İkinci dünya savaşı sonunda, artık bölgede eski gücü olmayan, üzerinden güneş batmayan Britanya İmparatorluğunun bâkiyesi İngiltere’nin yerini iki kutuplu yeni dünyada ABD ve Sovyetler almıştı. 2. dünya savaşından sonra yaşanan soğuk savaş döneminde, dünyadaki ülkelerin çoğu, iki kutuplu bir dünya dengesinde kendilerine bir konum biçmeye çalıştılar.
Türkiye’nin de esasen çok partili bir sisteme geçmesi, NATO üyeliği büyük ölçüde hep bu dönemin zorlamaları ile gerçekleşmiştir. 1980’li yıllar ise Sovyetler Birliği’nin dağılması ile, bölgemizde yeni yapılanmalar ve yeni riskler ortaya çıktı. İran’daki devrim bu ülkede bir devrin sonu oldu. Eş zamanlı Türkiye’de bir askerî müdahale gerçekleşti ve sonrası yeni bir arayış içine girdi. PKK terörünün çıkması yine bu zamana denk gelir. Bu yıllar bölge için kartların yeniden karıldığı önemli yıllardır. İran ve Türkiye’deki bu gelişmelerin hemen akabinde, yani 90’lı yıllarda ABD’yi Körfez harekatıyla bölgede aktif ve kalıcı bir aktör olarak görülmeye başladı. ABD, Rusya’ya yakın bölge ülkelerindeki diktatöryel Irak yönetimi ile hesaplaşıp, hemen güneyimizde bir Kürt bölgesi oluşturarak, bölgede Kürt kozunu oynamaya aday oldu…Ancak, hesaplarındaki önemli yanlışlık bölgedeki Şii unsurun gücünün hafife alınmasıydı.
Körfez harekâtından sonra geçen 20 yılda, bölgede tamamen istediği bir yapıyı oluşturmayı başardığını söylemek zor. Irak, üçe bölündü. Kuzeyi Kürtlerin, Güneyi ağırlıklı olarak Şiilerin, ortası ise karışık bir yönetimin uhdesine geçti. Geçen yıllar içerisinde ABD bu üç bölge arasında da istediği dengeyi tutturmuş gözükmüyor. Üç bölgenin de kendisi açısından riskleri oluştu. Irak’ın Güneyinin Şiilerin denetimine geçmesi demek Basra Körfezinde ciddi bir Şii ağırlık oluşması demektir. Bu riski düşünerek İran’la ipleri tamamen koparmak yerine uzlaşma arayışlarına girmek zorunda kaldı. Bu uzlaşma arayışı bölgeye yönelik ciddi tasavvurları olan ve çok yönlü politikadan başka seçeneği olmadığını anlayan İran’ı pragmatist tercihlere , yani uzlaşmaya itti.
Evet, ABD orta Irak’ta yönetilmesi zor dinamiklerle karşılaşmıştı. Bölgede Şii ve Kürt dengesinde yalnız kalan 5 milyona yakın sünni nüfus, Saddam sonrası gücünü yitirdiğinden, DAEŞ’e sarılmak zorunda kaldı. ABD ve bazı Batılı ülkeler orta Irak’ta tam bir “tavşana kaç tazıya tut” politikasına sarıldılar. DAEŞ, Irak ve Suriye’de bu sünni otorite arayışına dolduran bir güç oldu. Ancak Suriye’nin Irak’a sınırdaş bölgeleri başta olmak üzere sünni nüfusunun azlığı DAEŞ’in Suriye’de tutunmasına engel olan faktörlerin başında gelmektedir. DAEŞ’in kullandığı dillere destan modern silahların finansmanı ise herhalde bölgedeki petrol zengini sünni devletlerden sağlanıyor…DAEŞ zaman zaman bir risk olsa da, hem bölgede radikal islam korkusunu oluşturmada, hem de dünyada islamofobyanın canlı tutulmasında gayet kullanışlı bir aktör olarak oyunda yerini aldı. Bölgede etkin olan güçler eğer uzlaşarak isteseler eminim ki, en azından DAEŞ’in lojistik imkanlarını bir anda zayıflatıp, belirli bir bölgeye münhasır bir güç haline sokabilirler. Ama açık olan bir şey var ki, bu güçler arasında DAEŞ’in rolü konusunda bir uzlaşma yok . DAEŞ’e Batı ülkelerinden gelen insan kaynakları ve eğitim konusundaki uzman desteğinin sürdürülmesi bu uzlaşmazlığın sözde çelişkilerini taşıyor.
Şimdi DAEŞ’i bir kenara bırakarak Türkiye’nin bu denklemdeki yerine bakalım.
Soğuk Savaş sonrasının askeri muhtıra ve müdahaleleriyle demokratik dünyada rotasını çizmekte zorlanan Türkiye, 70’li yılların sol-sağ çatışmasından daha yeni kafasını kaldırmıştı ki önünde, bu çatışmanın sol fraksiyonunun retoriğini devralan PKK terörüyle karşılaştı. 1994-2001 yılları arasında iki büyük ekonomik krizi göğüslemek zorunda kalan Türkiye, ABD’nin gözünde bölgede, potansiyel en önemli müttefiklerden biri olmayı sürdürüyordu. Türkiye’nin bölgede Kürtlerle uzlaşarak iyi bir müttefik rolü oynaması için büyük aktörlerin uzlaşması ile Apo Suriye’den çıkartıldı ve sonunda Türkiye’ye telsim edildi. Ama bu o kadar açık-seçik belliydi ki şartlı bir teslimattı. Dönemin Başbakanı Ecevit’in bu teslimat karşısındaki şaşkınlık ifadeleri hala hafızamızda canlılığını korumaktadır. Bu teslimattaki şartın diğer bir önemli delili de, kimliğini PKK karşıtlığı üzerinden temellendiren o dönemin koalisyon ortağı MHP'nin, idam cezasını Apo için kaldırmak gibi bir mecburiyetin sıkıntısını yaşamak durumunda kalmasıydı. Kim ne derse desin, MHP’nin kendi açısından varlık sebebi dikkate alındığında, bundan sonra yaşanacak olanlar koalisyondan ayrılması sonucunu doğurdu. Kendi açısından parti yönetimi doğru bir tercihde bulunmuştu. Çünkü yine apaçık belliydi ki, Apo’nun teslimatındaki bir önemli şart da Türkiye’nin Kürt sorununu bir çözüme kavuşturma beklentisiydi. Bu beklentinin farkında olan MHP o nedenle adeta uzun süre iktidardan uzak durdu ya da uzak kalmayı tercih etti. Dönemin Başbakanının şaşkınlık ifadeleri belirtmesine neden olan Apo’nun teslimatının, o anda ülkede kimler üzerinden yapıldığı da Türkiye’deki vesayetin varlığının ayrı bir delilidir.
Apo’nun teslim edilişinden 3 yıl sonra, koalisyonlu bir 15 yılın ardından halk iradesinin, henüz yeni kurulmuş olan AKP’nin ardında saf tutmuş olması, ABD’nin yeni iktidarla uzlaşma ihtiyacını güçlendiren bir gelişme oldu. Her ne kadar AKP’nin ilk yıllarındaki, Türkiye üzerinden ABD’nin Irak’a girmesini öngören tezkire bir yol kazasına kurban gitmiş olsa da, bu ittifak fikri zayıflamadı. Ancak AKP’nin Kürt meselesini barışçıl bir yandan çözme konusundaki iyi niyetli beyan ve girişimleri, toplumdaki ve siyasi kültürümüzdeki ulus devlet konusundaki dar yorumları ve Kürt hareketinin sığ yaklaşımlarıyla ağır aksak bir yürüyüşe dönüştü. Oysa Türkiye’de bu sorunun çözümü, bölgedeki aktörlerin yeni girişimleri için daha net bir zemin imkanı sunmuş olacaktı.
ABD’nin Kuzey Irak’ta önemli bir müttefik olarak gördüğü Barzani yönetiminin Türkiye ile iyileşen ilişkilerinin, Kuzey Irak’tan petrol ihracatında Türkiye ile işbirliği yapması , bölgedeki dengelerde bardağı taşıran son damla oldu. Şimdi bu olayları, dönemin diğer olaylarıyla beraber ele alalım.
ABD’nin İran’la uzlaşma arayışları, ABD’li birçok firmanın gizli olarak İran’la ambargoyu kırmaya yönelik çabaları, ABD’nin İran’la iyi ilişkiler geliştirmesini İsrail’in geleceği için tehlikeli bulan Yahudi lobisinin nasırına basmış oldu. Türkiye üzerinden bu ambargo kırma niyetleri, bu arada AKP ile bir çatışma sürecine giren Cemaati, boyutlarını fark edemediği bir işbirliğine itti. İşte 17-25 Aralık krizinde gündeme gelen Zerrap aktörünü, bu senaryo içinde değerlendirmek gerekir. AKP’ye birkaç bakanın yolsuzluk iddiaları halinde dönen bu olay, esasen büyük bir oyunun içindeki küçük bir sahne idi. Hatta isterseniz büyük oyunun malzemelerini çoğaltmak için bir adım daha ileri giderek bu süreçte bir ingiliz bankasının neden Türkiye’den çekilmek zorunda kaldığı sorusuyla işi daha ileri noktalarda da sorgulayabilirsiniz.
Gezi olayları bu olayın naif sunumlu dramatik bir prelüdü olarak repertuarda yerini aldı.
Anlıyacağınız bölgede değişik ittifaklar çarpışıyordu. AKP de bu çarpışmanın tam ortasında kaldı.
Kobani olayları sırasında Türkiye’nin, bölgeye yardım talebi karşısında Barzani’yi tercih etmesi, ABD’nin, Barzani-Türkiye işbirliği karşısında, müttefiki Türkiye’ye yönelik stratejisini gözden geçirmesi için bir başka önemli faktör oldu. Suriye için yeni planlarda Kuzey kısmının Kürtlerle yapılacak bir ittifak neticesinde Kürtlere bırakılma niyetleri, bir başka deyişle Türkiye’nin güney sınırının büyük bir kısmında Kürtlerle komşu olma ihtimali, Türkiye’yi bir hayli zorladı. Aslında HDP-Kandil-İmralı üçgenindeki tutarsızlıkların Kürt siyasetini yanlış yönlendirmesi, Türkiye’nin bu zor durumdaki seçeneklerini azalttı. Kürtler bu süreçte, büyük oyunun içinde heyecanlı, ajitatif vaadlere itibar ederek oyunda uzun vadede büyük bir oyuncu olmayı seçmek yerine figüran olmayı seçmiş oldular. Kuzey Suriye’de Kürt kantonlarının oluşması fikrini çekici buldular. Oysa 7 Haziran seçimlerinde beyaz Türklerin desteğiyle HDP’nin barajı aşması çok önemli bir fırsattı. Yine bir siyasi kısır döngünün içinde bu fırsatı, kamuoyu nezdinde doğru bir algı oluşturarak bir şansa çeviremediler. Elbette bu, Kandil-İmralı arasında rüşdünü idrak ve ispat edememiş bir siyasetin ve iç bölünmenin basit bir sonucuydu. Bunun sonucunda AKP hükümeti de terörle güçlü bir silahlı mücadele yolunu seçti. Oysa, bu iki tarafın böyle bir dönemde oluşturacağı bir uzlaşmadan hem Türkiye hem Kürtler kârlı çıkacaktı. Teorik olarak bu şans halen var. Fakat 7 Haziran sonrası çatışma ortamı gitgide bu imkânı zayıflatıyor. Rusya’nın müdahalesini böyle bir ortamda zamanlaması hala Kürtleri uyandırmış gözükmüyor. Esasen bu uzlaşma nihai noktada ABD’yi rahatsız etmeyecek bir biçimde gerçekleşebilir. Sonuçta uluslararası ilişkilerin mantığı karşılığı çıkar mantığıdır. Komplo teorilerini ve 70’li yılların ideolojik söylemlerini bir kenara bırakıp oluşturulacak bir reel politik arayışı orta vadede en akıllı yoldur. Artık Suriye’nin eskisi gibi olmayacağı açıktır. Uzun süredir medyaya çıkmaktan kaçınarak temkinli bir tavır sergileyen Barzani’nin bunu anladığı gayet açık. Barzani en kötü ihtimalle mevcut pozisyonunu korumak istiyor. ABD ise Türkiye’nin güneyinde ve Suriye’nin kuzeyinde PKK/PYD’nin oluşturacağı bir bölgeye çok güvenmiyor. Barzani bunları bildiği için temkinli bir bekleyiş içinde. Benim kanaatimce ABD Suriye’de oluşacak bir Kürt yönetiminin ılımlı ve hem Barzani hem de Türkiye ile iyi geçinmesinden yana. Yani eski Suriye sonrası bölgede bölünmüş, ama istikrarlı yönetimlerden yana. 1 Kasım seçiminden sonra, AKP’nin, bölgedeki aktörlerin beklentilerinin ötesinde bir halk desteği sağlamış olması ABD’yi ve bölgedeki diğer aktörleri AKP ile ilişkilerinde daha dikkatli bir sürece yöneltecektir. Ancak şu da kesin ki, Türkiye başından Suriye’deki bir karışıklığın kendisini zor durumda bırakacak çok bilinmeyenli bir denklemin karşısında bulacağını öngörmüş olsaydı, Suriye politikası çok farklı şekillenmiş olurdu.
Şimdi Türkiye açısından bu gelişmeleri bir kenara koyarak yeniden bölgedeki senaryolara dönelim.
Birinci Dünya savaşını sona erdiren önemli bir anlaşma olan Sykes-Picot’a. Ortdoğu İngiltere ve Fransa'nın nüfuz alanı olarak paylaştırılmıştı. Rusya'ya Boğazlar dahil verilen tavizlerle mutabakatı alınmıştı. Anlaşmanın imzalanmasından bir yol sonra iktidara gelen bolşevik yönetim , Sykes-Picot’la Batı’nın sömürgeci anlayışının, kendisinin nüfuz alanını daraltma tehlikesini gördüğünden bu anlaşmayı ifşa ederek rafa kaldırılmasını sağladı. Bizim güney sınırlarımız, petrol bölgeleri ile Türkmen bölgelerini gözden çıkartmamızla sonuçlanacak Lozan Anlaşmasıyla belirlendi. Allahtan son anda mandatör Fransa ile yaptığımız anlaşma ile Hatay Cumhuriyeti Türkiye topraklarına dâhil oldu. İkinci dünya savaşı sonunda, Sovyetler için bölgede, karşısında artık ABD de bir rakip olarak yerini almıştı. Soğuk savaş döneminde Ortadoğu’daki rejimlerin şekillenmesi bu yeni güçler dengesi içerisinde gerçekleşti. Arap sosyalizmleri bu dönemlerin ürünüdür.
Şimdi yeniden en başa dönerek hafızamızı tazelersek, Körfez savaşı ile ABD’nin bölgedeki varlığını aktif bir aktör olmaya dönüştürmesi, az önce de söylediğim gibi kartların yeniden karılmasını gerektiriyordu. Sovyet İmparatorluğunun dağılmasıyla eski gücünü muhafaza etmekte zorlanan Rusya, ekonomik sıkıntıların ardından BDT topluluğu ile Ortaasya’da yeniden toparlanmaya çalışıyordu. Ortadoğu’da ABD’ye kaptırdığı gücü, hiç olmazsa Akdeniz’e en yakın müttefiki Suriye lehine yeniden elde etmeliydi. Kürt faktörü de dâhil bölgedeki muhtemel yeni oluşumlarda Rusya’nın bir rol üstlenmesi kendisi açısından kaçınılmaz hale gelmişti. Suriye’deki askeri üslerini muhafaza ve tahkim risk altındaydı. BM’deki restlerinin işe yaraması Rusya’yı daha da güçlendirdi. Bu vesileyle Böylece ABD-Batı kıskacına girme riski olan ve bölgede de çıkarları bulunan İran’la da güven tazelemiş olacaktı. Yoksa Rusya’nın Bayır-Bucak Türkmenlerini Türkiye’ye göz dağı vermek için taciz ettiği iddialarını önemli bir yorum tarzı olarak görmek safdillik olacaktır. Rusya herhalde Lazkiye merkezli bölgeyi Kuzeyden gelebilecek tehlikelere karşı güvenli hale getirme telaşındadır. Bugünlerde de bunu yapmaktadır. Nitekim, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un Rus uçağının düşürülmesinin ardından yaptığı açıklamanın satır araları, Rusya’nın, Viyana görüşmelerinde aşama aşama Esedsiz bir Suriye mutabakatının hemen ardından hem kendileri için güvenilir bir müttefik olan Esed rejimini güvence altına almanın, hem de yeni Suriye’de Askeri üslerinin tahkiminin önemine yönelik vurguları görebiliriz. Yoksa mesele basitçe oradaki, yıllardır Suriye rejimine bir tehdit teşkil etmemiş Bayır-Bucak Türkmenlerini hedef almak için değil. Etnik bakış açısının körlüğünden uzaklaşarak baktığımızda Bayır-Bucak Türkmenlerinin nasıl büyük ve çok denklemli bir oyunun kurbanı olduklarını görmemiz kolaylaşır. Hatırlarsanız Lavrov şunları demişti: "Suriye’deki operasyonlarımızda uçuş güvenliğini sağlamak için alınan tedbirlerin yeterli olmadığını dün gördük. Savunma Bakanlığı ile konuyu sabaha kadar tartıştık. Suriye’deki askeri üssümüzde S-300 savunma sitemi yerleştirilecek. Bu adım ve alacağımız diğer önlemlerin, uçuş güvenliğimizin sağlanması için kâfi olacağını umuyorum."
Kısacası, uluslararası ilişkiler klasik deyişle bir satranç oyununa benzer. Rakibin hamlesi, yaptığınız planları yeniden gözden geçirmenizi gerektirir. 1 Kasım seçim sonucunda HDP’nin kan kaybedip AKP’nin yükselmesi, Rusya’nın bölgedeki beklenmedik güçlü varlığı, Viyana görüşmeleri Türkiye’yi cesaretle feraseti bir arada gösterebileceği bir yola girmeye, Kürtleri de aklını başına almaya çağırıyor.
Yeni yorum ekle