Rahmetli Mehmet Akif Ersoy’un ölümünün üzerinden 80 yıl geçmiş. Bu yarım asrı aşan süreden geriye dönüp onu en doğru şekilde değerlendirmek istediğimizde, gördüğümüz ilk şey onun öncelikle bir dava ve aksiyon adamı olduğu. Genel kamuoyundaki ilk imajı ise İstiklal Marşı şairi oluşudur. Onun bu iki özelliği ise Milli Mücadele’deki hakkı ödenemeyecek gayretleriyle tecessüm etmiştir. Ne var ki, vaazları, yazıları ve diğer faaliyetleriyle, manevi güç ve destek sağladığı Milli Mücadele’den sonra kurulan yeni Cumhuriyette ‘öz vatanında garip, öz yurdunda parya” hissederek bir süre muhalefette kalmış, daha sonra maalesef ümitsizlik ve kötümserlik duygularıyla ülkesinden uzaklaşmayı tercih edip ömrünün son zamanını Mısır’da geçirmiş küskün bir fikir adamı olmuştur.
Akif’in dava ve aksiyon adamı vasfı, her zaman onun sanatının da önüne geçmiştir. Sanat onun için, kritik bir dönemden geçmekte olan müslümanları uyandırmak, bilinçlendirmek ve aydınlatmak için bir araç olmuştur. Bu nedenle hem fikrine (islamcılığına) karşı olanlar hem de taraftar olanlarca çoğu zaman toplumsal faydayı sanatın önüne çıkardığı için, sanatının zayıflığı nedeniyle eleştirilmiştir. Fransız naturalizminin (Emile Zola vb.) ve Tevfik Fikret’in etkisiyle gerçekçiliği edebiyatımıza getirmiş bir yazar olarak, bu gerçekçiliği kendi deyişiyle tasannu, yani sanat yapmaktan uzak anlayışıyla edebi bir zemine oturtmaktan çoğu zaman yoksun bırakmıştır. Safahat’ın tümüne baktığımızda elbette bu sanat dışı bir manzumedir demek aşırı insafsız bir yargı olur. Ancak edebi kaygıları, bizzat kendisinin ifade ettiği gibi topluma hizmet gayesinin gölgesinde kalmıştır. Bu düşüncelerini bizzat Safahat’ta ve diğer yazılarında dile getirmiştir. Birçok vesileyle şair olmadığını, bir nazım olmaya çalıştığını, tasannu (sanat yapma) bilmediğini ve sanatkar da olmadığın söyleyerek Servet-i Fünun’un sanat anlayışını eleştirir. Sanatının merkezine samimiyeti ve yalın gerçekliği yerleştirir (Safahat’ta “Bir yığın söz ki samimiyyeti ancak hüneri” , “Sözüm odun gibi olsun, hakikat olsun tek” diyor.) Servet-i Fünunculara doğrudan ya da dolaylı yönelik bu eleştiriler onu bu defa sanat sanat için mi toplum için mi şeklindeki kısırdöngü tartışmada diğer uca itmiştir.
Ancak Cumhuriyet Döneminde ona uygulanan ambargodaki temel sebep açıktır ki, onun sanat anlayışına yönelik olumsuz yaklaşım olmayıp, Milli Mücadele sonrası kurulan genç Cumhuriyet’e küskünlüğü olmuştur. Bu nedenle 50’li yıllara kadar birkaç dostu dışında döneminin edebiyatçıları tarafından fazla ele alınmadığını görüyoruz. Birkaç örnek vermek gerekirse, sözgelimi, Yahya Kemali’in Edebi ve Siyasi Portreleri’nde Babanzade Naim bile varken Akif yoktur. Yakup Kadri’nin Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda Akif’i boşa ararsınız. Tanpınar’ın makalelerinden derlenen Edebiyat Üzerine Makaleler’de Akif’e müstakilen ayrılmış bir bölüm ya da bir yazıya rastlamazsınız. Ancak birkaç yerde karşılaştırma amacıyla adı geçer, o kadar. Akif’e karşı gizli suskunluğun bozulması çok partili hayata geçişle mümkün olur.
Müslüman sanatçı ve düşünürler arasında onun fikir ve sanat seviyesi konusunda ilk keskin eleştiri Üstad Necip Fazıl Kısakürek’den gelir. Üstad, o meşhur Edebiyat mahkemelerinin birkaç celsesini Akif’e ayırır. Mahkeme savcıyı, lehte ve aleyhte tanıkları dinledikten sonra, sonunda kararını verir. O kararın özeti Akif’in fikir ve sanat konusundaki yüzeyselliği, ama davası ve aksiyonu konusundaki sahiciliği ve samimiyetidir : “ Ne müslümanlığı namütenahi derin ve girift, saffet hakikat ve esrarıyla kavrayabilmiş, ne de, bu kavrayamayışın tabii bir neticesi olarak saf şiir ve sanatta üstün bir sese yükselebilmiş bir insandır (...) hakkı verilememiş bir hakikilik, aslilik ve halislik örneğidir.”.
Sezai Karakaoç da Akif’deki bu hakikilik ve asliliğe işaret eder. Karakoç’a göre Akif’in realizminde, güdümlü (engaje) edebiyatta olduğu gibi yazarla eseri arasındaki eğretilik ve mesafe yoktur. Akif’le hayat şiire, şiir hayata sokulmuştur. Fikir, eşya, zaman ve insan (buna şairin kendisi de dahildir) iç içedir. Akif’in sanatının genelindeki derinliksizlik ve İslam’ın toplumsal yüzünde gezinmesini işte Karakoç’un ifade ettiği bu kaynaşmadan doğan içtenlik örter.
Akif ,Türk edebiyatına realizmi özgün bir unsurla maleder. O da Türk toplumunun inanç unsurudur. Ancak Akif’in bu özgün sentezi bir gelenek oluşturamamış, kendisinden sonraki müslüman sanatçılar -günümüz için de bu büyük ölçüde doğrudur- bu realizm çizgisini daha derinlikli bir sanatla sürdürmekte başarılı olamamışlardır. Dolayısıyla Akif’in bu anlamda edebiyatta tilmizleri yoktur, dense yeridir.
Şöyle ya da böyle Akif sonuç itibariyle Safahat’ta bir dönemin toplumsal tarihini yazmış, müslümanların karşı karşıya bulunduğu acil sorunlarla yüzleşmeye çalışmıştır. Ne yazık ki onun döneminde müslümanların önünde duran pek çok sorunun bugün yine aşılması gereken birer sorun olarak bizim de önümüzde durduğunu da itiraf etmek zorundayız.