Adnan Tekşen dostumuzun geçtiğimiz haftalarda Fikir Coğrafyası’nda Cemil Meriç üzerine yazdığı yazı ve anlattığı anekdot bir devre ışık tutması açısından önemlidir. Meriç’in 1987 yılında ölümünden sonra hakkında epey yazılar yazıldı, akademik çalışmalar yapıldı ve kitaplar kaleme alındı. Bu Ülke’nin yazarının ölümünden sonra Ahmet Hamdi Tanpınar gibi adeta yeniden keşfedildiğini, gündemde kaldığını ve kalacağını söylemek mümkün.
Kızı Ümit Hanım tarafından daha önceki yıllarda küçük boy 160 sayfa hacminde yayımlanan “Babam Cemil Meriç” kitabı geçtiğimiz yıl yeniden gözden geçirilerek ve genişletilerek büyük boy olarak basıldı.[1] Cemil Meriç hakkında “muhalled” diyebileceğimiz cinsten aşılması zor bir çalışma. Bunu da içeriden bir kişi olarak ancak Ümit Meriç yapabilirdi.
Son yıllarda biyografi çalışmalarına oldukça rağbet var. ‘Marifet iltifata tabi’ fehvasınca talep var ki rağbet var. Cemil Meriç gibi yakın dönemde yaşamış aydınların tanıtılması, gündeme getirilmesi, aynı zamanda o dönemin aydınlığa çıkarılması demektir. “Babam Cemil Meriç” bağlamında şunu da belirtmek gerek ki bir yazar üzerine iyi bir biyografi yazıldı diye başka yazılamaz anlamına gelmez. Konu edilen yazar tamam, biyografik bir eser biraz da eseri kaleme alan yazarın dünya görüşü ile vücut bulur. Dolayısıyla Cemil Meriç üzerine bu ülkede her yıl bir kitap yayımlansa yeridir. Bilhassa ‘Bu Ülke’ yazarını okumuş ve anlamaya çalışmış, onunla hemhâl olmuş, yanında bulunmuş, bir bakıma sekreterliğini yapmış eli kalem tutan insanlardan bunu beklemeye hakkımız vardır.
Üstadın son yıllarında kendileriyle zaman zaman mülaki olmuş bir kimse olarak bendeniz de bu yazıyla çorbada bir tuzumuz bulunsun istedim.
Uzun bir röportajın hikâyesi
Okuduğu kitabın yazarını sadece yazılarından tanıyan kimi okuyucular etkilendikleri yazarları kafalarında öyle bir yere oturturlar ki onun da bir insan olduğunu unutarak adeta gözlerinde efsanevî bir konuma yükseltirler. Böyle bir şartlanmayla merak ettiği yazarı gün gelip yakından tanımaya başlayınca umduğunu bulamamanın ve görememenin verdiği şaşkınlıkla ona da normal bir insan gözü ile bakmaya çalışır ve bu hayret ve şaşkınlığın yerini artık “yazma” eyleminin bazı insanlara özgü bir vergi olduğu anlayışı alır. Şunu da belirtelim ki Cemil Meriç o yazarlardan biri değildir. Kelimelere yüklediği anlam itibariyle, cerbezeli üslûbu ve konuşmasıyla kendine özgü bir duruşu vardır.
Düşüncesi ve eylemi olan yazarı, şartlar, gün gelir mutlaka ortaya çıkarır, gelecek nesillere klavuzluk yapar. “Sessiz yaşadım kim beni nerden bilecektir” diyen Mehmed Akif gibi mesela. Kader ona Millî Mücâdele’nin manevi rolünü yüklemiştir. Reklamın hiçbir türüne pirim vermeyen Sezai Karakoç gibi. Kaderin ona yüklediği görevi daha yeni yeni anlamaya başlıyoruz. Kendi köşesinde sessiz sedasız kozasını örmüş olan Cahit Zarifoğlu da öyle. Zarif şairimiz, ölümünden sonra adından en çok söz edilen ve hakkında çok yazı yazılan sanatçılardan biridir.
* * *
Kendine özgü anlatım tarzıyla okuyup da etkilendiğim ilk gözağrı yazarlarımdan biridir Cemil Meriç. Söylediklerinin ifade ettiği anlam bir yana, ifade ediş biçimi olarak şu cümlelerden nasıl etkilenilmez:
“Avrupalı. Hangi Avrupalı? Bugün bütün dünya Avrupalı değil mi?”, “Vehimlerimizi bir anda dağıtıveren, rüyalarımızı alıp götüren bir sitayiş. İnsan kaçmak istiyor. Mağaraya, mezara veya cinnete.” “Nazım ifadenin çocukluğu, sevimli ve serkeş. Nesir, daha girift, daha kâmil bir nazım; bütün nazımları kucaklayan bir orkestra. Kur’an mensurdur; yedi askı şairlerini secdeye kapandıran bir nesir.” “Bir çağın vicdanı olmak isterdim; bir çağın daha doğrusu bir ülkenin. Mazlum bir kavmin sesi olmak isterdim. Muhteşem bir maziyi daha muhteşem bir istikbale bağlayacak köprü olmak isterdim, kelimeden, sevgiden bir köprü…” “Kuşlara benzer kelimeler, odana dolarlar bir akşam. Nereden gelirler bilinmez. Kâh çığlık çığlığadırlar kâh sesleri işitilmez. Çiçeğe benzer kelimeler: turuncu, erguvan beyaz. Bir rüzgâr sürükler hepsini. Bulutlara güven olmaz.”
Cemil Meriç’in kitaplarından bu tür cümleleri çoğaltabiliriz ve yazdıkları arasında hezârân vardır. İşte böylesine mutantan ve müsecca bir üslûbun sahibi Cemil Meriç’i tanımak istedim. 12 Eylül dağdağasının hemen akabinde Maraş’tan İstanbul’a üniversite eğitimi için gelmiş taşralı bir öğrenci olarak, bütün kitaplarını okumuştum. Aynı kitapları yeniden gözden geçirip, cevabını bizzat yazarın kendisinden alacağım dilden edebiyata, kültürden politikaya onlarca soruyu sorma cesaretinde bulundum. Yeni Devir’deki “Dağarcık” sütununu okuyor ve gazetenin yazı işleri müdürü Hüseyin Evliyaoğlu ile de görüşüyorduk. Konuşma gazetede yayımlanacaktı. Bu amaçla Üstadın Göztepe’deki evine ilk gidişimiz sınıf arkadaşım, kadîm dost Mustafa Armağan’la oldu.
Bir ucu denize çıkan Tütüncü Mehmet Efendi Caddesi’nin sol tarafında yer alan, bulmakta zorlanmadığımız üç katlı bir binanın giriş katı. L tipi büyükçe odanın sade dekoru kitaplarla badanalı duvarlarında kaldı gözlerimiz. Uğruna feda ettiği gözlerini görmezlikten geliyor Üstad, kitaplarım diyor, gençliğimde beni yalnız bırakmayan kitaplarımı okumak istediğim zaman şimdi yalnızca kokluyorum; birikmiş hasretimi böyle gideriyorum ancak. Ben L’nin kısa bacağının ucunda dışarıdan çiçek tarhlarıyla kaplı pencerenin önünde oturuyorum. Haftalık birikmiş gazetelerini bıraktım masanın üstüne. Gazeteden bir zarf içinde gönderilen aylık telif ücretini takdim ettim. Sonra da gazete adına uzunca bir konuşma yapmak istediğimi ve uzunca bir süre çalışarak sorular hazırladığımı belirttim. Teyp kullanamayacağımı, ancak konuştuklarını eksiksiz dikte edebileceğimi söyledi. Bunun üzerine uzun bir süre konuşulmadı, sessizlik dolu ortama tam bir sükunet hakim oldu.
Soracağım 100’den fazla soruyu önce baştan sona ana hatlarıyla bir defa okudum. Aralıksız dinledikten sonra şu açıklamayı yaptı: “Soruşturmanızı büyük bir sabır ve alaka ile dinledim. Geniş bir tecessüsünüz var. Yarım asrı dolduran bir düşüncenin her yönünü kurcalamağa kalkışmışsınız. Suallerinizi lâyıkıyla cevaplandırmak için bir değil bir düzine kitaba ihtiyaç var. Eserlerimi yeniden yazmak, gölgede kalan veya ister istemez gölgede bırakılan birçok soruları yeniden ele almak lâzım. Gerçek aydınlığı ancak vahiyde bulabilirsiniz. İnsanın başarabileceği uçsuz bucaksız bir meçhuller ormanında birkaç kibrit tutuşturmaktan, kesif ve çok sınırlı bir karanlık parçasını aydınlatmaya çalışmaktan ibaret. Başka bir mesele daha var: Toplumun, dönemin ve çevremizdeki insanların etkisinden sıyrılamayız. Söylediklerimizin kaçta kaçı samimi düşüncemi aksettiriyor, kaçta kaçı ideolojilerin etkisinden sıyrılabilmiş? Bu suali bütün yazarlara tevcih edebilirsiniz. Ben siyasi ihtirasların dışında kaldım. Ama beşerî zaaflardan sıyrılabildim mi? Hatta böyle bir şey mümkün müdür? Bilerek kimseyi aldatmadım. Ama kendim aldanmışımdır, belki. Elimizde aldanmayan tek kıstas var: vahiy. Vahiy ezelî ve ebedî hakikat. Bu hakikati idrak eden insan çağdan çağa, ülkeden ülkeye değişir. Binaenaleyh idrâki de, yorumları da ister istemez şüpheli mahiyette. Şahsınızda birçok okuyucularımın da merakını aydınlatacağına inandığım için anketinize muhatap olmayı kabul ediyorum.”
İki oturumda gerçekleşen ve toplam 11 saat süren bu konuşma 2-11 Nisan 1982 tarihleri arasında Yeni Devir gazetesinin ikinci sayfasında on gün boyunca tefrika edildi.[2]
Tek kişilik akademi
Cemil Meriç’in bir yazar olarak her zaman üslûbuyla, konuşmasıyla, polemikçi tarafıyla cezbedici bir yanı olmuştur. İstanbul Edebiyat Fakültesi hocalarından Nurettin Şazi Kösemihal onu tanıdıktan sonra şöyle der: “Siz bir hoca gibi değil, bir tekke şeyhi gibisiniz. Size bir kere bende olan derviş, bir daha dizinizin dibinden ayrılmıyor.”
Gerçekten de yaşadığı yıllarda Cemil Meriç’in evini adeta akademiye çeviren arkadaşları, dost ve talebeleri hep böyle olmuştur. Onun bu çekim merkezi olma özelliğini 1960’lı yıllardan vefat ettiği tarihe kadar devam ettiğini söyleyebiliriz. Üstad bu cezbedici yönünü hiçbir muhibbanından esirgememiş, kapısı herkese açık kalmıştır. Bunun için bilhassa özel bir çaba sarfettiği söylenemez ama doğal bir şekilde gelişen bu ilişki çoğu tanıdıkları tarafından bilhassa ifade edilir. Kendiliğinden oluşan kültürel bir muhit de diyebilirsiniz buna.
Fuat Andıç, Berke Vardar, Ali Özgüven, İzzet Tanju, Server Tanilli, Muhan Bali, Kerim Sadi, Kemal Tahir, Tarık Mümtaz Göztepe, Şerif Mardin, Celâl Sılay, Ergun Göze gibi devrin akademi camiasında, düşünce ve basın dünyasında yeri olan şair, yazar, gazeteci ve akademisyenler Cemil Meriç’in arkadaş ve dost halkalarından sadece birkaçıdır. Meriç’in yazdıkları yanında bu insanların onu değerlendirmelerini de göz önünde bulundurduğumuz zaman biz Üstadı daha iyi anlayabiliriz. Ümit Meriç yukarıda sözünü ettiğimiz kitabında bu kişilerden ayrı ayrı bahseder ve babası hakkındaki görüşlerini anlatır.
Ali Özgüven onlardan biridir mesela. Cemil Meriç’e yıllar boyu kendini nasıl adadığı, evlenip çoluk çocuğa karıştıktan sonra bile her cumartesi sabahı erkenden gelip hocasının eserlerinin hazırlanmasına canla başla çalışmasından bellidir. Bir o kadar da mütevazı ve adanmış bir ruha sahiptir. Ümit Meriç bir gün onu Bursa’da dekan olduktan sonra misafirlerine tanıştırırken “Profesör Ali Bey” diye söze başlayınca sözünü yarıda keserek, “bu kapıdan içeri girdiğimiz an bizim ne profesörlüğümüz kalır ne dekanlığımız. Biz hepimiz babanızın talebesiyiz.” der.
Cemil Meriç “adam olacak” öğrenciyi hocalığın kendine özgü metodlarıyla adeta keşfederek ortaya çıkarır ve yetiştirdikten sonra onu topluma mal ederdi. Buna örnek gösterebileceğimiz en tipik örneği biraz önce adı geçen Ali Özgüven’dir. Cemil Meriç’in İstanbul’da Fransızca dersi verdiği yıllar… Derste sadece dil bilgisi öğretmiyor, edebiyat ve felsefe de anlatılıyor diye şöhret bulmuş bir hoca. Bu söylenti üzerine dersine giren Özgüven, Cemil Meriç’in tahtaya yazdığı Fransızca bir şiiri haftaya ezberleyin gelin, demesi üzerine bir sonraki hafta şiiri tek ezberleyen öğrencidir. Üstelik dersin zorunlu talebesi olmadığı halde. Şiiri ezbere okuyan Ali Özgüven’i dersin sonunda yanına çağırarak, “Derse ilgisi olan bir öğrencisiniz. Yetişecek bir insana benziyorsunuz. Benim amacım sizin gibi öğrencilere bildiklerimi aktarmaktır. Kafam ve kütüphanem emrinizdedir. Sizi evime bekliyorum.” der.
Bu meraklı talebe o tarihten sonra hocasının peşini hiç bırakmaz, her hafta mutlaka evine gelme gereği duyardı. Cemil Meriç, “Yaşamak vermek demektir. Vermeyen yaşamıyor” derdi. Talebesi hocasına “Hocam, sizin bu kadar çalışmanıza gerek yok” dediği zaman, Meriç’in verdiği cevap yıllarca kulağında küpe olur: “Hoca, asıl diploma aldıktan sonra sürekli olarak çalışan, öğrenen ve öğreten kimsedir. Hoca, ölümüne kadar şartlar ve ortam ne olursa olsun, öğrencilerini yalnız bırakmayan ve onlara faydalı olmayı amaç edinen kimsedir” dedi. Bu hoca bir eli yağda bir eli balda değildir. Yine aynı talebesinin tanıklığına göre Sahaflar Çarşısı’nda gördükleri onbeş çuval gelişigüzel doldurulmuş kitaplardan, çoğu Fransızca ve Osmanlıca olmak üzere epey bir kısmını alırlar. Maaşı yetmemiş, bir o kadar da borçlanmıştır.
(Bir sonraki yazı başlığı: “Cemil Meriç: Evine Dönen Yazar”)
Yeni yorum ekle