Yeni Zellanda Müslümanlarını hedef alan ve 50’nin üzerinde kişinin yaşamını yitirdiği terör saldırısı, yakın tarihte Batı dünyasında meydana gelen en korkunç ve vahim saldırısı olarak nitelendirilmekte. Bu derece korkunç boyutta yaşanan mezkur saldırı, Zellanda’da müstesna bir dayanışmanın örnek olması gibi bir sonuç doğurdu. Bu dayanışmanın sembol ismi ise Yeni Zellandalıların, Müslüman vatandaşlarıyla empati içinde olmaları hususunda seferber etmeyi başaran ve bu vesileyle de eşi görülmemiş bir örneğe imza atmalarına vesile olan Başbakan Jacinda Ardern’di. Diğer taraftan, resmi verilere göre Yeni Zellanda nüfusunun %1’ni teşkil eden Zellandalı Müslümanlar, bu trajediye tahkir edilmemişlik duygusunun öne çıktığı bir duruşla karşılık verip, saldırgana ve yaptıklarına yönelik affedici ifadeler dillendirmek suretiyle “radikal toleranslarıyla” temayüz ettiler.
Dünyanın dört bir yanında Müslüman toplulukların dayanışma mesajlarında olaya ilişkin hissedilen acıyla birlikte Müslümanların tamamının terörist olmadıklarına ilişkin sessiz bir çığlık şeklindeki hüzün de göze çarpmaktadır. Zirâ dünyadaki pek çok insan gibi onlar da bu belanın mağdurlarıdır. Diğer taraftan, genel itibariyle din ile anlamlı bir bağı olmayan çevrelerde “terörün dini yoktur” mottosu etrafında şekillenen bir dayanışma temayüz etmekte ve pek tabi ki saldırganın imbilim ile motivleri ve terör mağdurlarının Müslüman kimliğini minimize etmekteler.
Saldırgan hareket ederek, oturarak ve ayakta silah kullanmada profesyonel bir asker hüviyetine sahip olmakla birlikte, kendisi aynı zamanda yerde yatan insanların bedenlerinin canlı veya ölü olduklarını ayırt etmekte de yetkin olduğunu kanıtladı. Güvenlik uzmanları bu denli iyi organize edilmiş bir saldırının pek çok gizli servisle karşılıklı koordinasyona sahip büyük bir yapılanma ağının işin içine dahil olması söz konusu olmadan bir kişinin tek başına gerçekleştirebileceği bir eylem olamayacağını farzetmekteler. Ancak her şeyden evvel bizim dikkatimizi çeken husus, bu denli bir saldırının dayanağını teşkil eden ve gerekçelendiren algılar ve basmakalıp düşüncelerdir. Göstergebilim analizinin en sağlıklı başlangıç noktası, saldırganın silahı ve silah üzerine yazılı olan isimlerin arkasında gizlenen göstergelerdir.
Biz Arnavutlar için şüphesiz ilk göze çarpan isim, Arnavut ulusal figürü İskender Bey’dir; bununla birlikte İkinci Viyana Kuşatması (1683); Endülüs’te Emevîlere karşı Frenk ordusunu yöneten Charles Martel; 1570 yılında Gazimağusa’nın Osmanlı filosuna karşı savunmasını tertipleyen asker Antonio Bragadin; Yanoş Huniadi, Miloş Obiliç, Gjergj Arianiti, Stefan Lazareviç, İosif Gurko, Marko Milyanov ve Osmanlı’ya karşı yürütülen savaşlarla ilişkili olan pek çok isim de öne çıkmaktadır. Saldırganın silahında Müslüman göçmenlere saldırıp onları öldüren Lindin Petterson ve Alexandre Bissonnete gibi katillerin isimleri de eksik kalmamıştı.
Saldırganın silahında yazan isimlerin analizine dayanarak, terörist Brenton Tarrant’ın bir türkofob olduğunu söyleyebiliriz. Lâkin bu durumda türkofob ifadesinin anlamı farklı bir boyuta sahiptir ve saldırganın neden islamofob değil de türkofob olarak nitelendirildiği sorusu önem taşımaktadır. Saldırgan pek tabi ki islamofob olarak da nitelendirilebilir, ancak buna rağmen saldırganın algı dünyası bizlere bir “gerçeği” söylemektedir ki orientalist söylev bu “gerçeğin” üstünü kat be kat örtmeye çalışmıştır, o da şudur: Türk, “Müslüman istilacının” eşanlamlısıdır ve türkofobi de Türk’e karşı duyulan kompleksli imbilimine bürünmüş “İstilacı İslâm” korkusu ve nefretidir. Bilindiği üzere Emevîlerin Kuzey Afrika kıyılarından Endülüs’ü himayelerine katma dışındaki çıkarmanın dışında Yeni Roma – İstanbul’un fethi ve Viyana kuşatması gibi önemli çıkarmalar Türkler tarafından gerçekleştirilmiştir. Dolayısıyla o silahta yer alan bir diğer isim – “Turkofagos” da bu bağlamda iki farklı anlama sahiptir: birincisi XVIII. asırda melûn Yunan askerleriyle ilişkilidir, ikincisi ise kelimenin anlamı olan “Türk yiyici” ile alakalıdır.
Bu bağlamda islamofobi daha düşük bir seviyede ve türkofobiyle kıyasla ikincil öneme sahip bir kategori olarak nitelendirilmektedir, birincil olan ve asli etkiye sahip olan unsur türkofobidir. Bu durumda islamofobi genel olarak Müslümanlara ve özelde siyasi güç olarak İslâm’a yönelik nefret olarak ortaya çıkarken, türkofobinin kapsamı ırk olarak ve “İşgalci İslâm’ın ve askeri tehdidin” bayraktarı olarak Türk’e duyulan nefreti kapsamaktadır. Saldırgan şüphesiz sadece Türklerin namaz kıldığı bir camiye veya genelde takıldıkları bir mekâna saldırı gerçekleştirebilirdi, ancak onun sorunu ulusal bir kategori olarak Türk ırkıyla değildir: onun sorunu “Yayılmacı İslâm”ın ortak adı olarak Türk – Osmanlı kavramıyla ilgilidir.
Dünya medyası işlenen suçun içerisinden bir “melek çıkarma” gayretlerinin akabinde, üzerinde durulması gereken yeni bir kavram üretti : “aşırı sağ terörü”. Böylelikle şimdiye dek aşırı sağ terörü veya beyaz ırk terörüne ilişkin onlarca araştırma yapıldı. TIME’da yayınlanan bir makalede Maryland Üniversitesi’nin Global Terrorism Database’ne dayanan araştırmalara göre beyaz üstünlükçülerin saldırılarının 2012’den 2017’ye dek 14’ten 31’e çıktığı ifade edilmektedir. Aynı zamanda Anti-Defamation League’e göre ABD’de 2009’dan 2018’e dek işlenen cinayetlerin %73’ü aşırı sağa atfedilmektedir. İfade edilen rakamların doğruluğu yanlışlığı bir yana, ABD ve Avrupa’da aşırı sağın yükselişi gerek içerik gerekse eylem metodu ve teknikleri bakımından DAEŞ’le ilişkilendirilmektedir. Araştırmacı J. M. Berger’e göre beyaz ırkçı – milliyetçi hareketlerde 2012’ye nazaran % 600’lük bir artış sözkonusudur ve tüm toplumsal düzeylerde DAEŞ’ten daha nitelikli şekilde faaliyetlerini sürdürmektedir. “Beyaz milliyeçiler” ve DAEŞ’in eylemleri arasında bir paralellik kurulması, kendi özünde temiz etnik, ırksal veya dinî devletlerin kurulmasına ilişkin tandansı ve siyasi arzuyu barındırmaktadır. Lâkin Christchurch’ta gerçekleşen son saldırı ve akabinde seyreden medyatik propaganda, beyaz ırk terörünün türkofobinin uzantılarından biri olan Orta Çağ Haçlı Seferleri’nden ilham aldığını, diğer tarafdan ise DAEŞ tipi terörün, İslâm’ın tek taraflı yorumlarına dayanan ve toprakları “fethetme” savaşına dayanan şeriat devleti ütopyasından ilham aldığının anlaşılmasına vesile olmaktadır.
Beyaz ırk terörü ve DAEŞ tüm şiddetçi – köktendinci uzantıları aslında vaad edilmiş, istilâ edilmiş ve fethedilmiş “toprak” kavramına istinaden inşa edilmektedir. Beyaz ırk terörünün ilham noktası Haçlı Seferleri veya dinsizlere karşı kutsal savaş (bellum sacrum) olurken, diğer taraftan olağan anlamıyla “cihad veya gazâ” dinsizlere karşı bir savaş olarak algılanmakta ve genel söylevde gayr-i müslümlere karşı “kutsal savaş” tercümesiyle karşımıza çıkmaktadır. Ancak tarih boyunca yaşanan kimi pek ilginç hadiseler, “kutsal savaş” veya “cihad ile gazâ”nın fıtratına son derece karşı çıkan bir realite ortaya koymaktadır. Örneğin 1202-1204 yılları arasında gerçekleşen IV. Harçlı Seferi’nde Katolik Hristiyanlar Kudüs’ün ele geçirilmesi için yola koyulmalarına rağmen Ortodoks Hristiyanların kalesi Konstantinopolis’i ele geçirdiler, ki bu savaş Hristiyanlık tarihinin en kanlı savaşlarından biri olarak nitelendirilmektedir. Diğer taraftan ise 1402 yılındaki Ankara Muharebesi örneği karşımızda durmaktadır. Bu savaşta, 1389 yılında Miloş Obiliç tarafından Kosova muharebesinde şehid edilen Sultan I. Murat’ın oğlu Yıldırız Beyazıt, Timur’un ordusuna karşı savaşmaktadır. Savaş meydanının bir tarafında aralarında vasal Sırp prensliklerinin de yer aldığı Beyazıt’ın ordusu, diğer tarafında ise Doğu’nun Müslüman prensliklerinin de arasında bulunduğu Timur’un ordusu yer alıyordu. Sultan Beyazıt savaşı kaybetmiş ve oğullarıyla birlikte esir düşmüştü.
Her ne kadar bu iki hadise ve diğer tarihi vakalar “kutsal savaş” veya “cihad” kavramının bilimsel olabilirliğini zayıflatıyor görünse de, kamuoyu söyleminde zikredilen ana yorum eğiliminin egemen olduğu gözlemlenmektedir. Dahası kutsal savaş ile dinler münasebeti bir güç – ilim ve inancın yada dinî dogmanın gerçekliğini haklı çıkarma ilişkisidir. Resmi İslâmi söylevde pek tabi ki hiçbir zaman Emevî, Abbasî veya Osmanlı fetihlerine ilişkin övgüler gizlenmemiştir. Bir övünç kaynağı olmakla birlikte bu fetihler saf inancın başarısı olarak nitelendirilmekte, bu bağlamdaki başasırızlık ise akideden sapma olarak yorumlanmaktadır.
Bu durum özellikle bir inanç davasına ve ilkesel meşruiyete dönüştüğünde ziyadesiyle görünür olmaktadır. İnancı vasıtasıyla her türlü dünyevi şeyden kurtulmayı ve ilahi ilişkisi sayesinde her türlü dünyevi engel ile sınırlamayı bertaraf etmeyi hedefleyen sıradan bir dindar, bunun sonucunda motivasyonu “toprak” fethi olan ve inancını dünyevi çıkarlar için kolonileştirmeyi hedefleyenlerin “tuzağına” düşmektedir. İslâmi tabanlı imparatorlukların fetihlerinden “kurtulma” çabasında olan sıradan dindar, böylelikle imparatorların güvenilirliğini ve onların haklı davalarını savunma macerasına atılmaktadır. Bu şekilde nihai amacı “semavi” olan din, “toprak” fethine ilişkin dünyevi bir davaya dönüşmekte ve ona zaman ile mekân ötesi bir önem atfetmektedir. Daha da kötüsü, inanç, manevi özgürlük yerine vahim bir tarihselciliğe dönüşmektedir. Bunun sebebi ise tarihin siyasi koşulların da etkisiyle tek taraflı olarak yorumlanması ve XIX. asrın kolonialist paradigmasına dayanarak “inanananlar” ve “dinsizler” arasındaki epik mücadele olarak nitelendirilmesidir. Haçlı Seferleri, bu eskatolojik kavramı ve diğer beyaz ırk ile İslâm’a atfetilen terör kavramlarını üzerine oturtmak için iyi bir örnektir. “Hilafet” ve “Gökyüzü Krallığı” iki büyük din olan İslâm ve Hristiyanlık’ta tarihselci izdüşümlerle tarihi bir dialektiğin gelişmesine esas teşkil eden iki temel kavramdır.
Balkanlardaki milliyetçilik, oryantalizm ve İslâm – Hristiyanlık ilişkileri tartışmalarıyla ilişkili olan ve terörist Brenton Tarrant’ın silahında da ismi bulunan iki seçkin figür Gjergj Arianiti ve Gjergj Kastrioti – Skënderbeu (İskender Bey) idi. İskender Bey Bektaşî tarikatına mensup bir yeniçeri ve Fatih Sultan Mehmed döneminin eşsiz savaşçısı idi. İki büyük figür, Enderun mektebinde eğitilmiş iki büyük asker. İskender Bey ve onun Osmanlı’ya direnişinin sonucu hepimizin mâlumudur. Ancak bir teröristin İskender Bey’in figüründen ilham alması, Arnavutlar için rahatsız edici bir durum olmalıdır. Ulusal bütünlük adına Arnavutlar, İskender beye tapınakçı, şövalye veya mitik Hristiyan figürü yönünde yapılan yorumlardan imtina etmelidirler. Bunun iki sebebi vardır: birincisi, Arnavutların çoğu Müslümandır ve bu kesim sıklıkla bu durumdan ötürü ciddi baskılara maruz kalmaktadırlar; ikincisi ise İskender Bey figürünün ortaya çıkması bir hak talebinin sonucudur. Yani İskender Bey ve Sultan arasındaki husus bir vaadin gerçekleşmesiyle ilgilidir. Ve İskender Bey hakkında bu yönde bir kavramsallık üretilmesi, onu birleştirici bir figürden ayrıştırıcı bir figüre dönüştürecektir.
Nasıl ki terör modern bir fenomen olarak karşımızda duruyorsa, sömürgecilik, keyfi yorumlama, bilginin avamileşmesi şeklinde tezahür eden ideoloji ve ötekileştirmenin izdüşümü oryantalizm de modern fenomenlerdir ve modernizm ile moderniteyle iltisaklıdır. Buna Haçlı Seferleri’nin, kutsal savaşın ve kavramdışı yorumlanan cihadın eskatolojik tefsiri de dahildir. Terör saldırılarının psikolojik problemlerle ve sorunlu şizofrenik kişiliklerle ilişkilendirilmesi kısa vadede mâkul ve hatta cezbedici olarak görünse de, her terör saldırısının akabinde ortaya çıkan ahlaki kayıtsızlık toplumsal seferberliğe ilişkin yeni bilimsel girişimler hakkında uyarıcı bir unsuru teşkil etmelidir. Göç trendleri, farklı türlerde ortaya çıkan terör trendleriyle eşzamanlı olarak artmaktadır. Dünyamız, Hannah Arnendt’in ifadesiyle “içgüdüsel merhametin aşılması” gibi – ki buna göre katiller sadist, fanatik veya şizofren olduğu için değil, dikey yapılanmaya olan inançlarından ötürü öldürürler – son derece sapkın bir fenomenle karşı karşıya kalabilir. Dolayısıyla bahsekonu azınlığın fiziki ve mental terörünü maruz kalan sessiz çoğunluğun insaniyet meselesini gündeme getirmenin tam zamanıdır. Terörü tamamen yok etmemiz zordur, ancak terörün gaddar entropisini durdurmak bizim elimizdedir.
Yeni yorum ekle