu cemaatin önüne devlet imkânları serilmiş, bu yapının içerde ve dışarda palazlanması büyük ölçüde Ak Parti hükümetleri döneminde olmuştur. Sayın Erdoğan’ın “ne istediler de vermedik?” sözü, bu dönemin veciz bir özetidir.
Meselenin dini boyutu, din anlayışımızın hâlâ hurafelerle, şeyhini-tarikat liderini uçuran-kaçıran, yücelten aşırılıklarla, kurtarıcı bekleyen mehdici-mesihçi yozlaşmalarla iç-içe olmasıyla ilgilidir. İlahiyatçılarımız ve ilgili diğer disiplinlerden ilim adamlarımızım bu konulardaki tartışmaları çok yetersiz seviyededir. Hemen bütün cemaat-tarikatlarımız şeyhlerini veya cemaat önderlerini insan-üstü bir konuma yerleştirme, onlara bir tür yanılmazlık atfetmekte, onların her dediğini kayıtsız şartsız doğru kabul edip boyun eğme eğilimindedir. Bazıları şeyhlerinin insanların içinden geçenleri okuduğuna, gayba ilişkin haberler verdiğine, rüyalarla manevi hakikatlere erdiğine, üst alemlerle haberleştiğine kanidirler. Pek çok dini cemaat ve dindar çevre çoğu İsrailiyat-İseviyat kaynaklı, Hristiyan ve Yahudi kaynaklardan İslam düşüncesine aktarılmış (Hz. İsa’nın dönüşü, kayıp İmamın ortaya çıkışı, Mehdi, Mesih, Deccal,.. gibi) hurafe ya da doğrulanması imkânsız spekülatif öykülere inanmaktadır. Bu saydığımız aşırılıkların hemen tümü Fethullah Gülen’in şahsında malûm yapının imgeleminde ve inanç yapısında aynen mevcuttur: rüyasında Peygamberi görme, Peygamberden talimat almadan iş yapmama, zamanımızın mehdisi olma, kendisine ve kullandığı eşyalara kutsallık atfetme, her dediğinde bir hikmet arama, açıkça dinin muhkem doğrularıyla çelişen talimat ve fetvalarına bile bir kılıf veya gerekçe üretme, vb. Bu bağlamda yapılması gereken bu yapıları olabildiğince şeffaflaşmaya teşvik, mehdi-mesih-kurtarıcı öykülerinin İsrailiyatla ilgisini kuran ilmi tartışmaların önünü açmak, canlandırmaktır.
FETÖ olayının dış politika boyutu “ılımlı İslam” ve uluslararası aktörlerin İslam dünyasına bakışlarıyla ilgilidir. ABD başta olmak üzere Batı dünyası ve bunların bir kısmını içeren uluslararası aktörler İslam dünyasındaki anti-Batı, anti-Amerikan duyguların yumuşatılması, tepkilerin bastırılması ve İslam dünyasının kontrol altında tutulmasını arzu ederler. Bunu yapabilmek için bu dünyanın içinden işbirliği yapacak birilerini aramaları doğaldır. Batı İslam dünyasına bakınca kabaca iki tip insan ve onların temsil ettiği iki tip İslam görmektedir: radikal, ılımlı. Radikal İslam eline kılıcı almış, önüne geleni kesip biçen, kendisiyle ilişki kurulması ve işbirliği yapılması imkânsız bir din anlayışını temsil eden, “cihatçı” insanlardan oluşur. Ilımlı İslam ise, diyalog, hoşgörü ve iletişim kurmaya vurgu yapan, şiddetten uzak duran, cihatçı olmayan bir anlayış ve bu anlayışı benimsemiş insanlardan kuruludur. İşte FETÖ’nün ABD ve Avrupa’da kabul görmesi, ABD’ye sığınma imkânı verilmesi, kucaklanması, yer yer savunulması ve Orta Asya’ya yayılma konusunda işbirliği yapılması tamamen radikal İslam-ılımlı İslam ikileminde FETÖ’nün işbirliği yapılabilecek “ılımlı İslam”ı temsil etmesidir. Bu bağlamda yapılması gereken, genelde Batı dünyası ve özelde ABD ile entellektüel-siyasi iletişim kanallarının açık tutulması, İslam’ın bir terör dini olmadığı ve teröristlerin hiçbir şekilde dini temsil etmediği, esasen “İslamcı” kılığındaki çatışmaların dini değil, siyasi çatışmalar olduğunun ortaya konmasıdır.
Nihayet FETÖ’nün Türkiye'nin başına belâ olması veya belâ edilmesinin dış politika bağlamındaki bir nedeni de, Türkiye'nin Erdoğan öncülüğünde son yıllarda uluslararası sisteme kafa tutması, meydan okuması, BM, AB ve ABD gibi uluslararası sistemin ana aktörlerini aynı anda karşısına alan tehditkar söylemleridir. Bölge üzerinde tahakküm ve sömürü hesapları olan büyük aktörler kendilerine meydan okuyan değil, söz dinleyen müttefik isterler. Oysa Türkiye Batının bölgedeki en önemli müttefiki İsrail’e meydan okumuş (“One Minute” ve Mavi Marmara’yı hatırlayalım), BM’ye meydan okumuş (“Dünya Beşten Büyüktür” söylemini hatırlayalım), Arap Baharı kapsamındaki erken dönem gelişmelerinden (Mısır, Tunus, Suriye) de cesaret alarak, “Ortadoğu’da değişimi biz yöneteceğiz” iddiasında bulunmaya başlamıştır. Bütün bu çıkışlar Batının, ABD’nin ve büyük aktörlerin gözünde affedilmez günahlardır. Nitekim Erdoğan’ın şeytanlaştırılması, diktatörleştirilmesi, uluslararası alanda Türkiye'nin yalnızlaştırılması, Mısır’da darbenin desteklenmesi, Suriye’de Esed’i devirmekten vazgeçilmesi, Rusya’nın Suriye’ye girmesine yeşil ışık yakılması, Türkiye'deki Gezi olaylarına verilen destek, terörün yeniden hortlaması, 15 Temmuz darbe girişiminin ancak yarım ağız kınanması, İncirlik’in tartışmaya açılması, FG’nin iadesi konusunda ayak sürümeler,.. bütün bu gelişmeler, Türkiye'nin dış politikada kendi başına buyruk hareket etmeye başlamasından duyulan rahatsızlıkla ilgilidir. Bu bağlamda yapılması gereken, Türkiye'nin tehditkâr ve meydan okuyan söylemler yerine, daha gücüyle uyumlu, işbirliğine vurgu yapan, son zamanlarda Rusya açılımında olduğu gibi düşman azaltıp dost artırmaya odaklı dış politikalar geliştirmesidir. Yüzde yüz haklı olsanız bile, uluslararası ilişkilerin güç üzerinden yürüdüğünü unutmamak gerekir; altını dolduramadığınız sürece meydan okuyucu söylemler Türkiye'ye de hizmet etmez, ümmete de, İslam dünyasına da. Bunun acı örnekleri Suriye’de, Mısır’da ve Türkiye'de son zamanlarda yaşanarak görülmüştür.
O halde, başa dönelim, sadede gelelim, önemli noktaların altını çizerek değerlendirmemizi bitirelim. Tekrar benzer belâlarla karşılaşmamak için devlette, orduda ve dış politikada yeniden yapılanma şarttır. Şu konular özellikle önemlidir:
1. Çeşitliliği kucaklayan devlet: kimseyi yeraltına inmek zorunda bırakmayan, herkesi kendi kimliğiyle bağrına basan devlet olmalıdır. Akdi takdirde kendi kimliğiyle varolmak isteyen herkes devleti ele geçirmeye çalışacaktır.
2. Resmi ideolojisi olmayan devlet: devleti hiçbir din, mezhep ve ideolojinin emrine vermemeli, devletin torpilli vatandaşları olmamalıdır. Aksi takdirde devletin torpilli çocuğu olmak isteyen, dışlanmak istemeyen herkes devleti ele geçirmeye çalışacaktır.
3. Hayat tarzı dayatmayan devlet: Devleti bir terbiye ve ayar aracı olmaktan çıkarmalı; devlet kendine göre doğrular, değerler ve hayat tarzı dayatmamalıdır. Aksi takdirde devletin hışmından korunmak isteyen, dayattığı hayat tarzından muzdarip herkes devleti ele geçirmek isteyecektir.
4. Hukukun üstünlüğü: hukuk devleti inşa edilmeli, yargıyı bir iktidarı tahkim aracı olmaktan çıkarmalıdır. Yargının bağımsız ve tarafsızlığı sağlanmalı, adalet dağıtan mekanizma her türlü ideoloji, siyasi görüş, mektep ve meşrebe karşı “kör” hale getirilmelidir. Aksi takdirde devletin tokadını yemek istemeyen, taraftarlarının haksız yere mahkûm edilmesini önlemek isteyen herkes devleti ölümüne ele geçirmek isteyecektir.
5. Rant dağıtımına son vermek: Devlet rant dağıtım aracı olmamalı; kaynak dağıtımı ve zenginleşme siyaset kurumu aracılığıyla değil, piyasa aracılığıyla olmalıdır. Zira piyasa rantları yetenek ve verimliliğe göre, çalışkanlık ve yenilikçiliğe göre dağıtır, siyaset ise yakınlık ve yandaşlığa, grup dayanışmasına ve fikirdaşlığa göre. Devlet iktisadi hayata sürekli müdahale edip türlü yollarla rant dağıtmaya devam ettikçe, birileri devleti ele geçirmeye çalışacaktır. Devleti “ele geçirmenin” kısa yoldan köşeyi dönebilmenin yolu olduğu algısını ortadan kaldırmadıkça, birileri her zaman devleti ele geçirme mücadelesi verecektir.
6. Kamuya eleman alımları şucu-bucu olmaya, mektep, meşrep ve mensubiyete göre değil, ehliyet ve liyakate, yeterlilik ve yetkinliğe göre yapılmalıdır. Aksi takdirde bugün FETÖ’nün boşalttığı alan başka cemaat-tarikat yapıları tarafından doldurulacak, Allah korusun gelecekte bunlar da sıkıntı kaynağı olacaktır. Zekâ nimetini Allah sadece seçkin sınıfların çocuklarına değil, köylü çocukları dâhil herkese dağıttığı için, gerçekten ehliyet ve liyakat gözetilerek yapılacak istihdam kamuda belirli dengeleri kendiliğinden ortaya çıkaracaktır. Dolayısıyla belirli bir cemaat, tarikat, klik ya da hizbin devlette güç temerküzü elde etmesi mümkün olmayacaktır. FETÖ’nün devlette bu kadar büyük güce ulaşması ehliyet ve liyakat sayesinde değil; aksine, soruların kendi elemanlarına sızdırılması başta olmak üzere, liyakat sisteminden sapmaların sonucudur.
Bu arada, malûm ihanet girişimleri nedeniyle, kamuya alımlarda liyakatten daha öncelikli olarak “Sadakat” vurgusu yapanların kaygılarını anlamak mümkündür. Ancak “kime sadakat?” sorusu önemlidir. Eğer vatan, millet, bayrak, hukuk, temel hak ve özgürlükler, demokrasi gibi kişilerden ve partilerden bağımsız ortak değerlere sadakat ise amenna; değilse, yeniden ölümüne devleti ele geçirme mücadelesi başlayacak demektir.
7. Dış politikada tehditkâr değil, yapıcı söylem, savaşçı değil, barışçı yaklaşım. Güce, silaha, çatışmaya vurgu yapan meydan okuyucu söylem hem felsefi olarak sorunlu bir söylemdir (Allah bizi yakıp yıkmaya değil, yeryüzünü ıslah ve imar etmeye göndermiştir); hem de pratikte altını dolduracak silah gücümüz yeterli olmadığından, tehditkâr ve çatışmacı söylemler ve icraatların fiili sonuçları ülkemizin ve ümmetin zararınadır.
İhtiyacımız demokratik, şeffaf, hesap verebilir, denetlenebilir, sınırlı, sorumlu, hizmetkâr devlettir. Kimseyi kolay yoldan zengin etmeyeceği için, kimseyi devletin hışmına uğratmayacağı için, kimseyi devlet eliyle terbiye etmeye kalkışmayacağı için böyle bir devleti ele geçirmek için kimse ölümüne mücadele etmeyecektir. Bunun aksine Cumhuriyet tarihi boyunca hep olduğu gibi devlet resmi ideoloji üzerinden ayrımcılık yapmaya, vatandaş terbiye etmeye, hayat tarzı dayatmaya ve kısa yoldan yandaşını zengin edecek şekilde rant dağıtmaya devam ettiği müddetçe ölümüne devleti ele geçirme mücadelesi sürekli devam edecektir; bugün FETÖ, yarın Allah korusun, başkaları üzerinden. 15 Temmuz tecrübesini devleti bu anlamda yeniden yapılandırma fırsatı olarak değerlendirmek ülkemizin ve İslam dünyasının en büyük kazancı olacaktır.