2. Dünya Savaşı Sonrası Bölgemizdeki İttifaklar

03 Mayıs 2016

 

 

Osmanlının tarih sahnesinden çekilmesinin en büyük zararını gören İslam Ülkeleri oldu. O nedenle de bu coğrafyada bir islam birliği hayali her zaman ve herşeye rağmen en azından belirli kesimlerde varlığını sürdürdü.

Osmanlı sonrası Anadolu topraklarında oluşan yeni devletin ideolojisinin redd-i miras yaklaşımı üzerine kurulmuş olması, yeni düzende islam, din ve Arap kelimelerinin farklı içerik ve çağrışımlarla halkın bilincine olumsuz imgelerle yüklü bir algının malzemeleri haline gelmesine neden oldu. Özellikle Osmanlının dağılma sürecinde Arapların bizi arkadan vurduğu propagandası bugüne kadar toplumsal bilinçte önemli izler bıraktı.

Bölgemizde birinci dünya savaşının ardından yeni bir harita çizildi. İkinci dünya savaşından sonra ise ABD ve SSCB’nin baş aktörlerini oluşturduğu yeni bir düzen kuruldu. Bu yeni düzen, bu iki kutubun oluşturduğu ittifakların bölge için de kurguladığı yeni senaryoların sancılarını da beraberinde getirdi. Bu kurgular, iki süper gücün kendi nüfuz alanlarını genişletirken rakibininkini sınırlamaya dayanıyordu. SSCB’nin Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye komşu bir coğrafyada yer alması, ABD’yi bölgeye yönelik stratejilerinde daha hassas kılmış, bu potansiyel tehlikeyi frenleme başlıca kaygısı olmuştu.

Türkiye’nin geçen yüzyıldaki bölgesel ittifak arayışları, ister istemez bu politikaların etkisinde gelişmiştir.

1937′de Türkiye, İran, Irak, Afganistan arasında oluşturulan ve amacı Ortadoğu’da barış ve güvenliği sağlamak olan , ancak ömrü pek kısa süren Sadabat Paktı’nı saymazsak  bölgede ikinci dünya savaşı sonrası oluşturulan ilk ittifak Bağdat Paktıdır.  

Bağdat Paktı, Kore Savaşı sonrası bir ABD refleksidir. Sovyetler Birliğinin, Kore savaşı dersiyle, Ortadoğu’da hareket alanının daraltılmasına yönelik olmuştur.

Eisonhover yönetimi, NATO’ya katılmak istemeyen doğu İslam Ülkelerinin, bir NATO ülkesi öncülüğünde bir pakt oluşturmasını gerekli görmüştü. Bağdat Paktı bir savunma ve güvenlik endişesinin ürünüydü. Öncülüğü , NATO’nun yeni üyesi Türkiye üstlendi. Hindistan’a karşı Batı ittifakını yanında görmek isteyen Pakistan da Paktın üyesi oldu. Böylece Bağdat Paktı ,Türkiye, Pakistan, Irak, İran ve İngiltere’nin katılımıyla 1955’te oluşturuldu. Merkezi, adından anlaşılacağı üzere Bağdat’tı. ABD Pakta gözlemci olarak katıldı. O dönem İslam Coğrafyasındaki sosyalizmin etkisi ve bazı İslam Ülkelerinin Soğuk Savaş döneminde Sovyetler ile yakınlığı dikkate alındığında Mısır ve Suriye başta olmak üzere bazı Arap ülkelerinin  Pakta karşı çıkmasını da anlamak zor değil.

Irak yönetimindeki değişikler üzerine Irak’ın Pakttan çekilmesiyle 1959'da Paktın merkezi  Ankara'ya taşındı ve adı da  CENTO (Central Treaty Organisation / Merkezi Antlaşma Teşkilatı) olarak değiştirildi ve ekonomik, kültürel ve teknik işbirliği teşkilatı olarak görev yapmaya başladıysa da işlevsel olamadı. Türkiye’nin Kıbrıs meselesindeki tavrı ve 1979'da İran İslam Devrimi’nden sonra önce İran'ın, daha sonra da  Pakistan'ın çekilmesiyle CENTO'nun varlığı sona erdi.

Yani soğuk savaş döneminde iki kutuplu dünyada kendilerini konumlandırmaya çalışan İslam Ülkelerinin arasındaki ayrılık CENTO’nun işlevsizliğinin temel nedeni olmuştur. Bununla da kalmamış, bu ülkeler arasında (ABD’nin gözlemci statüsü de dikkate alındığında) bir güven sorununa dönüşmüştür.

CENTO’nun işlevsizleşmesi üzerine, CENTO üyesi olan 3 ülke, Türkiye, İran ve Pakistan, Arap ülkelerinin bir güvenlik ve savunma örgütü olan CENTO’ya tepkiyle yaklaşmaları ve örgüt içinde tek Arap ülkesi olan Irak’ın çekilmesi üzerine bu defa ekonomik ve kültürel işbirliğini geliştirmek amacıyla 1960'ların başından itibaren yeni bölgesel işbirliği arayışlarına girdiler. Bu girişimler meyvesini 1964'te İstanbul'da devlet başkanlarının katıldığı bir toplantıda verdi ve RCD (Kalkınma İçin Bölgesel İşbirliği Teşkilatı) kuruldu.

Ancak RCD,  öngörülen ekonomik ve ticari işbirliğini sağlama konusunda yol katedemedi. CENTO'nun 1980'de feshedilmesiyle RCD de bitti. Bu yıllarda İran’da bir İslam Devrimi, Türkiye’de ise 12 Eylül darbesi gerçekleşmişti. 1985'te RCD amaçlarını gerçekleştirmek üzere Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) oluşturuldu.

ECO’nun kurucu antlaşması olan İzmir Antlaşması, CENTO’ya duyulan güvensizliği gidermek istercesine ekonomik ve ticari işbirliğini vurgulamak amacıyla gereksiz bir proje vurgusu kaygısıyla hazırlanmış gözüküyor. 1991’de Sovyetlerin resmen dağılmasının hemen ardından Teşkilat, bağımsız hale gelen Türk Cumhuriyetlerinin katılımı ile genişledi. (Bu satırların yazarı 1989-2014 tarihleri arasında bu Teşkilatın faaliyetlerine yakından tanık olmuş biridir. )

1980 sonrası askeri darbe yönetimlerinin egemen olduğu Türkiye ve Pakistan ile islami bir devrimle rejim değişikliği yapmış bir İran’ın bir Teşkilat içerisinde işbirliği arayışları sürüyor görünmekle beraber, ECO dışardan kolay anlaşılamayacak bir yapı ortaya koymuştur. Bu işbirliği arayışını birkaç başlıkla özetlemek gerekir.

Lozan ile yeni sınırlarına çekilmiş, Batı tarzı bir modernleşme projesini gerçekleştirmek isteyen Türkiye bölgedeki yeni düzende birliğini ve istikrarını koruma endişesinde olmuştur. Türkiye bu tür bölgesel ittifaklarla,  Batı ittifakının Doğudaki son unsuru olarak, bölgedeki gücünü gerektiğinde bir koz olarak kullanma şansını yakalamış olacaktır. Ayrıca bu platformlarda KKTC’nin gözlemci sıfatıyla da olsa katılmasıyla ona bir meşruiyet sağlama imkanı olarak görülmüştür.

Pakistan, bir Sovyet/Rus tehdidi yaşamamış olmakla beraber Hindistan tehditi karşısında kendini Batı ittifakının güvencesinde hissetmek istemekte, bunu da tarihsel yakınlığı olan Türkiye ile yakın işbirliği içerisinde gerçekleştirmek istemektedir. (ECO ve İslam İşbirliği Teşkilatı içerisinde  Pakistan’ın  bunu her zaman ortaya koyan bir yaklaşım içerisinde olmuştur.)

ECO da,  2. Dünya savaşından sonra bölgede oluşturulan ittifakların  maluliyetini taşımıştır.  Teşkilat bir işbirliğinden ziyade bir rekabet ve markaj platformuna dönüşmüştür. Özellikle İran’daki islam devriminin, bir rejim değişikliğine karşı teyakkuza geçirdiği Türkiye ile İran’ın karşılıklı tedirginlikleriyle Teşkilat çalışamaz hale gelmiştir. (Bu çekişme, Teşkilata sonradan üye olan Türk Cumhuriyetlerinin katılımını da anlamlı kılamamıştır.) Teşkilatın kurucu antlaşması olan İzmir antlaşmasının sadeleştirilerek yapısal değişikliklerin gerçekleşmiş olması da bir çare olmamıştır. ECO, tarafların potansiyel bir işbirliği aracı olarak adeta bir köşede tuttukları işlevsiz bir kuruluş olmuştur.

Kısaca söylemek gerekirse, ikinci dünya savaşı sonrası bölgede oluşan bu işbirliği girişimleri, Türkiye’nin NATO’ya katılmasıyla, deyim yerindeyse NATO’nun sınırlarının, İslam Dünyasının Arap olmayan üç unsurunun içinde yer aldığı yeni bir bölgesel ittifakla daha doğuya uzatılması ve Sovyetlerin sıcak denizlere inmesini önleme çabalarının sonucu olduğundan gerçek bir işbirliğine dönüşememiştir.

İstatistikler

Bugün Toplam Toplam
1 kez görüntülendi. 1,153 kez görüntülendi. 0 yorum yapıldı.