Hasan Boynukara'ya
8 Nisan benim doğum günüm. 62 yaşına adım atmış oldum. Yaşımı hiç gizlemedim. Gizlemekten de hoşlanmam.Facebook marifetiyle dostlarım da bugün iyi dileklerini ve dualarını esirgemediler, sağolsunlar.
Facebook’un bu işlevi McLuhan’ı de yeniden anmamıza neden olsun. Mesaj, aracın kendisidir, demişti. Yani mesajınızı vermek için seçtiğiniz araçlar, ister istemez mesajınıza yön veriyor, ona kendi rengini katıyor demek istemişti. İletişimin gelişmesiyle bunun böyle olduğu daha açık anlaşıldı. Kullandığınız biçim de özü ifadede etkiliydi. Dolayısıyla iletişim araç ve imkanları ideolojileri, bilgiyi, ahlakı, sanatı…herşeyi etkiledi. Bununla kalmamış bir yandan herşeyi dönüştürme gücüne sahip oldu. Dahası bizi de dönüştürüyordu. Üstelik dönüştüğümüzü farkettirmeden, sahip olduklarımızı albeniyle donatarak dönüştürüyordu. İletişimin teknolojiyle sofistikeleştiği bir dönemde düşüncede ‘selefilik’ de zorluklar yaşamaya başlamıştı.
Bu işin bir yanı.
Yine bununla ilgili bir başka yanı daha var. O da toplumların, küreselleşme çağında özgünlüğünü korumada artık eskisi kadar rahat olmadıkları gerçeği. Küreselleşme sadece ekonomik ilişkileri, siyaseti küreselleştirmekle kalmadı, ekonominin zorunlu bir fonksiyonu olan tüketimi küreselleştirdi. Tüketim deyip geçmiyelim. Hayatın her alanını kapsayan tüketimimiz küreselleşti. Küresel belirleyiciler kılık kıyafetimiz, ev dekorasyonumuz, mutfak kültürümüz, yani yiyip içtiklerimizden tutun da hayatımızın en mahrem alanlarına kadar uzandılar.
Bize Rönesans sonrası Batı’da oluşan yeni epistemolojik anlayışla yeni standartlar belirlediler. Yeni standartlar güçlünün standartlarıydı ama, bize bunları objektif, herkes için genel-geçer standartlar diye sundular.
Biz mağluplar, çaresiz boyun büktük. Bir süre sonra boyun bükmenin ötesinde bunları kendi standartlarımızmış gibi kabullenip kendi hedeflerimiz haline getirdik. Böylece mağlubiyetin utancını, ezikliğini unutup kendimiz bir kimlik oluşturuyormuş gibi yaptık. Bu “mış gibi” kimlik inşası bireyseli aşıp ulusal kimlik oluşturma çabalarımıza kadar uzanıp büyük projelere dönüştü. Formülü bulmuştuk. Formülü bulmak kafa konforunu yakalamak demektir.
Baudrillard buna “mış gibi yapmak” diyor. Simülasyon. Mış gibi yapmak artık bir düşünme ve inşa tarzı haline geldi. O nedenle 20. yüzyıl bir vitrin çağı oldu. Ne olduğunuz değil nasıl göründüğünüz önemliydi. Böyle olunca da yeni bireysel ve ulusal kimlik inşa sürecinde ontolojiyi rafa kaldırdık. Biz bu yeni arayışla uğraşırken, yeni iletişim imkanları kafa konforumuzun yapı harcı olduk. Dolayısıyla modernleşme/ulusal kimlik inşası gayretimiz ‘ontolojiden morfolojiye’ evrildi. Biçim baskın çıkmış özü de belirlemeye başlamıştı. Modernleşme projemizin biçimsel başlayıp, yeni imkanlarla ‘biçimini’ de allayıp pullayıp ulusal çapta egemenleşmesi bundandır.
Yani ilginçtir küreselleşme, totolojik bir biçimde ulusal kimlikler yanılsamasını doğurdu. Sonumuz hayrola. Peter Drucker bunu görüp çanların artık ulus devlet için çaldığı uyarısında bulunup bölgesel ve yerelliğin bir karşı tepki olarak doğması zorunluluğuna işaret ettiğinde, bunu pek yorumlayabildiğimizi düşünmüyorum. Küreselleşmeyi, ulus devletler için bir ahir zaman alameti gibi görmüştü sanırım. Ama fransızca bir atasözünün belirttiği gibi “en iyi akıl güçlünün aklı” olduğu için küreselleşme “mış gibi”yi usta bir ideolojik araç olarak kullandı ve kullanmaya da devam ediyor.
Doğum günü deyip buralara geldik.
İlke olarak, bir duyarlık oluşturma iddiasıyla, ihdas ve ilan edilmiş özel gün kutlamalarına sıcak bakmadığımı bu vesileyle bir kez daha belirtmek isterim. Neden mi?
Modern insanın bütünlüğü Descartes sonrası önce ruh-beden ikilemiyle bölündü. O nedenle insanlık tarihinin en büyük düalizmi Kartezyen düalizmdir. Batı’da ve insanlık tarihinde yeni bir insan ve evren algısı doğurmuş oldu. İnsanın da evrenin de bilginin de bütünlüğü bozuldu. Yani genel anlamda hakikatın bütünlüğü düşüncesi erozyona uğradı.
Sonra buna bağlı olarak bilincimizin bütünlüğü kalmadı. Modern anlayış bilincimizi kompartımanlara ayırdı. Algılarımızın birer yana kaçan tilkilerininin kuyruklarını birbirine bağlamak ne mümkün!
Ardından ruhumuzun bütünlüğü kalmadı. Kırık bir aynada kendimizi seyreder gibi görmeye başladık herşeyi.
Elbette hayatımızın bütünlüğü bozuldu. Eskilerin deyişiyle hayatın şirazesi kayboldu. Hayata karşı kaybettiğimiz bütüncül algılama ve tepki yeteneğimizi telafi etmek için, çaresizlikten ulusal ve uluslararası kuruluşların ilan ettikleri günlere sığınarak vicdanımızın çoraklaşmış toprağına su taşımaya çalıştık.
Annelerimiz ve öğretmenlerimiz başta olmak üzere bizim için ne kadar değerli şey varsa, modern yaşamda onları hatırladığımızı ve takdir ettiğimiz göstermek için, zihnimizin yılda bir kez o kompartımanına uğramamız gerekiyor. Yani, mış gibi yapmamız…
Gelin, bütün mış gibilerden kurtulmak için hayatın bütünlüğüne dönelim.
(Bu arada, başlığa doğum günü deyip sizi felsefi cümlelerle bu kadar yormak olmaz elbette. Rus etkisi altında kalmış Türk Dünyasında doğum günü kutlamalarına ilişkin yaşadıklarım beni bir hayli şaşırtmıştı. Bu dünyada doğum günleri 40’lı yaşlardan başlayarak ve yuvarlak yıl dönümlerinde kutlanıyor. (40-45-50-55 vb.) Yaş ilerledikçe kutlanacak doğum günü daha bir değer kazanıyor. 80’lerdeyseniz, bir doğum günü kutlama komitesi bile oluşturuluyor. Doğum günü müzikle bir düğün (toy) salonunda görkemli bir şekilde kutlanıyor. Toyun davetiyesinde genellikle, doğum günü kutlanan kişinin geniş bir özgeçmişi yer alıyor. Bu toya katılmamanız ise büyük bir ayıp olarak görülüyor. İş zaman zaman abartılı boyuta ulaşarak, ölmüş büyüklerinini de doğum gününü kutlamaya kadar gidiyor. Bu kutlamalar kurumsal değil, bir yakınının ön ayak olmasıyla yapılan kutlamalar daha ziyade. Yani "rahmetli yaşasa şimdi şu yaşta olacaktı" diyerek.... Sanırım Rus etkisi. Türklerde böyle bir gelenek olduğunu işitmedim. Bilen varsa düzeltsin lütfen.)
Son not: Tüm bu kuramsal düşüncelerime karşın, doğum günümü kutlayarak iyi dileklerini ileten dostlarım, iyi niyetlerinizden emin olarak hepinize teşekkür ediyorum.