Entelektüelin kim olduğu, ne olup ne olmadığı konusunda tümüyle müşterek bir algıdan söz etme imkanı olmasa bile en azından meramımızı ifade edecek düzeyde kavramsal bir vasata sahibiz. Derdimiz sözcüğün şeceresini ve anlam haritasını çıkarmak değil; esas itibariyle tarihsel macerası içinde karakterize hale gelmiş olan ontolojik konumunu ve dinamiklerini tebarüz ettirmektir. Bunun için sözcüğün şeceresinden bağımsız şekilde entelektüelin aslında gelenekten gelen bir damarının olduğunu, geleneğin bir halkasını teşkil ettiğini öncelikle tespit etmek lazım. Buradan hareketle ontolojik devamlılık şartını entelektüelin en belirleyici asli unsurlarından birisi olarak kaydedebiliriz. Dolayısıyla entelektüellik, kadim gelenekle ontolojik ilişkisi bakımından sahih olup olmamak gibi bir sorunsallaştırmayla yüz yüze gelmek, getirilmek durumundadır. Zira entelektüelin varoluşu şahsi değil sosyal, evrensel temeller üzerine oturmuştur. Seçilmiş denemez elbette ama seçkin bir şahsiyet olduğu şüphesizdir. Şahsiyetiyle olduğu kadar bilgi ve görgüsüyle de sıra dışı bir varlığa sahiptir. Adına bunun ister entelektüel isterse aydın diyelim, sonuçta eşzamanlı olarak tarih sahnesine çıkmış kavramlardan söz ediyoruz. Entelektüelle aydın kavramı arasındaki birtakım ayrımlara takılmanın bizim meseleye bakışımız açısından hiçbir kıymet-i harbiyesi yok. Bu sebeple kavramları zaman zaman birbirinin yerine kullanmakta bir beis olmamalı. Entelektüel derken aynı zamanda aydını, aydın derken entelektüeli işaret ediyoruz. Sıra dışılık ikisinin de karakteristiğidir. İkisi de ezberlere ve önyargılara mesafeli, akla, vicdana ve hakikate namus bağıyla bağlıdır. Bu anlamda kavramları maruz kaldığı tarihi ve kültürel dejenerasyondan kurtarmak teferruatla uğraşmaktan daha önemli. Mesela, iktidar, statü, çıkar amaçlı beklentilerle arasına ontolojik ve ahlaki mesafe koyamayan entelektüel müsveddelerini -başka türlü tanımlayamıyorsak eğer- “sözde entelektüel” kategorisine koymakla işe başlayabiliriz. Yalancı peygamber neyse sözde entelektüelin de o demek olduğunu söyleyerek olaya müdahale edebiliriz.
Bilmeli ki konu düşündüğümüzden çok daha ciddi boyutlar taşımakta. Tabiat boşluk tanımıyor; entelektüelin boşluğunu sözde entelektüeller doldurmaya başlamışsa durum vahim sayılır. Başımıza ne geliyorsa belki de bundan gelmektedir. Yarım yamalak bilgilerle ahkam kesen entelektüel müsveddelerinin yaptığı tahribatı bugün hiçbir teknoloji, hiçbir iletişim aracı yapamaz. Yaşadığımız en büyük tahribat, en büyük tehlike kaynağı belki de budur. Elbette sosyal, kültürel zaafları görmezden gelemeyiz. Hakikate açıklığı konusunda halkın durumu da çoğu zaman müphem. Kendisini entelektüel yerine koyan “okumuş” takımını eleştirirken diğer taraftan halka mavi boncuk dağıtırsak dürüst davranmış olmayız. Kötü paranın iyi parayı kovmasında olduğu üzere bu iş ne yazık ki iki taraflı bir mesele. Ayrıca bunun sadece günümüze ait bir gerçeklik olarak düşünülmesi doğru değil. Bilgi, hakikat ve ahlak tüm zamanların problemi; çıkar ve çatışma ilişkilerinden azade bir tarih gerçekliği hiçbir zaman varit olmamıştır. Bu yüzden bilgi ve hakikat her dönem huzursuzluk ve çatışma sebebi olmuş, insan tekinin kemaliyle toplumun veya siyasal düzenin kemalatı arasındaki mesafe kapatılamadığı için hakikati söyleme ihtiyacı hiçbir zaman son bulmamıştır. Ne ki hakikat, ya kemalat farkından, daha açık ifadesiyle bilgisizlikten ya da çıkar çatışmalarından ötürü rahatsızlık verici olmakta, buna karşılık hakikat neferleri tedirgin edici, tekinsiz kimseler olarak aşağılanmaya veya dışlanmaya maruz kalabilmektedirler. Sokrates’e baldıran zehirini içiren Atinalı efendilerin derdi hakikati duymak değil, kurulu düzen ve çıkarlarının devam etmesiydi. Hakim güç ve değerlere dokunmak esasen her entelektüelin (entelektüel şahsiyetin) alamet-i farikasıdır, fakat bunun karşılığında kalabalıkların veya muktedirlerin gazabına uğramak, yalancılık, hokkabazlık suçlamalarına hedef olmak da onun ödemesi gereken bedellerden biridir. Tam da bu sebeple entelektüel diyebileceğimiz kimseler trajik varlıklardır. “Çünkü sosyal sorumluluk yüklenen ancak aydındır, aydın olmayanın sorumluluğu da yoktur.” (Şeriati 1980, 127) Kader (!) ona, çağına ve toplumuna karşı hakikatin sesi olma sorumluluğunu yüklemiştir. Fakat bu, onu aynı zamanda ilginç bir paradoksla karşı karşıya getirir: sorumluluğu, beraberinde tekinsiz ve tehlikeli biri olarak algılanmasına yol açar. Edward Said’in ifadeleriyle o, hem “sürgün” hem “marjinal” hem de zaman zaman “yabancı” hale gelmenin kaderiyle baş başadır. Daha entelektüel olmayı seçerken, kendisini handiyse trajiğe mahkum etmiş bulur. Kimseye yar olmak diye bir derdin ve siyasetin peşinde olmadığı nispette ontolojik irtifa kaydedebileceğinin farkındadır.
Entelektüelin sadece bilgi sahipliğine, bilgi ve düşünce üreten bir varlığa indirgenmesi bu yüzden entelektüelin dayandığı gelenekten marazi bir sapma anlamına gelmektedir. “Profesyonel entelektüel” tabirinin sebeb-i vücuduyla burada kafa şişirecek falan değilim. Entelektüelleri metafizik bir varlığa dönüştürmek gibi soyut, ütopik dahası şekilci ve hamasi yaklaşımlarla söylemlerimizin irrasyonel bir bataklığa saplanmaması için gereken titizliği göstermekten gayet tabii sarf-ı nazar edemeyiz. Entelektüeller geçmiştekinden farklı olarak imtiyazlı bir sınıfın üyesi olmaktan çıkmıştırlar artık. Hayatın idamesi için büyük ölçüde fikir işçiliği yapma zaruretiyle karşı karşıya bulunmaktadırlar. Böylesi bir zaruret sebebiyle yaşadıkları trajik daha da derinleşmiştir. Fakat bu, entelektüelin taşıdığı kadim/tarihi sorumluluğa ihanet etmeyi gerektirmez; gerektirecek boyutlarda bir zaruretten ise kolay kolay söz edilemez. Hayat onu da herkes gibi arzularıyla vicdanı arasındaki çatışmayla imtihan eder. Entelektüelin bilgi ve aklını çıkarları doğrultusunda peşkeş çekmesi, “profesyonel entelektüel” kisvesi altında profesyonel bir tüccara, bürokrata, siyasetçiye dönüşmesi zaruretlerle izah edilemez.
Hakikat mücadelesi entelektüelin hem varlık hem de varoluş şartıdır. Entelektüelin hakikate sadakatsizliği onu bir çeşit yalancı peygamber konumuna düşürür. Profesyonel çalışmaları sebebiyle sadakatine gölge düşürmesi halinde bunun toplum tarafından affedilmemesi gerekir. Entelektüelin en büyük iddiası, varlık sebebi olan hakikati aramak ve söylemektir; bunun için kendisini inkar anlamına gelen her türlü angajmanı reddetmek zorundadır. Entelektüel sorumluluk böyle bir ahlakı gerektirir. Dolayısıyla sorumluluğunu yerine getirebilmek için kayıtsız şartsız özgürlüğe ihtiyaç duyar. Devlete, şirkete, patrona çalışırken kaybettiği özgürlüğünü entelektüel şahsiyetine yansıttığı takdirde o artık profesyonel bir “okumuş”tan ve emekçiden ibarettir. Entelektüellik melekeleri bir gücün veya mekanizmanın “emri” altında hem dumura uğrayacak hem de ontolojik anlamda yerinden olacaktır. Özgürce düşünüp, özgürce konuşabilmek için gereken eleştirel mesafeyi kaybetmenin bedelini “entelektüel ihanet”le ödeyecektir.
Entelektüelin işi hakikat arayışını ve kavgasını her pahasına sürdürmektir. Entelektüel amigoluk yapmaz, dalkavukluk, şarlatanlık, sosyal sevicilik yapmaz. Uzlaşmak ve alkışlanmak yerine sorgulayıcı olmayı yeğler. Bu yüzden eleştirici ve rahatsız edicidir, bir tutunamayan olarak dışarıda durmaya, hatta belki yalnızlığa mahkumdur denebilir. Her zaman değil elbette ama genel itibariyle böyledir. Bu açıdan entelektüellerin kaderi peygamberlerin kaderiyle sarih bir benzeşme gösterir. Ali Şeriati’nin ifadeleriyle “Günümüz dünyasında aydınların rolü ve sorumluluğu, geçmişte toplumları değiştiren, onlara yön verip önderlik yapan din kurucularının rolü ve sorumluluğu gibidir” (Age, 129).
Hazreti Peygamberin “Alimler peygamberlerin varisleridir” hadisi bu manada söylediklerimizin dini karşılığını ve güzel bir özetini ortaya koymaktadır. Çağımızın dili ve kültürel kodlarıyla ifade edecek olursak peygamberlerin misyonu artık aydınların sorumluluğu altındadır. Dahası sorumluluk sadece aydınlara ait de değildir: Her toplum kendi aydın öncülerini oluşturmakla mükelleftir. Kur’an’da müminlere uyarıcılık görevini yapmak üzere bir kısım insanın savaştan alıkonmasının buyrulması aydınların sosyal işlevine yönelik önemli bir uyarı niteliği taşır: “İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler.” (Tevbe suresi:122) Bu itibarla aydın aynı zamanda bir mücadele adamıdır. Toplumu ve iktidarı yeni bir hakikat tasavvuruyla harekete geçirmenin, ‘uyarıcılık’ görevini yapmanın cehti içindedir. Hakikatle dünya arasındaki kopuklukları giderecek bir dili, bir farkındalık ve şuuru oluşturmanın kavgasını verecektir. Varoluşu esas itibariyle bu ceht etrafında zuhur eder. Fildişi kulesinde sadece bilgi ve düşünce üretmekle meşgul konformist, sözde entelektüellerle gerçek entelektüeller arasındaki en temel farkı da burada aramalıyız.
Şu halde entelektüelin gerek çağına gerekse halkına karşı olan sorumluluğu, daha adaletli, daha iyi bir dünya ideali ve mücadelesiyle de tayin edilmiştir. Bu sebeple her koşulda yıkıcı, müzmin, doğmatik bir muhaliflikle tanımlanması bizi anlamsız ve yanlış bir ifrata götürür. Verdiği hakikat kavgası bozgunculuk yapmak için değil, dünyayı daha mütekamil, daha yaşanır kılmaya matuftur. Bu doğrultuda entelektüel şuur ve vicdan her zaman teyakkuz halinde olmalı, ancak realiteyi ferasetle değerlendirme yetisini asla kaybetmemeli. Bunun için mutlakçı, doğmatik yaklaşımların tuzağına düşmemeyi bilmek zorundadır. Hakikatle realite arasındaki bağı siyasetin pratik koşulları üzerinden kurmak kaydıyla sözkonusu tuzağa düşmeme becerisini gösterebilir. Aksi halde siyaseti irrasyonel bir mantaliteye hapsetmekle dönen tekere çomak sokmaktan öteye gidilemez. Unutmamalı ki hakikatin realize edilmesi bir tarz-ı siyaset meselesidir. Devletin ve milletin bekasının temin edilmesi mesele olduğunda, mesela Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük gibi her bir siyasi mefkurenin değişen realiteyle mütenasip olarak anlamlı ve değerli hale geldiğini görebiliyoruz. Zira hakikat bir şablon olmadığı gibi, entelektüelin sadakati de doğmatiklik değildir.
Akıl ve vicdanıyla hareket etmek siyasetteki belli başlı temyiz ölçüsüdür denebilir. Entelektüel, aklın ve vicdanın sesini siyasette tebarüz ettirdiği nispette entelektüelliğin onurunu kazanır. Değilse orada entelektüelden değil korkak, menfaatperest, oportünist birtakım sima ve simsarlardan bahsetmek daha doğru olacaktır. Bu anlamda entelektüel şahsiyet siyasetle bir bakıma imtihan olmaktadır. Eğer bugün entelektüel sefaletimizden bahsetme gereği duyuyorsak sadece bilgi ve fikir planındaki çorak tabloya bakaraktan değil, ahlaki kaypaklıklarımıza binaendir.
Demek oluyor ki, hakikat, siyaset ve ahlak ilişkisi entelektüel açısından bıçak sırtı bir nitelik taşır. Entelektüelin halkına ve çağına karşı olan sorumluluğu ve ahlaki sadakati, doğmatik veya şekilci olmamakla korkak ve oportünist olmamak arasındaki özgür duruşunda kendisini gösterecektir. Hem sorumlu hem de özgür bir tavır sahibi olmak tabir caizse entelektüelin amentüsü hükmündedir. Vatan, millet, halk meseleleri karşısında fildişi kulelerden ahkam kesme lüksü gayet tabii kabul edilemez. Cemil Meriç’in Entelektüellerin İhaneti kitabının müellifi Benda’ya yönelik eleştirisi bu noktada tefrik edici bir kıymeti haizdir: “Benda, “Önce hakikat, sonra vatan diyor”. Bu mümkün mü? İki millet dövüşürken, yükselen bir sınıf eski imtiyazların yerini almaya hazırlanırken, hakikatı nasıl söyleyebiliriz?” (Meriç 2008, 54)
Entelektüel, hakikate olan sadakati mahfuz, diri ve tetikte olmak kaydıyla siyasette bir taraf olarak yer alma mecburiyetinden azade olmamalı. İktidara teslim olmayacak bir düşünsel hatta fiziksel mesafe içinde olmayı gözetmeli ama taraf olmaktan da çekinmemelidir. Entelektüel tavır ve duruş, gerektiği yerde gerektiği kadar taraf olma siyasetiyle tezahür eder. Bilgi ve hakikati hayat memat meseleleriyle bütüncül bir aksiyom içinde değerlendiren insani siyasetin öznesi olmak entelektüelin görevidir.
Ne ki entelektüele düşen genel anlamda iktidarın veya devletin değil halkın adamı, halkın tarafı olmaktır. Entelektüel şahsiyet her ne olursa olsun halk dalkavukluğu yapanlarla arasına eleştirel bir mesafe koymak zorundadır. Adaleti, hakkaniyeti, halkın ve insanlığın hayrını gözettiği sürece sahih bir şiraze üzerinde durmaya devam edecektir. Aydının sağcı olup olamayacağı gibi tartışmaların ise bu meyanda bir hükmü yoktur. Sağcılık eğer iktidar veya devlet sevicilik diye tanımlanacak dahası kategorize edilecekse sağcıdan bir aydın tavrı bekleyemeyiz, doğru. Ancak sağcı solcu adı altında üzerimize giydirilmeye çalışılan gömleklerin dar geldiğini, ne düşünce dünyamızın ne de siyasetimizin bize yabancı olan bu tanımlamaların boyunduruğu altına alınamayacağını kabul etmek gerekiyor.
Hülasa, aydın, yeni bir hakikatin olduğu kadar yeni bir dünyanın sesi ve öncüsü olmakla mükelleftir. “Madem ki aydının görevi, çağının peygamberi olmadığı halde peygamberin yaptıkları gibisini yapmaktır, o halde onun işi ve görevi de, çağın mesajlarını halk yığınlarına iletmek, sağırlaşmış ve dondurulmuş kulaklara bilgi ve kurtuluş mesajını seslenmek, gözlerin önüne durgun toplumun hareket dinamizmini sermek ve bu dinamizmin fitilini ateşlemektir.” (Şeriati, Age, 130)
Şirazesini kaybetmiş aydınlar ya iktidar ya da halk dalkavukluğu yaparak güç devşirmenin acziyeti ve sefaleti içindedirler. Gerçeğin en acımasız, bize en dokunan tarafı tam da budur.
_______________
Şeriati, Ali (1980), Medeniyet ve Modernizm; Türkçesi: Fatih Selim-Abdurrahman Arslan, Düşünce Yayınları.
Meriç, Cemil (1999), Bu Ülke, İletişim Yayınları.