Batı artık dünyanın bir bölgesi değil “her yer”dir. Bugün Batı nüfuz ve istilası büyük ölçüde yürüyen bir süreç değil, tamamlanmış bir olgudur. Bizimkisi “hala Batı’da olmadığını sanmakla yaşanan sahte bir tatmin”den ibaret.
Batılı olmayabiliriz, ama dünya Batı’ya ait bir kurguya teslim alınmış iken, tamamen vülger (kaba) bir romantizm ile içinde yaşadığı şeye yabancı imiş gibi, bunun dışında bir gerçekliği ya da özü varmış gibi davranmak, mektebi benimsememiş, derslerine az çalışan bir haylazlık eseri “kendi Batı’da olma biçimi”ni göremeyen bir körlük bu.
Artık görmek zorundayız ki, Batı’dayız ve bizim hala “otantik bir biz”e ait olduğumuz, bir deve kuşu aldanmasından ibaret.
Bu “Batı’da olma hali”mizin garabetlerini “Doğulu olmak”, “kendi otantik varoluşunu sürdürmek” filan sanıyoruz. Aslında böylece, kendi berbat Batılılaşma sürecimizin dolaysız ifadesi diyebileceğimiz varoş bir Batılılık içinde debelendiğimizi de görmememizi sağlıyor bu tepetakla tutumumuz.
Tarihimizle bağlarımız çok canlı sanıyoruz. Kimi coğrafyalarımız post-kolonyal, kimi coğrafyalarımız post-emperyal bir “tarihinden koparılmışlık travması içinde kıvranırken bir karşı dalga üretti.
Yasaklanan ezanın gümbür gümbür okunması, çocukların Arap alfabesi öğrenerek Kur’an’ı tilaveten okuyabilir hale gelmesi, yasaklanan hac seferlerinin serbest bırakılması, kılık kıyafette kadının tesettüre girmesi... gibi tamamen yaşam tarzları ile ilgili yüzeysel bir “kendine dönüş”, “tarihle kopan bağlar”ın yeniden kurulması, “kendi tarihinde varolmaya yeniden başlama” olarak çarpık bir kavrayış üretti.
Bu çarpık kavrayış içinde, II. Abdülhamit’i yücelterek tarihimizle bağ kurduğumuzu sanıyoruz. Oysa o, Osmanlı modernleşme sürecinin en fazla modernleştirici padişahı idi. Kendisi modern bir banker veya borsacı, amatör bir dülger idi.
Osmanlı olmayı, katışıksız Müslümanlık sanan bir yarım akıllılıkla “Muhteşem Yüzyıl parodileri”nden ibaret bir çorbada boğulmayı, kendi tarihinde yaşamak sanıyoruz. Oysa sadece yıkılmış değil, devrini tamamlayarak tarihe gömülmüş bir medeniyetin nesebi sahih olsa da nisbeti bulunmayan ahfadı olarak artık Batı’dayız.
Kendimiz olmanın bu biçimi, traji-komik, berbat bir “üçüncü sınıf Batılılık”tan başka bir şey değil.
Kendisi olamamanın derin ızdırapları akabinde, kendisi olmayı kitaplardan keşfederek inşa etmeye çalışan, devrini tamamlamış ve yıkılıp tarihe mal olmuş bir medeniyetin kırık dökük mirasının en yüzeysel unsurlarından bir pastiş üretip bunu da kendisi olmak sanan saçma bir “tarihi diriltme tutkusu” ile, günün icabâtı Batılı bir hayat kurgusu içinde adam yerine konulma aşağılık kompleksi, zihin fuhuşumuz olarak sürüyor.
Bu, son derece kaotik zihin dünyasında, hiçbir şey aslı gibi değil; her şey, aslının bir veled-i zinası olarak öteki ile fuhuş halinde. Bilim adamlarımız büyük buluşlar yapsın, sanatçılarımız dünyayı yerinden oynatsın, şirketlerimiz küresel piyasalarda kasırga çıkarsın... istiyoruz. Oysa bu zihin iğtişâşı, bu her unsuru öteki ile fuhuş halindeki ruh dünyası, kimsede bir selîm kavrayış bırakmıyor ki, “bulunduğu dünya”nın üretken bir bireyi olabilelim.
Komplekslerini kimlik edinmiş, denâetini şecâat sanan, bugünde yaşayıp geçmişin varisi taklidi yapan insan talaşı bir nüfus, kamusal varoluşun hiçbir yükümlülüğünü dürüstçe üstlenmeyen bir sorumsuz kalabalık, bir insan bireyine nasıl üretken ve yaratıcı bir varlık dinamizmi kazandırabilir?
Herşeyin aslında “çok da önemli olmadığı”nı, “mühim olanın bir yolunu bulup üst mevkilere yerleşmek”ten ibaret olduğunu sanan bir kurnazlıktan nasıl üretken ve yaratıcı bir insan varlığı türetilebilir ki?
Müslümanların medeniyetlerinden koparılışı, kendi geçmişleri ile yüzleşme, medeniyet mirasları ile hesaplaşma ve bu medeniyet mirasını aşma imkanını yok etmiş görünüyor.
Geçmişini bir ihtişam anıtı olarak kutsayan, eski âlimlerini, sanatkarlarını, siyaset adamlarını “ecdâd hamaseti” içinde kutsayan bir topluluk, bu “ne kendisi ne öteki” olamama Arasatı’nda ne geçmişini aşabilecek zirve şahsiyetler, ne de öteki saydığı Batı medeniyetini aşacak dehalar yetiştirebilir.
Bunun asıl handikapı müşevveş bir zihin inşası olduğu kadar, gayet basit bir pratik nedeni de, hiçbir alanda dersini sıkı çalışan insanlar yetiştiremiyor olmaktır.
Ya geçmişi ya da Batı’yı topyekun sahiplenen ama asla tapusunda hissesi bulunmayan, hangisini sahipleniyorsa ötekini topyekun reddeden bir afur-tafur erbabını üstad edinmiş nesil, hayat sahnesini terk etmenin eşiğine gelmiş durumdadır.
Yeni nesiller, gayet “münferit çıkarı”nın peşine düşmüş, dersini az çalışmak şöyle dursun, bir yolunu bulup testlerden geçer puan alıp bir mevkie yerleşmek sevdasında. Bu kültürel olarak cehaletten öleceklerin “bir nane biliyormuş edasıyla” kasım kasım kasıldıkları bir “vasat insan küstahlığı”, hakim ve geçer akçe haline gelmiştir.
Muhafazakârlar, yeni neslin büyüklerine saygısız olduklarını sanıyorlar. Oysa sormak lazım: Neye saygıları olabilir ki? Arkadaşlarına mı, eşlerine mi, mesaidaşlarına mı, sokaktaki herhangi bir insana mı, hukuka mı, dine mi, sanata mı? Bu insanlar geçmişi sahiplense ne çıkar, Batı’yı sahiplense ne çıkar!
Gayet dindar ve değerlerine bağlı olduğunu sananlar da, gayet çağdaş ve çağın değerlerine bağlı olduğunu sananlar da, ait olduklarını sandıkları dünyanın aidiyetlerini onaylayacağı evsafı haiz olmayan, aidiyetlerinin gerektirdiği donanım, birikim ve tutumdan çoğunlukla habersiz, yarım yamalak insanlardır.
Bizim toplumlarımız, asgarî insan nitelikleri ile donatan bir kültür aktarımı sınavından uzun süredir geçer not alamayacak bir başarısızlığın gayyâsında yüzüyor.
Yeni yorum ekle